Ecdâdın dilinden düşmeyen sözlerden biri “anâsır-ı erbaa” idi. “Dört unsur” mânâsına gelen bu kelimelerin içine hava, ateş, su ve toprak giriyordu. İnsan hayâtının temeli olan bu dört maddeden birinin yokluğu, ömrümüzü Cehennem’e çevirir. Havanın olmadığı yerde ateş yanmaz, su söndürmez, toprak bereketini yele verir. Ateşin yokluğu, bizi doğrudan mağara devrine sürükler. Toprak ise, varlığımızın başında ve sonunda nöbet tutmaktadır. Bu üç unsur üzerine söylenmiş sözleri, yazılmış şiirleri, dillere pelesenk olmuş darb-ı meselleri sıralamaya, kişi tâkati kâfî gelmez. Lâkin, dördüncü unsur olan suya gelince, ortaya konan insan cehdi ve söz sermâyesinin çokluğu, her çeşit ifâde şeklini âciz bırakır. Bir de siz, Türk soyu ile su arasında kalem oynatmaya niyetli iseniz, yolunuz uzun ve dahî pek meşakkatlidir. Zîrâ, Türk’ün su sevdâsı dilde, kalemde ve kâğıtta mecâl bırakmaz.
Batı dillerinde yazılmış târîh ve kroniklerde, ordu yürüyüşlerinden, askerî seferlerden bahseden satırlarda, insanın burnuna hiç de hoş kokular gelmez. Kir, pas ve terden teşekkül eden ordu kalabalığında, bilhassa forsa çalıştırılan Hristiyan gemilerinde, burun direğini yıkacak raddede pis kokular yayılır. Venedik, Ceneviz, İspanyol, Portekiz, Malta, Fransız, İngiliz donanmalarını anlatan nice yazılı eserde, bahsine çalıştığımız kerîh manzaralar fazlasıyla yer almıştır. Avrupa limanlarında sık sık vebâ ve kolera salgınlarının görülmesi, bir tesâdüf değildir. Su içinde sudan uzak yaşayan Batı, böylesine tiksindirici ordular kurar ve sevk ederken, Türk milleti, yaşadığı her köşeye hamam kurmuş, ordusu ile donanmasına da seyyâr hamamlar koymuştur. Şıkır şıkır akan suya girip çıkan Türk askerinin bedeni, her vakit temiz ve her dâim su içinde olmuştur. Bugün, bütün Dünyâ temizlik literatüründe bir “Türk hamamı” tâbiri var ise, bunu sebebini, ciddî şekilde araştırmak lâzımdır.
Türk, İslâm dâiresine girmeden önce de çok temiz ve suya yatırılmış bir hayât yaşıyordu. Müslüman hüviyetini alışı ile, bu pîrüpâk duruşu, daha yukarı mertebelere çıktı. İmânın yarısını temizlik olarak gören Türk, hemen her vesîle ile suya koştu. Hazret-i Muhammed’e karşı hissettiklerini “gül” kelimesine sığdıran Müslüman Türk, Yeryüzü’ndeki bütün suların da, o Gül’ü sulamak maksadıyla aktığını düşündü. Oğuz’un Bayat Boyu’ndan Fuzûlî, belki de suya kasîde yazan tek şâir olarak, bu Gül’e koşan su kıssasını, ebedîleştrirdi. Her mısrâı ayrı lezzette bir kelime tabağı olan “Su Kasîdesi”ndeki bir beyit, tekmîl Nobel armağanlarını tek başına alabilecek san’at hacmine ve dahî kudretine sâhip görünüyor:
“Hâk-i pâyine yetem der ömrlerdir muttasıl
Başını taşdan taşa urub gezer âvâre su”
Büyük Fuzûlî, anâsır-ı erbaanın dördünü de bu hârikulâde beyit içine istif etmiştir. Nebî-yi Muhterem Hazret-i Muhammed’e hitâben yazılmış bu mısrâlarda, Oğuz Kocası Fuzûlî, şöyle diyor:
“Senin ayağının bastığı toprağa yetişmek, erişmek için ömürlerdir akmakta olan su, bu maksadına ulaşmak uğruna, başını taştan taşa vurarak, Yeryüzü’nde gezip duruyor.”
Burada, toprak unsuru, Allâh Resûlü’nün ayağı bastığı için; insan hayâtıyla ifâde edilen ömür, hava alınıp verilerek, yâni nefesle mânâ bulduğu için; Türk’ün gönlünü hârlandıran Muhammed aşkı, ateş hüviyetinde göründüğü için ve nihâyet bu emsâlsiz sevginin ifâde vâsıtası olan su, Gül’ü sulamaya tâlib olduğu için, beyitte anâsır-ı erbaa, ustaların ustası bir san’at hüneri ile bir araya getirilmiştir. Fuzûli’nin bu beyitte kullanığı “ömrler” tâbiri, Hazret-i Âdem’den başlayan insanlık mâcerâsının özeti hükmündedir.
Türk’ün su sevdâsını merâk edenler, “Su Kasîdesi”ni okumalıdır. Orada, bütün bir insanlığın kurtuluş reçetesi yazılıdır.