Turgut GÜLER
Kapalıçarşı’nın en eski isimlerinden biri “bedesten”dir. Bu kelime, Farsça “bezzâzistan”dan geliyor. Herkesin “Kapalıçarşı”dediği bu büyük pazar yerinin içinde, bedesten adı, hâlâ yaşıyor. Muhtelif esnâf veyâ ticârî mal gruplarına göre, birçok bedesten, Kapalıçarşı’nın bölümleri olarak karşımızda duruyor. Bunlardan biri de “Sandal Bedesteni”.
Sandalın bedestende ne işi var? Yoksa bedesteni su mu bastı? Yâhut sandal çarşıya mı oturdu? “Sandal”sözü, sâdece kayık mânâsına gelmiyor. O, açık ve havâdâr bir ayakkabının; tropikal, kalabalık nebâtî bir âilenin reisi ağaç ile bu ağaçdan elde edilen esansın ve ipekli, pamuklu karışımı değerli bir kumaşın da adı. Kapalıçarşı’nın bedesteninde satılan sandal; sonuncusu, yâni, kumaş olanı.
Şimdi, aslı Arapça olan bu kelimeyi, kayık mânâsına hapsedip dilimizden atmaya kalkmak, sandaldan önce bizi alabora eder. Nice emsâli gibi, bu kelime, Türkçenin aslî unsurlarından biridir.
Bez, yâni kumaş ticâretini Peygamber mesleği telâkkî eden bir medeniyetin mensûbuyuz. Hz. Muhammed’in, nübüvvetinden önce, kervânlarla Şâm’a kadar uzanarak icrâ ettiği iş, kumaş ticâretiydi. Bu yüzden, Müslüman Türk şehirlerinin ticâret merkezleri hep bedestenler olmuştur. Kundak bezinden kefene giden ömür yolculuğunda; beslenme, yâni gıdâ ile aynı makâmı paylaşan kumaş; sandal sözünde, bizim geç başlayan denizcilik mâcerâmıza da tanıdık, âşinâ kürek sesleri giydirmiştir.
Türk kültürünün büyüklüğü, ancak Türk dili sağlam kalırsa ifâde edilebilir. Çünkü bu kültürün en mühim çarşısı, “Türkçe Bedesteni”dir.
Târîh okumanın bir yolu da Safahât’ı okumaktır. Mehmed Âkif’in Mahalle Kahvesi’nde tasvîr ettiği kahve ile bugünün cafeleri arasında en ufak bir benzerlik ve yakınlık bulunmuyor.
Kahveden kastedilen, fincana konmuş içecek değil. Kahvehâne mânâsına gelen kahve, bir vakitler gerçekten kıraathâne idi.
Kahve kültürümüzdeki eksinin dibine vuran sür’atli değişiklik, aslında çok eskilere dayanmıyor. Mahallenin kalb atışlarını dinlediğimiz o yerlerde, şimdi okey ve tavla taşlarının sesleri yankılanıyor. Bu rûhsuzlaşmanın pek çok sebebi arasında, elbette eğitim başı çekiyor. Çarpık şehirleşmenin ve apartman hayâtının da, kahveden oyunhâneye geçişte küçük sayılmayacak rolleri var. İşsizlik, zamâna ihânet, âile yapısının dejenere oluşu gibi başka husûsları da, kahve mekânlarının önüne koyabiliriz.
Gününün dörtte üçünü kahvede oyun oynayarak geçiren, kahvaltı dâhil üç öğün yemeğini orada yiyen insanlarımızın sayısı, hesâbı tutulacak kadar kalabalık. Kuru, mânâsız bir gürültünün esir alıp beyinlere nüfûz eylediği bu cezâhânelerde; sağlıklı, normal hassâsiyetleri bulunan kişiye rastlanabilir mi? Kahve sâkinlerinin dili de, en argo ve vülgarize semtlerde dolaşıyor.
Türkiye’nin son yıllarda jet hızıyla yükselen suç işleme grafiğini neşter altına yatırırken, mutlaka kahvelere uğramak lâzım. Hastalığın teşhîsindeki isâbet, kahve masalarından geçiyor. Boş vakitlerini (!) kütüphânede geçiren öğretmenlere nazaran, kahveye abone muallimlerimizin (!) ağır basması, mes’elenin en can alıcı noktasıdır.
Bir vakitler, Şirket-i Hayriyye’nin vapurları, binen ve inen yolcuların birbirlerini buyur etmelerinden, geç kalkarlarmış. Fransa’daki Sen Nehri’ne dahî “Siz”diyecek bir konuşma asâletinden, düştüğümüz kaya dibine bir bakın!
Fikir ve kültür hayâtımızda görünenin ve tahmîn edilenin çok üstünde bir aşınma, erime var. Fâciâ hüviyetinde bir seviyesizlikle karşı karşıyayız. Unvanlar, sıfatlar, titrler, bozuk para misâli yerlere saçılıyor.
Şimdi, Türk eğitim sisteminden sâdece cinâyet haberleri geliyor. Gün geçmiyor ki, bir tâze vücûdun daha toprağa verildiğini duymayalım. Yûnus’un, âdetâ bugünleri görerek söylediği:
“Şu Dünyâ’da bir nesneye
Yanar içim, göynür özüm,
Yiğit iken ölenlere,
Gök ekini biçmiş gibi.”
mısrâları, göğüs boşluğumuza hüzün nefesleri dolduruyor.