Turgut GÜLER
Gürültüden rahatsız olmayanlar, sükûnetin farkına varamadıkları gibi, kıymetini de bilemezler. Hissiyâtımızın böyle tezâdlar üzerine binâ edilişinde birtakım hikmetler var. Gündüz ile geceden başlayarak yer ve gök arasındaki ince hesaplara dayalı zıddiyet, aslında muazzam ve hârikulâde bir nizâm tesis ediyor. Bu yüzden, Türkiye’nin bugünkü hâlinin, eski i’tilâ günlerinin kıymetini anlamada, basîret sâhiplerine ölçü olduğunu düşünmek gerekiyor.
Bıçağın küt tarafı ile keskin yanı, varlıklarını birbirlerine borçlu olarak göz kırpıyorlar. Acı ile tatlı, şen ile hüzünlü, bahtiyâr ile bahtı kara, beyâzla siyâh, açıkla kapalı, uzunla kısa, genişle dar, ağırla hafif … arasında hep bu zıddından kaynaklanan estetik ölçüler var.
Kâinât, öyle mâhir bir mîmârın projesi ve eseri ki, onun rakamlarla ifâde edilen milimetrik ölçüleri, aslâ benzeri olmayacak tarzda isâbetle, kuvveden fiile çıkarılmış.
Dünyâ’nın dörtte birinin kara, dörtte üçünün su oluşunda, sudan yana konmuş bir ilâhî tavır düşünülebilir mi? “ Bu karaya, ancak bu kadar su lâzım.”diyen ilâhî fizibilite, ihtiyâcı yerinde ve ânında tesbît etmiş.
Aslında, su ile toprak arasında da bir zıddiyet seziliyor, ama birinin varlığı, ancak diğeri ile mümkün. Ne toprak susuz, ne de su topraksız bir mânâ ifâde etmiyor. Özellikle de, topraktan fışkıran suyun, seyrine ve tadına doyulmuyor. Marmara’nın tuzu hafif deniz suyunu, Akdeniz’in adamakıllı tuzlu suyu ile birleştirebilir misiniz? İnsânî gücümüz, buna kâfi gelmez. Ama, hayâlî çizgilerle, yine hayâlî cümleler kurabiliriz.
Tekirdağ’ından, İstanbul’u da içine alarak Tekir Yaylası’na uzanan geniş çizgi, Türkiye’yi kuzeybatıdan güneye, iki parçaya ayırır. Bu parçalar, neredeyse eşittir. Lâkin kemiyetteki eşitlik çok fazla bir şey ifâde etmiyor.
Bu çizginin batısında kalan Türkiye ile doğusunda kalan Türkiye, pek çok bakımdan farklılık gösteriyor.
Her şeyden önce, Türkiye’nin sanâyi bölgeleri bu hattın batısında kümelenmiş. Bu durum, günlük hayâtın akışından refâh seviyesine uzanan imtiyâzları arka arkaya sıralıyor.
Aynı tasnîfi, başka yurt noktalarını esas alarak da yapabiliriz. Varacağımız yerde, hep benzer ayrılıkları göreceğiz.
Bugün, hâlâ demiryolu ulaşımından nasîbi olmayan büyük şehirlerimiz var. Bursa ve Antalya bunlardan. Düşünebiliyor musunuz? Turizmde ve sanâyide manga kumandanlığı yapan bu iki vatan güzeli, demiryolu ile henüz tanışmamış. Türkiye’nin mevcut demiryolu ağı, Konya’dan küçük Belçika’nın beşte biri kadar bile değil. Daha söylenecek söz mü kaldı? Tekirdağ’ından Tekir Yaylası’na selâm olsun…
Tekirdağı’nın adı, Tekfûrdağı’ndan geliyor. Tekfûr’u tekir yapan dil kudreti, toprağı vatanlaştırırken bu kelime iksîrinden güç alıyordu. Ayasulug’u Selçuk’a, Amisos’u Samsun’a, Smirnia’yı İzmir’e tahvîl eden Türkçe, fâtih bir milletin fetih gülleri açan diliydi. Hemen her vasfımız gibi, dilimiz de hây u hûyun mânâsız boşluğunda yuvarlana yuvarlana çiçek ve yapraklarını döktü, geriye dikenleri kaldı.
Dilindeki gül nezâketini kaybeden Türk milleti, diğer sosyal müesseselerinde de aynı çöküş ve yıkılış psikozunu yaşıyor.