Başka gezegenlerde konuşulan diller olup olmadığını şimdilik bilmiyoruz ama dünyamızın en köklü, en dirençli, en yaygın, en fazla işlenmiş dillerinden birinin Türkçe olduğunun hepimiz farkındayız. Büyük Okyanus’un batısındaki Sibirya havzasından Balkanlar coğrafyasına kadar uzanıp giden çok geniş bir arazide Türkçe’nin muhtelif lehçeleri, şiveleri ve ağızları konuşulmaktadır. Bunun dışında, Türkçeyle yakından veya uzaktan akraba diller bulunduğu gibi, Türkçeyle akrabalığı henüz tartışmalara açık bulunan ölü veya yaşayan diller de vardır.
Türkçe dendiğinde ilk akla gelen Türkiye Türkçesi olmaktadır. Türkiye, Azerbaycan, Kazakistan ve Kırgızistan tarafından 2-3 Ekim 2009 tarihlerinde Nahçıvan’da düzenlenen 9. Türk Zirvesi sırasında imzalanan Nahçıvan Anlaşması’yla “Türk Dili Konuşan Ülkeler İşbirliği Konseyi” hayata geçirilmiştir. Türkiye Cumhuriyeti ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti dışındaki Türk Cumhuriyetlerinin anayasalarında Kazakça, Kırgızca, Özbekçe, Türkmence gibisinden adlandırmalardan vazgeçilmediği sürece Türkçe dendiğinde ilk olarak Türkiye Türkçesi’nin akla gelmesi makul karşılanmalıdır. Gündelik hayatlarımızın içerisinde kestirme yoldan Kazakça, Özbekçe denmesi abes değildir çünkü gündelik hayatın pratikleri kısaltmayı sever. Böyle olmakla birlikte söz konusu Türk Cumhuriyetlerinin anayasalarında Kazak Türkçesi, Özbek Türkçesi, Gagauz Türkçesi, Azerbaycan Türkçesi şeklinde adlandırmaların tercih edilmesi gerekmektedir. Aksi takdirde Türkiye ile Türkistan halkları toplumsal evrim yasası uyarınca bir kopuş yaşayarak birbirlerinden uzaklaşmaya meyledebilirler ve ortaya Türkçe kökenli farklı diller çıkabilir.[1] Ana-Türkçe’den erken zamanda kopmuş bulunan Çuvaşça bu itibarla Türkiye ve Türkistan Türklerinin anlayamayacakları derecede değişime uğramış bir dildir. Muhtelif yörelerde Türkçe konuşan halkları birbirlerine çok daha fazla yakınlaştırabilmek için onların en azından yazı dillerini yakınlaştırmak gerekmektedir.
Bu yazımızın asıl konusu ise yabancı sözcükler karşısında Türkçe’nin konumudur. Muayyen bir dile başka dillerden girmiş olan sözcüklere ödünç sözcükler ya da alıntı sözcükler denmektedir. İlk başta hemen şunu hatırlatalım ki yeryüzünde saf dil yoktur. En eski çağlardan itibaren toplumlar, kültürler ve diller arasında serbest alışverişler kesintisiz biçimde yaşanmıştır. Bütün dillerin tek bir dilden türediğine yönelik varsayımın ışığında bakacak olursak birbirlerinden çok uzaklardaki coğrafyalarda konuşulan diller arasında pek çok ortak unsur zaten karşımıza çıkıyor. Türkçedeki elmasözcüğü ile İtalyancadaki mela sözcüğünün aynı kökten indiğini düşünebiliriz. Yeryüzündeki diller tek bir dilden türememiş olsaydılar bile serbest alışverişler yine de vuku bulacaktı. Yalnızca ortak coğrafyada yaşayan halkların dilleri değil, birbirlerinden uzak coğrafyalarda yaşayan halkların dilleri de İpek Yolu türünden iletişim ortamları sayesinde tarih boyunca alışverişte bulunmuşlardır. Çağımızdaki internet ortamı İpek Yolu’nun oynadığı rolün çok daha fazlasını oynamaktadır. İnternet sayesinde muhtelif Türk yurtlarındaki Türklerin dilleri birbirine yakınlaşmaktadır. Azerbaycan televizyonlarında canlı yayınlanan bir futbol maçını izleyecek olursanız göreceksiniz ki Azerbaycan’daki maç anlatıcısı artık Türkiye’deki maç anlatıcısının spor dilini kullanmaktadır.
Niçin saf dil yoktur? Bütün dillerin tek bir dilden türediği kuramını doğru kabul edersek bu durumda zaten yalnızca diğer bütün dilleri doğurmuş olan ilk dili saf dil kabul etmeye mecbur kalırız. Bunun peşi sıra, tek dilden türeyerek birbirlerinden kopmuş olan diller muhtelif coğrafyalarda buluşarak etkileşime geçtiklerinde ister istemez alışverişte bulunacaklardır. Türkçe uzun yıllar boyunca sayısız dile sözcük vermiştir ve pek çok dilden sözcük almıştır. Türklerin bir kısmı Budizme yöneldiklerinde Hint dillerinden, İslam’a yöneldiklerinde Arapça’dan etkilenmişlerdir. Çinlilerle temasa geçtiğimizde Çince’den, İranlılarla temasa geçtiğimizde Farsça’dan, Slav halklarıyla temasa geçtiğimizde Rusça’dan, Cenevizlilerle ya da Venediklilerle temasa geçtiğimizde İtalyanca’dan, Rumlarla temasa geçtiğimizde Rumca’dan bir şeyler aldık ve onlara bir şeyler verdik. Anakronik bir yaklaşımla bugünden geçmişe baktığımızda Çince’den veya Farsça’dan bir şeyler almış olmaklığımıza üzülebiliyoruz. Fakat atalarımız, başka dillere Türkçe’den sözcük verdiklerinde bayram etmedikleri gibi, başka dillerden sözcük aldıklarında kendilerini yerden yere vurmadılar. Hayatın akışı içerisinde serbest kültür alışverişleri zaten engellenemez. Mümtaz Turhan “Kültür Değişmeleri” adlı çalışmasının giriş bölümünde kültür değişmelerinin cemiyetlerin gelişmesinde en esaslı bir faktör olduğunu, bu kültür değişmelerinin farklı kültürleri temsil eden ilk cemiyetlerin karşılaşmasıyla baş gösterdiğini belirtmektedir.[2] Sokak diliyle söylersek, alışverişten kaçış imkânı yoktur. Bir aşiretin ya da bir sülâlenin yüzlerce yıl içten evlilik yaptığını düşünelim. Bu durumda gen bozulması meydana çıkacaktır ve yüzyıllar süren akraba evlilikleri nedeniyle fizyolojik güzellik de zayıflayacaktır. Türkçe’nin hiçbir çağda hiçbir dil ile temasa geçmeksizin kendisini Ergenekon yurdunda büsbütün yalıtmış olarak birkaç bin yıl önceki hâliyle kalmış olmasını bekleyemezdik.
Teknoloji dili olarak İngilizce bugün yalnızca Türkçe’yi değil, bütün dünya dillerini etkilemektedir. Teknoloji çağı yüzünden Çince’nin yalnızca söz varlığında değil, yapısında değişim gözlemleniyor. Türk nüfusun çoğalmasıyla Almanca sokak argosu değişiyor. Geçmişe baktığımızda ise Latince’nin neredeyse bütün Avrupa dilleri üzerindeki tahakkümünü görüyoruz. Milliyet şuuruyla bir dilde arılaştırmaya ve toparlanmaya kısmen gidilebilir fakat hiçbir dil binlerce yıl önceki saf çehresine tekrardan kavuşturulamaz. Aslına bakarsak o diller binlerce yıl öncesinde bile saf değillerdi. Çünkü, Mümtaz Turhan’ın belirttiği üzere, dil ve kültür değişmeleri ilk cemiyetlerin karşılaşmasıyla baş göstermiştir. Meseleye fantastik bir boyuttan yaklaşarak şöyle hayal kuralım: Diyelim ki Habil ile Kabil farklı diller konuşuyordu. Ne var ki Habil ile Kabil bir çatışmaya girdiklerinde farkında olmaksızın birbirlerinin düşüncelerine, psikolojilerine ve dillerine tesir edeceklerdi. Türkler ile Çinliler arasında komşuluk ve kavgalar uç verdiğinde karşılıklı etkileşim başlamış demektir. Türkler ile Slavlar arasında büyük çekişme yaşanırken de karşılıklı etkileşim baş göstermiştir. Rusça’da Türkçe’den geçme sayısız kelime bulunurken, Rusya’daki pek çok Rus köyünün adı da aslen Türkçe’dir.
1389 yılı başlarında otuz atlısıyla Altın Ordu’dan Moskova’ya göç eden müslüman bir Tatar soylusu Aslan Mirza Çelebi’ye, Moskova kontu, Kremenski’yi arpalık olarak veriyor. Mirza Çelebi soyunun İrtışşev soyadını taşıyan bir kolu ise daha sonrasında Litvanya’ya göç ediyor. Dostoyevski soyadı ise meşhur Rus romancısı Fyodor Dostoyevski’nin atalarından ve Mirza Çelebi’nin torunlarından olan Danilo İvanoviç Rtişev’in (İrtışev) 1506 yılından beri mülkü olan Dostoyevo köyünün adından geldiği gibi bu Tatar soyunun bir kolu da aynı soyadla tanınıyor. Fyodor Dostoyevski, Aslan Mirza Çelebi’den inen bu soyun mensubudur.[3]
Günümüzün dil tartışmalarındaki sert kutuplaşma nedeniyle örneğin Arapça-Farsça birtakım sözcükleri kullandığımızda itiraz edenler çıkıyor. Öz-Türkçe birtakım sözcükleri kullandığımızda ise “bunlar uyduruk veya ölü sözcükler” diyerek itiraz edenler çıkıyor. Hangi sözcüğü kullanırsanız suç işlemiş, Türkçe’ye zarar vermiş oluyorsunuz. Milliyetçilik duygularıyla Fransızca-İngilizce tabelalara veryansın edenler kendi çocuklarının İngilizce yazılı tişört giymelerine ses çıkartamıyorlar. Bir keresinde bir sözcükte şapka kullandığım için sosyal medya ortamında sataşmaya maruz kalmıştım. Şapka kullanmayı Arapçılık olarak değerlendirenler var. Oysaki Türkçe imlâdaki şapka Arap imlâsında yoktur. Türk imlâsında vardır. Şapkayı bazen kullanıyorum bazen kullanmıyorum. Çünkü imlâmız hâlâ bir standarda kavuşamadı. Şunu da belirtelim: “Tûti-i mûcize gûyem” diye yazarsak bizi kınayabilirsiniz. Fakat türkülerimize kadar girmiş olan yabancı sözcükler artık yabancı değildirler. Rumeli türküsü olan “Pencere açıldı Bilal Oğlan piştov patladı, Varın bakın kanlı da Bilal yine kimi hakladı” türküsünde geçen piştov sözcüğü Almanca pistole ya da Macarca pisztolykökünden geliyor. Türkülerimizden ve şarkılarımızdan birer örnek daha gösterelim:
Değmen benim gamlı yaslı gönlüme
(buradaki GAM artık bizimdir)
İnleyen nağmeler ruhumu sardı
(buradaki NAĞME ile RUH artık bizimdir)
Televizyon sözcüğünü de artık silip atamayız. Pardon sözcüğü istesek de istemesek de gündelik hayatta kullanılıyor. Üstelik sadece diplomaside veya sosyetede değil, sokak dilinde bile pardon sözcüğü yaygınlaşmıştır. Hayat sözcüğü hiçbir şekilde artık yabancı değildir. Türkçe sağlam bir dildir. Çince’nin, Rusça’nın, Arapça’nın, Farsça’nın (daha öncesinde Soğd lehçesinin), Fransızca’nın, İngilizce’nin ve hatta Rumca ile İtalyanca’nın tarih içindeki baskısına rağmen Türkçe dimdik ayaktadır. Lüfer, palamut, hamsi, kalamar, çinekof gibi balık adları; açelya, kasımpatı, nergis, fesleğen, zambak gibi çiçek adları; güverte (coverta), ıskarmoz (scarmos), alabanda (alla banda) gibi denizcilik terimleri başka başka dillerden alınmış Türkçe sözcüklerdir. Annelerimiz balkonda yetiştirdikleri manolyaların etimolojisine kafa yormuyorlar. Bunların hiçbirisini kopartıp atamayız. Rumca’dan aldığımız kimi sözcüklerin Hititçe’ye kadar indiği de bilinmektedir. Bir diğer örnek: Çuval sözcüğü Türkler müslüman olmazdan çok önce Farsçanın bir lehçesinden alınarak Türkçemize yerleşmiştir.
Şimdi burada Fikret Turan’a kulak verelim: “Her ne kadar Oğuzcaya 16. yüzyıldan sonra çok sayıda Arapça ve Farsça kelime geçerek birçok Türkçe kökenli kelimeyi arkaikleştirip onların yerine geçtiğini kaynak eserlerde izleyebilsek de erken dönem Oğuz sözlüklerinde de sık sık Türkçe, Arapça ve Farsça alıntı kelimelerin birlikte kullanıldığı görülür. Mesela, sayru – ḫaste, ṭamu – cehennem, uçmak – cennet, sin – gūr (mezar), süci – şarāb, başmaḳ – babuç (<f. pāpūş) gibi kelimeler bu türden örneklerdir. Bununla birlikte daha Orta Asya’dayken çeşitli Fars dilli topluluklarla birlikte yaşamalarından dolayı Oğuzcaya çok erken dönemlerde Farsça kelimeler girmiş, bu kelimeler Oğuzcanın kelime hazinesinin önemli unsurları olmuştur. Bundan dolayı 13 ve 14. yüzyıllarda Arapça ve Farsçadan Türkçeye yapılan bu sözlüklerde Farsça kökenli kimi kelimeler Türkçeye çevrilmeden bir mim (maʿlūm) işaretiyle gösterilmiştir. Bu Farsça kökenli kelimeler arasında bulunan cuvāl (çuval), hemīşe (her zaman), rūzgār (zaman, devir), ġarāre (bir tür çuval), hegībe (heybe), emrūd (armut), tōbra (torba), comard (<f. civānmerd ‘cömert’) gibi kelimelerin Türkçe karşılıkları verilmeden olduğu gibi Oğuzcanın kelime hazinesinin unsurları olarak gösterilmiştir. Dikkatlice bakıldığında bu kelimelerin önemli bir kısmının bugün de çeşitli ses değişimleriyle Oğuz ağızlarında kullanıldığını görürüz.”[4]
Öz-Türkçe sandığımız birtakım sözcükler ise Oğuz ve Kıpçak Türkçelerine çok eski zamanlarda başka dillerden girmiştir. Öz-Türkçe olmadığını, bundan ötürü de başka dillerden alıntı olduğunu sandığımız birtakım sözcüklerin ise kökleri etimolojik çalışmalar sonucunda Öz-Türkçe çıkabilmektedir. Örnek: Üstat Şinasi Tekin’in bir makalesi “Köşk Kelimesi Farsça Değil Türkçedir” başlığını taşıyor. Şinasi Tekin bu makalesinde köşk sözcüğünün İran dilleriyle açıklanamadığını, Türkçe KÖ- kökünden türediğini ayrıntılı bir şekilde açıklıyor. KÖ- kökünden köli-k (gölge); köşi- (ışığa mani olmak, örtmek); köşi-ge (hafif gölge); köliglig yir (gölgeli bir yer). Kısaca söylersek köşk sözcüğü yaz sıcaklarında barınmak için gölgeli yerlere çatılan ev (yazlık ev) anlamına gelmektedir.[5]
Başka dillerden sözcük almanın pek çok sebepleri bulunuyor. Farklı dilleri konuşan iki aşiret uzun yıllar komşuluk ederlerse dilleri yakınlaşacaktır. Belki iki aşiretten birinin dili baskın çıkarak diğer aşiretin dilini silecektir. Bununla birlikte silinen dilden bazı unsurlar eski zamanların bir hâtırası olarak baskın dilde varlığını sürdürecektir. Yahut da iki aşiretin dili kaynaşarak ortaya bir melez dil çıkacaktır. Fin-Ugor boylarıyla Türk boyları Ural Dağlarında karıştıklarında Macarca türemiştir. Ticarî ilişkilerden tutunuz da medrese gibi eğitim kurumlarına varıncaya kadar pek çok nedenden ötürü dil alışverişleri hep olmuştur. Aynı semt pazarlarına gelen Türkmenler, Rumlar, Süryaniler, Tatarlar ve diğer etnik gruplar alışveriş sırasında ortak bir pazar argosu yaratacaklardır. Özbekistan Türkçesinde Tacik-Fars dilinden çok fazla kelime bulunmasının sebebi onların yüzyıllarca beraber yaşamış olmalarıdır. Başka dillerden sözcük almanın nedenlerinden biri ise örtmece kelimelere ihtiyaç duyulmasıdır. Sizi ürküten bir varlığın adını kullanmak istemiyorsanız onu ya kendi dilinizden ya da komşuluk ettiğiniz dilden seçilmiş bir başka kelimeyle ifade edebilirsiniz. Örnek: Börü yerine kurt… Kurt yerine canavar… İşte size Gagauz Türkçesinden bir örtmece:
“Gagauzların canavara o kadar büük saygıları var hem ondan o kadar korkarlarmış ani üzlärcä yıl kurt lafını seslän kullanmaa korkarmışlar, canavar işitmesin hem gelmesin deyni. Hep bu sebeplän, canavar için laf gidärkana, insannar, taa sık karılar, fisirdemeyä geçärmişlär. Yıllarlan kurt lafı zapa altına alınmış. Onuştan bu lafın erinä başlamışlär kullanmaa canavar, boz bey gibi lafları.”[6] [Gagauz Türkleri kurttan hem korkarlarmış hem saygı duyarlarmış. Bu nedenle kurt adını yüzlerce yıl seslenmeye çekinmişler. Kendi adını işitirse kurt çıkıp gelir diye korkmuşlar. Canavardan söz ederken fısırtıyla konuşmuşlar. Yıllar boyu kurt lafı sümenaltı edilmiş. O yüzden de kurt adı yerine canavar, boz bey gibi örtmece adlar kullanmışlar.] Balıkesir’in köylerinde biz hâlâ kurda canavar diyoruz. Benim annem kurt lafını pek kullanmaz, canavar demeyi tercih ediyor.
Dilbilimci Walter Porzig her sözcüğün sihirli bir gücünün bulunduğunu ve gizli güçleri çağırabildiğini, eski insanların (ve modern insanın) bu sihirli güce inandıklarını söylüyor. Porzig ne diyor bir bakalım: “Felaket anlamı taşıyan kelimeleri söylemekten kaçınmaz mıyız? Ölüm yerine kaybetmekten, vefattan, irtihalden söz etmez miyiz? Öte yandan doğum olayını ve yeni doğan çocuğu örtmecelerle (örtücü, koruyucu adlarla) çevrelemez miyiz? Kültürümüz ne kadar yüksek, kafamız ne kadar aydınlanmış olursa olsun bunlar bizim, kelimenin böyle örtmeceler yardımıyla önlemeye çalıştığımız çağırıcı gücünden korkumuzu ortadan kaldıramaz.”[7]
Gerçekten de ölüm yerine benim yaşadığım muhitte toprağa gizledik sözü kullanılıyor. Mesela “Ahmet öldü” demiyoruz, “Ahmet’i gizledik” diyoruz. Tabut sözcüğü ürkütücü geldiği için imamın kayığı diyerek hafifletiyoruz. Yeni doğmuş çocuğa yavru, yavrucak, bebek, ufaklık, bıcırık gibi adlar vererek onu kötü ruhlardan korumak istiyoruz. Bütün bu örtmece adları kendi dilimizden seçtiğimiz gibi yabancı dillerden de seçebiliyoruz. Buraya kadar yazdıklarımıza bakıp da yabancı sözcüklerin dilimizi istila ederek yozlaştırmasına taraftar olduğumuz sanılmasın. Biz istesek de istemesek de serbest kültür alışverişleriyle birlikte serbest dil alışverişleri de pratik hayatın bir gerçeğidir. Tekrar söylersek yeryüzündeki hiçbir dil saf kalamaz. Fakat pek çok dil ayakta kalır. Türkçe binlerce yıldır ayaktadır. Alıntı sözcükler Türkçemizin sağlam yapısını bozamazlar. Türkçemize güvenelim!
Dipnotlar
[1] Ömür Kızıl, Türkistan’dan Anadolu’ya Setleri Parçalamak, sayfa 156, Murat Kitabevi, Ankara 2013.
[2] Mümtaz Turhan, Kültür Değişmeleri, sayfa 7, 1000 TEMEL ESER, sayfa 7.
[3] Asif Hacılı, Rus Edebiyatında Kur’an-ı Kerim, sayfa 90-91, Doğu Kütüphanesi Yayınları, İstanbul 2012.
[4] Oğuzlar (Beşinci Uluslararası Türkiyat Araştırmaları Sempozyumu Bildirileri) kitabı içinde Fikret Turan’ın “Erken Dönem Oğuz Sözlüklerinde Yaygın Olan Ama Sonradan Kaybolan Kelimeler Üzerine” başlıklı bildirisi, sayfa 263-268, Hacettepe Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Yayınları, Ankara 2015 (Editörler: Tufan Gündüz-Mikail Cengiz).
[5] Şinasi Tekin, İştikakçının Köşesi, sayfa 27-33, Dergâh Yayınları, İstanbul 2014.
[6] Selcen Özyurt Ulutaş, Gagauzlar, sayfa 111, Selenge Yayınları, İstanbul 2021.
[7] Walter Porzig, Dil Denen Mucize 1. Cilt, sayfa 237, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, Ankara 1985.