*Türkçe Konuşmak- Türkler NASIL konuşuyorsa, ÖYLE konuşmak, Türk gibi konuşmak demektir. Türk kelimesine eklenen çe zarfı, tavır anlatır, konuşma fiilini niteler, Türk Dili’nin NASIL konuşulması gerektiğini gösterir. (Şimdilerde, dilimizdeki 8 çeşit kelimeden biri olan ‘fiil’ için, ‘eylem’ diyorlar.)
Başka dillerde, “o dili kullanarak söylemek” gibi bir ifâde kullanılsa gerektir.
To speak English/İngilizce konuşmak, Fransızca konuşmak/Parler Français, Arapça konuşmak: Muhâdese bil-arabiyye, gibi.
Bu dillerde “konuşma” eylemi için, sâdece o dil adı, fiille birlikte söyleniyor. O dili ‘söylemek’ gibi bir anlamda kullanılıyor: yâni, o dildeki kelimeleri ‘söylüyorsunuz’, böylece konuşmuş oluyorsunuz. Kelimeleri monoton bir şekilde sıralarsanız, söylerseniz, konuşmuş olmazsınız. Sözlerinizin “konuşma” olması için, ker kelimenin belli bir vurgu ile, cümlenin, belli bir âhenkle söylenmesi gerekir. Sözü getireceğim nokta: kimi tv sunucuları, bir durumu bildirirken, Türk dilini kullanıyorlar, TürkÇE konuşmuyorlar; kelimelerin telâffuzunda hata yok, ama VURGU yok, hele cümle musikisi (intonation) Hak getire! Cümledeki hemen her kelimesinin ilk hecesini vurgu, enerji yükü ile söylüyorlar. Anlaşılan, dil öğrenmek, bilgisini geliştirmek için gittikleri İngiltere’de, İngilizce bilgilerini ilerletirken Türkçeyi KAYBETMİŞLER. Hiç abartmıyorum: Tv kanallarında, YÜZLERİNİ GÖSTERMEDEN haber aktaranları dinleyin de GÖRÜN. Yüzlerini göstermemeleri, lehlerinde bir olay; utanma hissi güzeldir, insana özgüdür. Kendileri de durumun farkında olmalılar ki, yüzlerini göstermiyorlar.
Türkçe konuşmaktaki o inceliğin başka dillerde görülmemesi, Türk milletinin dilinin, çok eski, kaidelerinin çok muntazam olarak yerleşmiş olması ile yakından ilgilidir, bu bir kültür, birikim meselesidir. Türkçemizin korunması ve geliştirilmesi (aslında, gelişmişti; Ahmet Mithat Efendi’nin, Abdülhak Şinâsi Hisar’ın, Yahyâ Kemâl Beyatlı’nın, Ahmed Hamdi Tanpınar’ın, Nihad Sâmi Banarlı’nın kullandığı dil, mükemmeldir, zaman ilerledikçe, sâdece teknik terimler ve yeni kavramlar -Türkçeleştirilerek- ilâve edilse yeter) için titizlik gösterilmelidir.
*Neden- Zarf denilince, “neden” kelimesinin pek çoklarınca YANLIŞ olarak kullanmakta olduğu hatıra geliyor. Türkçemizde kelime çeşidi 8 olarak kabul edilmiş: isim, sıfat, zamîr, fiil, zarf, edat, bağ, ünlem.
Önce, iyice belleyelim: SIFAT, İSMİ belirler, İSİM cinsinden kelimeyi niteler. ZARF ise, FİİLin nasıl, hangi zeminde ve zamanda (uydurmacasıyla: ortamda) yapıldığını anlatır. Görelim:
Yüksek ağaç, mâvi boncuk, sağlam kapı, bozuk saat. Sıfatlar, isimleri niteliyor, ismin NASIL olduğunu bildiriyor. İsimle ilgili soru sormak için NASIL kullanılır: Kapı nasıl? Saat nasıl?
Araba yavaş gidiyor. Öğrenci hızlı yazıyor. Ateş harlı yanıyor. Irmak harlı akıyor. Zarflar, fiillerin NASIL yapıldığını belirtiyor.
NEDEN: Zarftır, Fiil ile kullanılır, fiilin NİÇİN işlendiğini anlatır, fiilin işlenmesinin sebebini SORMAK için kullanılır, SORU ZARFIDIR: Neden geç kaldın? NEDEN borcunu ödemedin? Neden vaktinde uyumadın?
İsim olan SEBEP kelimesini kullanmamak için komik ifadeler kullananlar oluyor: Bu işin NEDENİ NE? (sebebi ne? yerine); Sıcaklığın nedeni ne? (sebebi ne? yerine); yaygın cahilliğin nedeni ne? (sebebi ne? yerine).
NEDEN kullanılacaksa:
Bu iş neden böyle YAPILDI?
Hava neden ISINIYOR?
Câhillik neden YAYILIYOR? diyerek FİİL kullanmak gerekmez mi? Biraz dikkat, lütfen.
*hayat-ömür, yaşam- Dilimizi sadeleştireceğiz, diye, “hayat”, “ömür” kelimeleri yerine, YANLIŞ türetilmiş yaşam kelimesi, maalesef çokça kullanılıyor. Halbuki, “hayat”, insanın yaşadığı belli bir safhayı gösterir: öğrencilik hayatı, askerlik hayatı, gibi. “Ömür” ise, insanın yaşadığı bütün zamanı gösterir: Ömründe hacca gitmemiş Müslüman zenginler var, gibi.
Yaşa-mak fiilinin masdar eki atılıyor; “yaşa” kalıyor, buna, aslında “bir defa oluş” anlatan {doğ-(u)m, öl(ü)m, gibi} M ekleniyor: “bir defa yaşamak” gibi bir durum anlatırdı. Bunu ortaya atan işgüzar, hevesli, biraz Türkçenin diğer lehçeleriyle, zahmet edip ilgilenseydi, Doğu ve Kuzey Türklerinin masdar eki olarak kullandıkları V sesini alarak “yaşav” derlerdi, hevesin cehâletle birlikte olması, acı, acıklı bir durum.
Bir de “yaşantı” diyenler var. Bu kelime, olsa olsa, “anlık, kısa süreli bir yaşama tecrübesi” olarak, “experience” karşılığı olabilir.
*Ambition, ambitious- bu kelimeler, bilindiği gibi, İngiliz dilinde, “hırs, ihtiras”, “muhteris” demek.
Tercüme ederken dikkatli olmak gereği kendini gösteriyor: İngiliz dilindeki bu kelimeler, bir insan için, öğünülecek, aranılan vasıfları gösterir; Türkçede ise: hakkettiğinden fazlasına göz diken, tamahkâr, gibi olumsuzluklar anlatır. Kelimeler, milletlerin dünyâ görüşünü, kimliklerini de gösterir: Muhteris kişi, bizde, makbûl değildir, huzursuzluk kaynağıdır, halbuki İngilizin gözünde ambitious; gözü yükseklerde, girişken, kolay tatmin olmaz (yâni açgözlü) ve makbûl bir kişidir.
*Zamir- adıl- Fiili, eylem yapan zihniyet, zamir kelimesini de adıl yapmış. Zamir, ismin yerini tutan kelime olduğu için, ad sözüne Batıdan aşşşşşşşağılık duygusu ile alınan L yi ıl olarak eklemekle yalan-yanlış üretilmiş bir kelime. Uydurulmuşluk bir yana; -insanın benliğini, özünü anlatan “vicdan” manâsına gelen güzelim zamîr kelimesini, gelecek insanlarımızın öğrenmesini engelleyecek bir münasebetsizlik.
*Kim- Öz, benlik, denilince, hatıra geliyor: Kazak lehçemizdeki, şu güzelliğe, inceliğe, insana saygıyı gösteren şu muhteşem kullanışa bakar mısınız: İsim, insanın kim idiğini, kim olduğunu gösteren bir kelime olduğu için, Kazak kardeşlerimiz, kişinin adını sormak için, eşyâ için kullanılan NE demez, KİM der; Atınız kım? diye sorar. (Adınız kim?) (aslı “at” olan kelimedeki t harfi, lehçemizde, iki ünlü arasında gelince yumuşayıp d oluyor.) (“isim” gibi, bir varlığı gösteren söz ile Türk’le özdeşleşmiş, en asîl hayvan için kullanılan sözün aynı oluşu, ayrı bir güzellik değil midir?)
*Tüm- Kayseri yöresinde, “bölünmemiş”, “yekpâre” ekmeğe, “tüm ekmek” denilirmiş. Öyle değilse, Kayserililer bunun yanlış olduğunu belirtirlerse, sevinir, düzeltirim.
Dilimize yerleşmiş olan, yüzlerce yıldan beri kullandığımız “tamam” kelimesi yerine, birkaç yıldan beri, “bölünmemişlik, tek parça oluş” ifâde eden bu “tüm” kelimesi kullanılmaktadır. Halbuki, “tamam” kelimesi, parçaların birleşmesiyle, birbirine eklenmesiyle meydana gelen durumu anlatır: 50 ye 20 eklerseniz, sayı 70 e tamamlanır.
-Yolcuların hepsi geldi mi?
– tamam, geldiler.
– elektrik faturasındaki miktarın hepsini ödedin mi?
-tamam, ödedim; tamamen ödedim.
Bu cevaplardaki “tamam” yerine, “tüm” koyarsanız, tuhaf olmaz mı?
“Tüm” kelimesi, bir çoklarınca “hepsi, bütün” karşılığı olarak da kullanılmaktadır. “vatandaşların hepsi/bütün vatandaşlar” yerine: “tüm vatandaşlar” demek, asker vatandaşlarımız, terörist takibinde iken mayına basıp da ayağı filan kopmamış, veya trafik kazasına uğrayıp da kolunu, bacağını kaybetmemiş, bedeninin “hepsi”, “bütün bedeni” yerinde olan vatandaşlarımız demek değil midir?
Türkçeyi yanlış kullanmağa, bozmağa hiç kimsenin hakkı yoktur.
Konuşurken birazcık düşünmek, o kadar zor mudur?
*yürek-gönül-Kimileri, kalple ilgili bu iki güzel kelimeyi de, birbiri yerine kullanmaktadırlar. Madde olarak kalp, sakatatçıda satılırken, “yürek”tir. Kullanışta ise, “yürekli”, “cesûr” anlamındadır. Yürekli adam; cesûr adam demektir.
“Gönül” ise, tamamen mânevîdir: gönül kırmak, iyi değildir. Gönüllü olmak, mecbur olmadığı hâlde bir işe istekle koşmaktır.
Son günlerde, birileri, “gönül” yerine, “yürek” kelimesini kullanıyorlar:
“içtenlikle, gönülden” demek yerine:
-yürekten söylüyor, demeleri gibi.
*dans- Zafer Bayramı dolayısıyla yapılan şenlikler arasında, halk oyunları ekiplerinin gösterileri de vardı. Bir tv kanalının muhâbiri, mahallî oyunları oynayanların yaptıkları işten halk dansları diye söz etti! Şimdi, düşünün, tasavvur edin: bu oyunlar, daha çok köylerimizde, düğünlerde oynanır. Oyuna katılmak isteyen bir delikanlı, arkadaşını, birlikte oynamağa çağırırken, ona:
-Gel, dansa katılalım (!) mı diyecek?
-Beraber dans edelim (!) mi diyecek, yoksa:
-“Oynayalım” mı diyecek?
Ama, kabahatin hepsi o muhabir kızcağızda değil; bu ülke, bu münasebetsiz, yakışıksız ifadeyi, “halk oyunu” yerine “halk dansları” denilmesini, bakanlık yapmış bir vatandaşımızdan işitmişti: kültür işleri Millî Eğitim Bakanlığı’na bağlı iken ondan ayrılıp “Kültür Bakanlığı” kurularak bu bakanlığa verilmişti. Kültür Bakanı, bu gülünç ifadeyi kullanmıştı. Bu tuhaf tutum, bir zihniyet ürünüdür; mârifet yapıldığı, “ilericiliğe hizmet edildiği” sanılmaktadır.
*yalan/yalgan- Anadoluda “yalan” dediğimiz iğrenç, tiksinç, gerçeği gizleyen, çarpıtan sözeyalan diyoruz, Kazan Türkleri ise, yalgan diyorlar. Kuzey lehçesinde yalmak, “utanmak” demektir. Utanma duygusu, çok değerlidir: insanla hayvan arasındaki en bâriz farklardan biridir, hiç yüzü kızaran hayvan gördünüz mü? “yalgan”, “utanılcak, utanç verici” anlamına gelmektedir. Bir Peygamber (S.A.V) Sözü: “utanmadıktan sonra istediğini yap”. Diğer bir Hadîs-i Şerîfte, şöyle buyurulmaktadır: “Müslüman, (yapmaması gerektiği hâlde) içki içebilir, birtakım günahları irtikâp edebilir; AMA, YALAN SÖYLEMEZ.
Ne kadar tekrar edilse azdır:
“yalan”, “yalmak/utanmak’tan türemiş bir sözdür, UTANDIRICI, UTANÇ VERİCİ demektir, yalmak: utanmak demektir, kuzeydeki söylenişi: yalgan’dır. Töre sâhibi, Törük, Müslüman, yalgan söylememelidir!
*emice/emmi/amca- Babanın erkek kardeşine, “amca” diyoruz. Kimi yörelerde, “emmi” derler, “emmioğlu” hakkında ne güzel bir türkümüz vardır. En hoş olanı da “emice” şeklinde kullanılanı olsa gerek. Bu kullanış, Osman Gazi’nin ağzında daha bir güzel oluyor. Amcası Tundar’a diyor ki:
-Emice! buyur, odununu kırayım, hizmetini göreyim, ama Devlet işlerine karışma!
*yarın/yağrın- “Yağrın”, hâfızam beni yanıltmıyorsa (rahmetli Abdülkadir İnan’ın bir yazısında okumuş olabilirim), koyunun kürek kemiğidir. Türkler, yağrın’ı, ateşte kızdırırlar, teşekkül eden damarlardan geleceği okurlarmış. Günümüzde, “yarın” olarak yazılan bu kelimeyi, halk, DOĞRU olarak, yaarın diye, a sesini uzatarak söyler. Nitekim, daha önce kullandığımız alfabe ile yazılırken, bu kelimedeki, y sesinin uzun okunacağını gösteren elif harfi vardır.
İki gün önce, bir televizyon kanalında, sunucu, kelimelerin doğru söylenişini anlatırken, “yarın” kelimesindeki a sesinin kısa okunması gerektiğini söyledi: yanlışı düzelteyim derken, iyi niyetle, bilmeyerek, halkın yüz yıllardan beri doğru olarak, “yaarın” diye söylediği kelimeyi yanlış söylemeğe sevk etti. Kabahat onda değil, imlâ konusunda titizlik göstermemiş olan Türk Dil Kurumu sorumlularında: kelimenin yazılışını “yağrın” olarak belletse idiler, böyle tereddütler, yanlışlar olmazdı. Ben bir vatandaş olarak rahmetli üstad Abdülkadir İnan’ın Türkoloji ile ilgili yazılarını okuyorum da, o yetkililer, bundan müstağni mi oluyorlar?
Bir zamanlar, bir türkücü, “yarinler bizim” diye türkü söylüyordu! (türkü “çığırıyordu” demek gerekir, ama, o türkücünün bu marifeti ile ilgili olarak halkın ağzındaki o güzelim “çığırmak” fiilini kullanmak, israftır ve israf, haramdır.)
*** *** ***
31 Alparslan 2024