Metin SAVAŞ
Her dilin bir hafızası vardır. Bu hafızayı bilerek veya farkında olmaksızın bozmaya yeltendiğimizde muayyen bir dille konuşan toplumun hafızasını da bulandırmış oluyoruz. Biz bu yazıda entelektüel bahislere girmeksizin, somut örnekler vererek toplumsal hafızanın ancak dil ile korunabileceğini göstermeye çalışacağız. Akademik makalelerde çok kullanılan ödünç kelimeler ifadesini doğru bulmadığımı belirterek başlamak istiyorum. Yabancı dillerden alınan birtakım kelimeler Türkçenin söz varlığına derinlemesine girmiş ise artık bunlara ödünç kelimeler diyemeyiz. Biyolojik ırkçılığın olumsuzlandığı, ama dil ırkçılığına varacak derecede yabancı kelimelerin dışlandığı bir keyfiyet söz konusu olduğunda apaçık çelişkiyi görmezden gelemeyiz. Hayat sözcüğünün kökeni Arapçadır fakat bu sözcük ödünç kelime değildir. Takriben bin yıldan beridir kullanmakta olduğumuz hayat sözcüğüne Türkçe değildir diyemeyiz. Entelektüel bahislere girmeksizin, gündelik yaşantımızın içinden somut bir örnek veriyorum: Hiçbirimiz sevgilimize veya eşimize yaşamım demiyoruz da hayatım diyoruz. Buna benzer bir şekilde hayat arkadaşı yerine yaşam arkadaşı demediğimiz gibi, hayat kadını yerine yaşam kadını dediğimizde anlam algısında bir tuhaflık peydahlanacaktır.
Halk türkülerimize ve şehir şarkılarımıza kadar sızmış olan pek çok kelimeyi yabancı kökenlidir diye dışladığımızda Türkçenin musikisi de kaybolacaktır.
Ne emelim ne arzum
Kalmadı hiç umudum
Erisem yudum yudum
Yine seni seveceğim
Yukarıdaki güftede yer alan emel ve arzu sözcüklerini Öz-Türkçe değildir gerekçesiyle çıkardığımızda hem şarkının insicamı yitip gidecektir hem de bütün büyüsü bozulacaktır. Oysaki bu güftenin yukarıdaki dörtlüğü saf ve temiz bir Türkçeden başka bir şey değildir. Altın hızma mülâyim sözleriyle başlayan meşhur türkümüzü bertaraf ettiğimizde halkiyatımızdan geriye ne kalacaktır?
Baharı bekleyen kumrular gibi
Sen de beni bekle sakın unutma
Ellerim havada gözlerim yolda
Bir Tanrı’yı bir de beni sakın unutma
Bu güftenin yukarıdaki dörtlüğü Farsça kökenli bahar ve kumru sözcükleriyle birlikte yüzde yüz Türkçedir. İşbu dörtlükteki hiçbir kelime bertaraf edilemez ve değiştirilmesi bile teklif edilemez. Lüfer, hamsi, çinakop, palamut ve uskumru gibisinden balık isimlerini Öz-Türkçeleştirmenin anlamsızlığı veya imkânsızlığı bir yana, Öz-Türkçe alabalığı anadilimizin ses bayrağı ilân etmek de abestir. Hamsi balığı Karadeniz yöremizin kültür kodlarından biridir ve bu balığın adının etnik kökeni hiçbirimizin umurunda olmamaktadır. Gündelik hayatın içerisindeki vatandaşlar böylesine acayip sorunlarla uğraşmazlar. Orta Asya’da bilinmeyen baklava tatlısı Küçük Asya’nın vazgeçilemez damak tatlarından biridir ki baklava kelimesinin etimolojisine kafa yoran herhangi bir baklavacı kolay kolay bulunamaz. Çünkü bunlar hep gündelik hayatımızın renklerini oluşturan Türkçe kelimelerdir. Bütün bunlar yaşayan kelimelerdir.
Düşen bir yaprak görürsen beni hatırla demiştim
Biliyorsun sevgilim çünkü ben seni sonbaharda sevmiştim.
Bu şarkıdaki hatırlamak ve çünkü ve elbette bahar sözcüklerinin yerine ne koyacağız? Koymayı başarsak bile elde edeceğimiz musikinin hislerimize yansıması hangi merkezde seyredecektir? Kalp ağrısı yerine yürek acısı diyebiliriz belki ama kalpsiz yerine yüreksiz dediğimizde aynı anlamı elde edemiyoruz. Öz-Türkçe olup olmadıklarına aldırmaksızın tabansız, ödlek, ürkek, ciğersiz, ökçesiz veya çalı zeybeği gibisinden kelimeleri korkak anlamında kullanıyorsak bütün bu eşanlamlı yahut benzer anlamlı veyahut da yakın anlamlı sözcüklerin birer kültürel algı kodları olduklarını birbirimize biteviye hatırlatmaya bile gerek yoktur. Kelimeler ve kalıplaşmış ifadeler gündelik hayatımızın içinde –akademik müdahaleye ihtiyaç olmaksızın– kendiliğinden varlıklarını sürdürürler. Unutulup yok olmaları da yine kendiliğinden vuku bulur.
Sanatsal yaratılarda dil işlenir; fakat o dili konuşan vatandaşlar işlerini güçlerini erteleyerek estetik bir dilin arayışına girmezler. Günümüz gençliğinin diline pelesenk olmuş olan sıkıntı kelimesinden biz estetikçiler veya duyarlı kesimler olarak bizler şikâyetçiyiz. Evet, ama şu yalın gerçeği göz ardı etmemeliyiz ki sıkıntı sözcüğü özbeöz Türkçedir. Günümüz gençliği bu kelimeyi şişirerek yerli yersiz şekilde pek çok defa kullanıyorsa bu keyfiyet o gençliğin bileceği iştir. Yasak koyamazsınız, dayatmada bulunamazsınız ve gençliği dizginleyemezsiniz. Söz konusu sıkıntı sözcüğünün yerli yersiz kullanımı zaman içerisinde durulacaktır ve anlam genişlemesine uğrayarak makul bir zemine tekrardan oturacaktır. Söz konusu kelimenin şimdiki keşmekeşi yüzyıllarca sürecek değildir çünkü.
Türk Dil Kurumu’nun vaktiyle ürettiği ve yapay kelimeler oldukları gerekçesiyle tepki çektiği nice sözcük vardır ki bugün artık oturaklaşmışlardır. Buna bir misal olarak örnek sözcüğünü verebiliriz. Hangi dilden uyarlanıp da kendi dilimize ithal edildiğine aldırmaksızın bugünkü kadınlarımız bu kelimeye kendiliklerinden farklı bir anlam yüklemişlerdir ve “örnek çıkarmak” ifadesinin yanı sıra “mahallenin kızları bir örnek giyinmişler” şeklinde pratik bir kullanıma da sürüklemişlerdir. Güzel Türkçemiz söylemiyle ayaklanarak kadınlarımızı bu pratik tercihlerinden ötürü kınamamız anlamsız olacaktır.
Şimdi uzaklardasın gönül hicranla doldu
Hiç ayrılamam derken kavuşmak hayal oldu
Bu güftedeki hicran ve hayal sözcüklerini Öz-Türkçe karşılıklarıyla değiştirmeyi hiç denediniz mi? Şimdi burada deneyelim ve sonucu görelim:
Şimdi uzaklardasın gönül ayrılıkla doldu
Hiç ayrılamam derken kavuşmak düşlem oldu
Böylesi bir tadilata yeltendiğimizde güftenin bütün estetiği kayboluyor. En başta ayrılmak ve ayrılık kelimelerinden dolayı ses tekrarına düşmekten kurtulamıyoruz. Kaldı ki hicran kelimesi hem ayrılık anlamındadır hem de ayrılık nedeniyle duyulan acı duygusunu temsil etmektedir. Ve tabiatıyla düşlem sözcüğü bize bu şarkıdaki hayal kelimesinin duygusal derinliğini verememektedir. Bir dildeki yabancı kökenli kelimelerin neredeyse hepsinin tasfiye edilmesi neticesinde idrakin daha verimli olacağı iddiası vardır. Bu iddiaya göre, düşlem sözcüğünün düş- kökünden gelmesi itibarıyla, Türkçeyi anadil olarak bellemiş olan kimselerin hayal kelimesine kıyasla düşlem sözcüğünden daha fazla idrak edinecekleri varsayılmaktadır. Bu iddia doğru olsa bile hayal kelimesini belleklerden silip attığımızda yalnızca kalıplaşmış ifadeleri değil, türküleri ve şarkıları da çürütmüş olacağız. Ve böylelikle toplumsal hafızayı merhametsizce deşmekten kurtulamayacağız. Toplumun hafızasıyla oynamak demekse kültür kodlarını baltalamak demektir.
Fransız milleti 2000 yıl öncesinin Fransızcasıyla mı konuşmaktadır? Daha da ötesinde, 2000 yıl önce Fransızca var mıydı? Toplumlar durağan olmadığına ve olamayacağına göre tarihsel süreçte kendiliğinden oluşan, değişen veya dönüşüme uğrayan bir dili laboratuar ortamında şekillendiremeyiz ve hizaya getiremeyiz. Atalarımızın konuştuğu Göktürkçe çok değişmiştir. Bugünkü Türkçemiz –ilk bakışta bile fark edildiği üzere– Göktürk yazıtlarının diline hem çok yakındır hem de epeyce farklılık arz etmektedir.
Günümüzde hâlâ kullanmakta olduğumuz birtakım kalıplaşmış ifadeler Göktürk yazıtlarında da mevcuttur. Ne var ki atalarımız olan Göktürklerin şöyle bir türküsü yoktur:
Değmen benim gamlı yaslı gönlüme
Ben bir servi boylu yardan ayrıldım
Evvel bağban idim dostun bağında
Talan vurdu ayva nardan ayrıldım
Yine bu minval üzere, atalarımız Selçukluların ve Osmanlıların da şöyle bir hislenmesi, şöyle bir dertlenmesi mevcut değildir:
İçime dert oldu mahzun bakışın
Seni düşünmeden duramıyorum
Beni öylesine aldın ki benden
Kendimi arayıp bulamıyorum
Bu fevkalade duygulu şarkı tertemiz bir Türkçenin ürünüdür. İlk dizedeki dert ve mahzun sözcüklerini saymazsak, her kelimesiyle ve mısrasıyla dört dörtlük Öz-Türkçedir. Buna rağmen, yukarıdaki dörtlüğün hissiyattan kaynaklanan insicamı uyarınca dert ve mahzun kelimelerine yabancı veya ödünç kelimelerdir diyebilecek miyiz? Bunu dik bir duruşla dediğimizde ise güftecinin hissiyatını rencide etmiş olmayacak mıyız? Sanatkâr kişi her şeyi bir kenara bırakıp da etimolojiye mi soyunmalıdır? Herhangi bir entelektüel dayatma veya Öz-Türkçe sevgisinden kaynaklanan herhangi bir akademik kısıtlama neticesinde sanatımızın verimsizleşeceği ve ruhsuzlaşacağı aşikâr değil midir? “Benden selâm olsun Bolu beyine!“ diye haykırdığımızda selâm sözcüğüne ve Bolu yer adına Köroğlu akademik bir yaklaşım sergilemiş midir diyerekten kaygılanmıyoruz bile. İçimizden geldiği ve gönlümüzden koptuğu şekliyle hislerimizi ifade ediyorsak ve bu ifadelerle meramımızı anlatabiliyorsak zaten mesele yok demektir.
İdrakin daha verimli olacağı iddiasıyla muhayyile kelimesinin yerine imgelem sözcüğünü dayatabiliriz. Oysaki dilimizde pek fazla yaygın olarak kullanılan hayal kelimesinin seslerinden ötürü muhayyile sözcüğü bizim idrakimize imgelem sözcüğünden çok daha fazla katkı sağlamaktadır. Nitekim hayalde canlandırma anlamındaki tahayyül kelimesinin yeri de herhangi bir sözcük tarafından doldurulamaz. İşte bütün bu örneklere bakarak, gündelik hayatın içindeki dildaşlarımızın sözcük seçimlerine müdahalede bulunmamızın hem mümkün olmadığını ve hem de bunun anlamsız ve zararlı olduğunu, entelektüel tavırlara yeltenmeksizin apaçık görmemiz gerekmektedir.