Türkistan-Türkiye İrtibatını Din, Siyaset Ve Hilafet Kavramları Üzerinden Okumak

Mevlüt UYANIK

Giriş:

Çorum İlahiyat Fakültesinde 1995 yılından bu yani İslâm Felsefesi eğitim ve öğretimini kronolojik olarak verirken,  problematik olarak da Felsefeyi Anadolu’da Yeniden Yurtlandırmak bağlamında okumalar yapıyoruz. 

Bu bağlamda İslâm dünyasının içinde yaşadığı ekonomik-politik sorunlara felsefi açıdan çözüm üretmeye çalışan ama farklı düşünce modellerine sahip alimlerin temel eserlerini çaprazlama okutuyoruz. Bu bağlamda Çağdaş İslâm düşünürlerinden Aliya İzzetbegoviç’in Doğu ve Batı Arasında İslâm (çev., S.Şaban, Klasik yay, İstanbul 2015)  Fazlur Rahman’ın İslâm(çev. M. Aydın, M. Dağ, Selçuk yay, İstanbul 1981) ve İslâm ve Çağdaşlık, (çev. M. H. Kırbaşoğlu, A. Açıkgenç, Ankara Okulu yay, 1990), Seyyid Hüseyin Nasr’ın Modern Dünya’da Geleneksel İslâm(çev., Ş. Ş.Barçın, H. Arslan, İnsan yay. İstanbul 1990) ve Genç Müslümana Modern Dünya Rehberi  (çev.Ş.Yalçın, İz yay, İstanbul 1995),  Roger Garaudy’in İslâm’ın Vadettikleri(çe., S. Akdemir, Pınar yay, İstanbul 1984) ve Geleceğimizde İslâm Var(çev., C. Aydın , Türk Edebiyatı Vakfı yay, İstanbul 2017), İsmail Raci Faruki’nin Çağdaş İslâm Düşüncesi ve Bilginin İslâmileştirilmesi(M. Uyanık, Ankara Okulu yay, 2016), M. Aziz Lahbabi’in Milli Kültürler ve Medeniyet (çev., B. Yediyıldız, Tur yay, İstanbul 1980), Abdulkerim Süruç’un Maksimum ve Minumum Din, (çev. Y.Demirkıran Fecr yay, Ankara 2002) adlı eserlerini tahlilini istiyoruz. 

 Böylece İslâm dünyasında yaşanan sorunlara bilgi felsefesi bağlamında zihniyet analizleri yapan ve farklı düşünen bilim insanlarıyla tanıştırıyoruz. Ardından Türkiye’den Nurettin Topçu’nun İsyan Ahlakı(Dergah yay, İstanbul 2016) ve Yarınki Türkiye (Dergah yay, İstanbul 2018)  İradenin Davası, (Dergah yay, İstanbul 1998) İslâm ve İnsan,(Dergah yay, İstanbul 2016) ile Erol Güngör’in İslâm’ın Bugünkü Meseleleri(Ötüken yay, İstanbul 1997) İslâm Tasavvufunun Meseleleri (ötüken yay, İstanbul 1996) ve Türk Kültürü ve Milliyetçilik(Ötüken yay, İstanbul 1999) adlı eserlerini öncelikli olarak okutuyoruz. Bunlardan hareketle belirlenen bir sorunu merkeze alarak bir tez konusu belirleyip, derinlemesine okumalar yapıyoruz. 

Seçilen konular genelde Felsefeyi Anadolu’da Yeniden Yurtlandırmak bağlamında Türkistan-Türkiye irtibatının felsefi temellerini araştırmaya yönelik konular oluyor. Bu çalışmaların yakın hedefiöğrenciyi lisans düzeyinde bir ayağı Anadolu’da diğer ayağı dünyada olacak şekilde tikel/yerli/milli değerlerimizi tümel/evrensel hale getirtmeye çalışmaktır. Uzak hedefimizise  “Türk Felsefesi”ni güncellemektir. Çünkü  Nermi Uygur’un dediği üzere: “Türk Felsefesinin gerçekten iyiliğini dileyen her Türk, gücü oranında; felsefe öğretenler ile felsefe öğrenenlerin, usta ile çırağın felsefenin gelişmesine en elverişli biçimde birlikte yetişebileceği bir ortamın ne yapıp kurulmasına ön ayak olmalıdır.(Nermi Uygur, Türk Felsefesinin Boyutları. YKY. 2.baskı. İstanbul. 2012, s.103)

Biz  “Felsefeyi Anadolu’da Yeniden Yurtlandırma”nın yani Türkistan/Atayurt’tan getirdiğimiz siyâsî, dini ve dinî birikim ile Türkiye/Anayurt’ta bulduğumuz kadim medeniyetlerin kültürel birikimini günümüz felsefe verileri ışığında yeniden okunmasıyla olacağını düşünüyoruz. 

Hareket noktamız, düşünce tarihinde “İkinci öğretici” diye anılan Tarkan sıfatlı Ebu Nasr el-Farabî’nin İlimlerin Sayımıadlı eseridir. Asabiyetimizin yani birey, aile ve toplumsal varoluşumuzu, medeni/siyâsî aidiyetimizi İbn Haldun’un sebep/ırkve nesep/dintasavvurlarını merkeze alarak temellendiriyoruz. Böylece Arap-Fars iktidar çatışmasına meşruiyet arayan felsefi, kelami müzakereler dışında gelişen “Türk Aklı ve Felsefesinin Teşekkül” sürecini takip ederek, jeo-felsefe yapmayı deniyoruz. Çünkü eğer günümüzün sorunlarına dair çözüm önerilerini çoğaltmak ve alternatif önerilerle zenginleştirmek istiyorsak, Atayurt’tan getirdiğimiz düşünce birikimiyle, “mukaddes yurt” olarak gördüğümüz Anadolu’da bulduğumuz kültürel yapıya dikkat ederek, düşünce-yurtluk ilişkisini yeniden kurmalıyız. Bunun fıkhi boyutunu Ebu Hanife’ye; kelam ve akaid boyutunu İmam Maturidi’ye; halka taşınması kısmını Ahmet Yesevî’ye yönlendiriyoruz. Teknik/pozitif bilimler kısmının araştırılmasının tarihsel temelinin de Birunî ve yöntemini ile olabileceğini vurguluyoruz.

Düşünce tarihimizin bu seçkin zekalarıyla yolda/ş ettiğimizi,  yöntemlerini hareket noktası olarak gördüğümüzü ama varış noktası olarak değerlendirmediğimizi özellikle belirtmek gerekir. Çünkü kendi dönemlerinde oldukça önemli dinî, siyâsî, itikadi öğretiler geliştiren ve dönemlerinde insanların yüreğine hitap eden alimlerin fikirlerini mutlaklaştırmak ve günümüz eko-politik Şiî-Sünnî çatışmasının bir başka şekli olan Şiî hilaline karşı Sünnî hilali şeklinde bir meşruiyet arayışında olmak tutarsızdır. Türkiye Cumhuriyeti, laik, sosyal ve demokrat bir hukuk devleti olarak dini değerlere dikkat eder, ama ekonomi-politik bir savaşta dinin ve/ya mezhebin verilerini meşruiyet aracı olarak kullanmamalıdır. Özellikle Irak, Suriye, Güney Azerbaycan da Şiî öğretiye uygun olarak yaşayan Türk(men)leri düşündüğümüz zaman alimlerimizi hareket noktası olarak görmek ile varış/nihai nokta olarak görmek arasındaki fark netleşecektir. 

Bu tür okumalarla, Erol Güngör’ün ifadesiyle, objektif tarih olaylarıyla sübjektif  tarih anlayışını mukayeseli ve eleştirel okumalar yaparak mümkün olduğunca birbirine yaklaştırarak sağlam bir tarih şuuru oluşturulabilir. Ulus devletin kurulması aşamasında yapılan hatalı okumalar böylece giderilebilir ve “Milli Tarih Şuuru” oluşturulabilir.  Bundan kasıt, “millete ait tarihin basit olaylar yığını olmadığın,  günümüzdeki kaderimizi çizen anlamlı bir zincirin halkaları halinde anlaşılmasıdır.  Çünkü tarih şuuru gerek günümüz, gerekse gelecek için önemli sonuçlar doğurması bakımından önemlidir.” 

  • Din, Devlet ve Hilafet Kavramları 

Felsefeyi Anadolu’da Yeniden Yurtlandırmak için Selçuklu-Osmanlı ve Türkiye Cumhuriyeti kültürel sürekliliğinin takip edilmesini önemsiyoruz. Bunun din ve siyaset irtibatı/ilişkisi çerçevesinde incelenmesini Tuğrul Bey, Sultan Alparslan, Osman Bey, Fatih Sultan Mehmed, Yavuz Sultan Selim ve Mustafa Kemal Atatürk’ü simge siyâsî şahıslar olarak alıyoruz. Çünkü Tuğrul Bey, Arap ve Fars Akıllarının ortaya koyduğu  Müslümanlık tasavvurlarının dışında gelişen Türk Aklı ve Müslümanlık tasavvurunun ortaya konulması açısından önemlidir. İktidar çatışmalarını dini tasavvurlarla meşruiyet sağlamak için “seyyid” kavramıyla Hz. Muhammed (sav) uzanmayı deneyen Fatimî/Şiî ve “imamlar Kureyşt’en olur” sözü ile iktidarına meşruiyet sağlayan Abbasî/Sünnî hilafet kavgalarının dışında gelişen Türk Devlet geleneğinde din ve devlet ilişkilerini özerk bir şekilde temellendiren Tuğrul Bey, önemli bir hareket noktasıdır. Sünnî paradigma içinde kalıp, dini değerlere önem vermekle birlikte meşruiyeti için “Büyük Türk Tarihi“nin verilerini merkeze alan bu perspektifin temellendirilmesi ve yaygınlaştırılması bize göre Tuğrul Bey ile olmuştur. 

               Türklerin Müslüman olmaları oldukça karmaşık ve uzun araştırmalara ihtiyaç duyan siyâsî, sosyal ve kültürel boyutlara sahiptir. Bununla birlikte yaşadıkları coğrafyada Sünnî İslâm’ın kurumsallaşmış siyaset geleneği, sistematik bir hukuk düzeni ve yazılı bir teolojiye sahip bulunması, kısaca çağın bir Müslüman devletinin ihtiyaçlarına cevap verebilecek bir yapılanmanın imkanını sunduğu bir gerçektir.                Buna rağmen doğrudan incelediğimiz soruna yönelirsek Büyük Selçuklu Devletinin ilk Sultanı (940-1063)  Ebu Talip Muhammed b. Mikail b. Selçuk nam-ı diğer Tuğrul Bey’in (993-1063) devlet olarak Abbasî Halifesi Kaim bi Emrillah’ın yanında yer alıp Büveyhioğulları devletine son verdi. Halife, Tuğrul Beyin başarısı üzerine onun istediği unvanları verdi ve kurduğu devleti (438/1046-47)  tasdik etti. Ramazan 1047/ Aralık 1055 yılında Bağdat’a gelmeden halifenin emri ile Tuğrul Bey’in adı hutbelerde zikredildi. Şiî İsmaili Buvehyi (Fatimî) söylemine karşı Sünnî temellere göre eğitim veren Nizamiye medrese/üniversitesini kurması, buralarda felsefe din ve temel bilimlerin bir arada okutturması son derece önemlidir. Günümüz İlahiyat Fakültelerinin temeli buraya kadar gider ve dünyada ilk devlet üniversitesi de denilebilir.                İkinci önemli simge siyasetçi Sultan Alparslan olup, Anadolu’nun fethiyle Türkleşmesi ve İslâmlaşması ve günümüz Türkiye Cumhuriyetinin misak-ı millî sınırlarının çizilmesi ve Anadolu’nun yurt edinilmesi açısından önemlidir. Milli tarihimiz açısından Malazgirt zaferiyle 11 asırda Anadolu’da Selçuklular bir dinî diriliş (Rönesans) başlattılar.  Ama bir yanda Moğol, diğer yanda Haçlı hücumları, içteki saltanat çatışmaları yüzünden çabuk söndü. Ama Türkler hanedan ve rejim değiştirmekle birlikte sürekli devlet kurmuşlar daima bağımsızlıklarına önem vermişlerdir.

Osman Bey,  Moğol saldırılarıyla dağılan Anadolu Selçuklu Devletinde, beyliğini bir devlet haline getirmesi açısından önemlidir. Farabî’nin ifadesiyle söyleyecek olursak, medeni ilimlerde küçük site/devlet kurması, Türk devlet geleneğinin devam ettirilmesi açısından bağlamında ayrıntılı incelenebilir.  

Fatih Sultan Mehmet’in Anadolu Türk Birliğini sağlaması, İstanbul’u fethederek Osmanlıyı bir dünya devleti haline getirmesi önemlidir. Farabî’nin siyaset felsefesi bağlamında söyleyecek olursak Osman Beyin kurduğu site devletini orta ölçekli devletten dünya devletine dönüştürendir. Nizamiye medresesinin devamını Fatih külliyesi ile devlet üniversitesini bir dünya markası haline getirmiştir. Nurettin Topçu’nun tespitiyle “Kılıç Arslan ve Alparslan ile başlayan Anadolu’nun Türkleşmesi/müslümanlaşması Fatih’in bize bıraktığı miras Konstantiniye’nin fethedilerek İslâmbol’a çevrilmesinin felsefesini ve Türk Ruhu’nu gençlere iyice anlatmak gerekiyor.”  Bunu gerçekleştirdiği için Osmanlı Devleti uzun süre Batılılara karşı İslâmiyet’in hamisi oldu.

  • Din-Devlet İlişkilerinde Dönüm Noktası: Fatih Sultan Mehmet

Tuğrul Bey ile başlayan ve Fatih Sultan Mehmed ile zirvesine ulaşan Din ve Devlet ilişkilerini Papalık ve Şia’nın imamlık nazariyesi gibi bir kutuplaşmaya izin vermeyeceğini Şeyhü’l-İslâmlığı Bizans Patrikliğinde olduğu gibi kendisine bağlı bir kurum haline getirmesiyle devam eder.  Onu tayin ve azil yetkine sahip olması, A.Y.Ocak’a göre Osmanlı devletinde hem devlet ve siyasetin hem de İslâm’ın en üst temsilcisi mevkiine Osmanlı sultanı yerleşmesi demek olup, bağımsız bir manevi otorite merkezi oluşturmanın önüne geçilmesi anlamına geldiği açıktır.  

Hilafeti devralmaya rağmen Osmanlı’ın teokratik bir devlet olduğu söylemenin tutarlı bir tarafı olmadığını belirten Güngör, dini değerlere dikkat etmek ile din adına karar vermenin farklı olduğunu özellikle belirtir. Burada Ocak’ın dediği anlamda İslâmiyet’in en üst mevkiinde olması, Şeyhu’l-İslâm’ı kendisine bağlaması, dini konularda karar vereceği anlamına gelmez. Ayrıca hilafeti siyaseten kullanmaya da uzun yıllar hiç ihtiyaç duymadıkları da unutulmamalıdır.

Buna ilaveten Fatih bir sanat Rönesans’ına hazırlık yaptı. 2. Bayezid bu Rönesans’ın ilim sahasında temellerini kurmaya çalışırken imanlı milliyetçilik davası ortaya koyan Yavuz Sultan Selim ise bunun uluslararası alanda ilanı demek olan hilafet tasavvurunu şahsında birleştirir. Oğuz Türklerinin Kayı boyundan olan bir hanedan artık Tuğrul Bey ve Fatih Sultan Mehmed’in alt yapısını hazırladığı Din ve Devlet ilişkisini seyyid ve şerif gibi unvanlarla kendini Kureyş kabilesine ulaştırmaya resmen hiç ihtiyaç duymayan fiili (de facto) yapıyı hukuki hale (de jure) dönüştürür ve bütün dünyaya ilan eder. Zaten Mısır’da Memluklerin gölgesi altında yaşayan Abbasî Halifesinin ne siyâsî ne de dini açıdan bir hükmü bulunmuyordu. Dolayısıyla yöneticilerin tek ve Kureyşten olma şartı tarihte geçerliliğini sürdüremedi. Bana göre Türklerde hükümdarlık hakkının kendilerinde olduğunu iddiâ etmenin ötesinde hilafeti de alarak dünya devleti olduklarını Orhun Abidelerindeki “Kut Alma söylemine uygun olarak gerçekleştirdiklerini vurguluyorlardı. 

  • Dünya Çapında Bir Strateji Dehâsı Olarak Yavuz Sultan Selim

Erol Güngör, Yavuz Sultan Selim’i dünya çapında bir strateji dehâsı olarak görür. Suriye, Irak, Mısır ve Hicâz’ın Türk devleti bakımından ne ifâde ettiğini çok iyi kavradığını,  hattâ Hind Denizi yolunu eline geçirdikten sonra Hindistan’a kadar gitmeyi bile plânladığını söyler. “Ömrü bu projeye yetmiş olsaydı, Türkiye, daha sonraki yıllarda içine gireceği İktisâdi krizi daha baştan atlatabilecekti” der. Yavuz ile Şah İsmail arasındaki Şiî Sünnî mücadelesini de Türklerin varoluşu açısından son derece önemli görür. Şah İsmail’in Türkçeye vurgusundan hareketle Türklüğünün öne çıkarılmasını tutarlı bulmaz, çünkü bir süre sonra Şah İsmail’in devleti bir İran Devleti olmuş ve Farsça’yı benimsemiş, Yavuz’un devleti ise Türkçe’nin yegâne dayanağı olarak kalmıştır.

1789 yılında değişen dünya ekonomi politik modeline göre artık monarşi yerini Cumhuriyet’e, din merkezli yönetim laikliğe, çok uluslu devlet de ulus devletlere evrilmeye başladı. Bunun ayrıntılı incelenmesi için İpek yolu’nun medeniyet mihveri olmaktan çıkması, coğrafi keşifler, Rönesans, reform ve aydınlanma süreçlerinin analizi gerekir.

  Bu çerçevede Tanzimat ile dünya eko-politik paradigmasına uyum sağlamaya çalışan Osmanlı bu bağlamda ilk önce “Üç Tarz-ı Siyaset”in Osmanlılık kavramını gündeme getirilmişti. 2. Mahmud 1808 tarihinde Sened-i İttifak’ı imzalayarak kendi eli ile kendi yetkilerini kısıtlamayı kabul etti. 1839 yılında Tanzimat ilan edildi. Aslında bu “Üç Tarz-ı Siyaset”in ilki olan Osmanlıcılığın devreye sokulmasıydı. Bununla zaman kazanırken Harbiye, Tıbbiye ve Mülkîye modernleşmenin üçlü sacayağı olarak görüldü ve yenilikler yapıldı. Bunu arka planında Batı’nın bilgi, bilim ve teknolojiyi kullanmak ve sanayileşmek olduğu, fikrî yenilenme (Rönesans) ile dini yenilenmeyi (reform) gerçekleştirmesi vardı. 

  • Dini Bir Çatışma Alanı Olmaktan Çıkması: Laiklik

Dini bir çatışma alanı olmaktan laiklik ile çıkartan Batı, yenidünya düzeninin belirleyicisi olmuştu. Tarihsel olarak bu süreci Viyana kuşatmasına kadar götürebiliriz. 1683 yılında yapılan 2. Viyana kuşatması sırasında Avrupa bilimde Newton düzeyine çıkmış, teknik buluşlar gerçekleştirilmeye başlamıştı. Ticaret ve keşiflerle sömürgecilik artmaya başlamıştı. 1699 Karlofça Antlaşması bizim Batı’nın üstünlüğünün resmen başlangıç tarihidir de diyebiliriz. 

Osmanlıcılık siyasetinden sonra Üç Tarz-ı siyasetin ikinci aşaması olan İslâmcılık, Hilafetin manevi etkisini güncelleyip kullanılarak hayata geçirildi. Tabii bu uygulamada Türkiye’nin ittifaklarının özellikle Almanya ve Avusturya-Macaristan’ın Rusya’nın Panslavizm öğretisine karşı geliştirilen bir bilinçlilik oluşturma çabasının da etkisi vardı.

Türk Tarihibaşlıklı eserinde bütün Osmanlı sultanlarını inceleyen Güngör sonuçta “Osmanlı Devleti dört yıllık savaş içinde dört cephede savaştı ve yüzbinlerce evlâdını kaybetti. Aslında çok iyi de savaşıldı. Özellikle Çanakkale’de, Irak cephesinde ordularımız müttefik kuvvetleri yendi. Daha sonra modern Türkiye’nin kurucusu olacak olan Mustafa Kemal Paşa (Atatürk) Çanakkale savaşlarında albay olarak kazandığı başarı ile ismini duyurmuştu. Türkler Filistin-Suriye cephesinde İngilizlere yenilerek Adana’- ya kadar çekildiler ve burada bir savunma hattı hazırladılar. Fakat Almanya’nın barış isteğiyle ittifaktan ayrılması üzerine Türkiye de bu kötü şartlar altında barış istemek zorunda kaldı. 1918’de savaş bitmiş, Türkiye de bitmişti” der. 

Osmanlı Devleti, Balkanlar’da gayr-i müslim, Ortadoğu’da müslim unsurların bu hareketleri karşısında askerî ve mülkî bürokratlarda gerekli önlemleri almaya çalışması da bir fayda vermedi.  Aslında 23 Nisan 1920 tarihinden beri fiilen mevcut olan Büyük Millet Meclisi 1 Teşrisani 1922 yılında Osmanlı Saltanatının ilgasının zarureti hakkında Gazi Mustafa Kemal’in teklifini görüştü. Türkiye bir Cumhuriyet yönetimi olarak 29 Ekim 1923 yılında hukuki şeklini dünyaya ilan etti ve 3 Mart 1924 tarihinde hilafet ilga edilerek, bütün kamuoyuna artık din üzerinden Türkiye’ye yönelik bir tehdite izin verilmeyeceği açıklandı. aslında siyâsî hiçbir gücü kalmayan ve Papalık gibi manevi bir otoriteye dönüştürülmeye çalışılan halifeliğin kaldırılması doğaldı. 

Mustafa Kemal Atatürk bu sürecin son simge siyâsî figürü olup, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu ekibin lideri olarak hilafeti ilga eder ve meşveret görevi demokrasinin bir işlevi olarak Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne devredilir.  Bu siyasî/fikrî ve kültürel sürecinin son halkası olarak Türkiye Cumhuriyeti’nin 1923 yılında kurulması bu tarihsel sürecin sürekliliğini gösterir. 1789 yılında değişen dünya siyasî paradigmasına yani monarşiden cumhuriyete; din merkezli yapıdan laikliğe, çok uluslu (imparatorluk) yapıdan ulus devlete geçişi sağlaması ve muasır medeniyet seviyesini aşmayı hedef olarak kurmasının önemi vurgulanabilir.

Not: bir sonraki yazı “Erol Güngör’de Din-Devlet İlişkisi Ve Hilafet Meselesi” olacak

Yazar
Mevlüt UYANIK

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen