Türkistanlılık: Medeniyetçi Milliyetçilik Çerçevesinde Geleceği Düşünmek

Türkistanlılık kendi merkezinde ve kendilik bilinci içerisinde Türkistanlıların kendisini yeniden düşünmesi ve bu çerçevede bir olduklarını fark etmeleri kavramıdır. Her fikrin merkezi olarak ortaya çıktığı ve küreye yayıldığı bir kök mekân vardır. Türkistanlılığın gerçekleşeceği merkezi zemin de tarihi atıflarıyla Turan yahut Türkistan’dır. Türkistanlılık bir mazi güzellemesi değil 21. Yüzyılda bir gelecek tasavvurdur. Türklerin milli, dini ve insani duygularını gelecek bin yıl içinde canlandırma iradesinin kültürel bilinç çağrısıdır. Türkistanlılık, Sovyetler, Çin, Amerika, İngiltere vs. emperyalistlerin kendi arasında bölüp kutuplaştırdığı kürede kendini yeniden düşünme, tanımlama ve bir medeniyet zaviyesinde insanlığa bir üçüncü yol açma ülküsüdür. Türk milletinin bugün farklı devletlerde süren hayatının üst mefhumlarda, birlik ve bütünlük içinde kendini tasavvur eden bireylere istinadı ile müteşekkil ülküsüdür. Fikir bu yolla anlayışa dönüşür. Müşterek maziye sadakat ve ortak geleceğe inanç Türkistanlılık anlayışımızın esasıdır.

Türkistanlılık mefkûresi, Avrupalılık tanımıyla Avrupa uluslarının üst değerlerde, hem de evrensellik iddiasındaki değerlerde birleşmelerinin benzeri olarak, Türk milletinin bugün farklı devletlerde süren hayatının üst mefhumlarda, birlik ve bütünlük içinde kendini tasavvur eden bireylere istinadı ile müteşekkil ülküsüdür. Bu da bugünü geçmiş ve gelecek arasında bahsedilen mefkûre ve mefhum ile değere dönüştürmekle mümkündür.

Rolland’ın Jean-Christophe adlı romanında; “Bugünün Avrupası’nın artık hiçbir ortak kitabı yok; ortak ne bir şiiri, ne bir duası, ne de herkese ortak, inançtan kaynaklanan bir eylemi var; bu, zamanımızın bütün sanatçıları için yıkımla eşanlamlı olması gereken bir utançtır. Herkes için yazan, herkes için düşünen tek bir insan bile yok” denilir.

Çok tanıdık gelmedi mi? Türkistanlılık kavramı bağlamında, Türkçe’nin değeri milli müşterekleri gösteren romanlar, şiirler olarak müteferrik gayretler ötesinde güçlü olarak gerçekleştirilemedi. Kazakların gücü, Türkmenlerin enerjisi, Azerbaycanlıların renkleri, Özbeklerin birikimi ve Türkiye Türklerinin tecrübesi bizi bir ruhun bedeni kılamadı. Hülasa Türk adı mavi gök yağız yer arasında bir ahlak, adalet ve nizam mefhumunda temsil edilemedi. Herkes kendi cephesinde siyasilerin ve diplomatların o soğuk ve hesabi çevresinde toplanıp toplanıp dağıldı. Ziyalılar, aydınlar, sanatkârlar hayatımıza ışıklar taşıyamadı.Türkistanlılık romantik bir grubun etnik temelli!? ham hayali gibi görülmenin ötesine taşınamadı. Hâlbuki Türkistan’ın tefekkür ve tesanüd tarihi yazılabilse siyaseti aşan bir değerler manzumesi bizi kucaklayacaktı.

Bu yaklaşıma hemen evrensel değerleri olmayan? bir ırk birleşimi gibi bakacaklar olabilecektir. Millet olmaksa ırkçılık bayalığının çok ötesinde bir tecrübe ve olgunluktur. Türkistanlılık, Kırgızistan, Azerbaycan, Türkiye, Kazakistan, Özbekistan, Türkmenistan ve tüm diğer toplulukların, devletlerin ve milliyetlerin üstünde milletimiz eliyle gerçekleştirilen insanlık değerlerinin geçmiş tecrübesini, töremizi ve bilgeliğimizi gelecekte yenileme iradesidir. Buna mukabil yedi düvel Altay Dağlarında buna dair bir çoban ateşinin bile yanmasından endişelidir. Bunu gördükleri, sezdikleri anda müdahale etmektedirler. Bunun daha kötüsü ise içimizde buna dair bir idrak ve iradenin olmamasıdır.

Türkistanlılık bir erime kabında yok olmak değildir; bu Avrupalının yakın zamanlarda tanıdığı ve bildiği bir bütünleşme tarzıdır. Biz mozaik bilmeyiz, biz de kilim gibi olmak vardır. Kazak bu kabın içinde başka birisi, Azerbaycan Türkü başka bir adam olmayacaktır. Bu sosyal ve kültürel manası olan bir bütünlük ve birlik duygusudur. Ancak bu siyasi zeminli teşkilatlar kurmak da değildir. Bu bir duyuş, hissediştir.

Türkistanlılık etnik zeminde görülecek olsa da aslında insani manada Türk’ün müktesebatının önce kendi içinde, akabinde harice doğru genişleyen bir sosyolojik ve felsefi anlamının adıdır. Bu kavramı siyasetçiler ve diplomatlar var etmeyeceklerdir. Ahmet Yesevî pirimizin Sarp Yokuşudur Türkistan. Türkistanlılar bu Sarp Yokuşta yürüyenlerdir. 

Eski köye yeni adet mi diyenlere evet diyorum. Hayal kuramayanlar için gelecek makul bir zemin sunmayacaktır. Durun size bir kavram daha Kudüslülük de Türkistanlıların diğer bir yoludur.

Türkistanlılık ve Türkistanlılar değer taşıyan insanlardır. Her şeyin globalleştiği dünyada Türkistanlıklar maziden beri bu değerlerle düşünür ve eylerler, bunun yayılmasını isterler: Pir-i Türkistan Ahmed Yesevi ile aynı coğrafyada yaşayıp, hikmetler saçan 12. asırdan Edib Ahmet Yüknevî dilinden aktaralım; “İnsan bilgisi ile tanınır; bilgisiz, hayatta iken, kaybolmuş sayılır; bilgili adam ölür, ( fakat ) adı kalır, bilgisiz, sağ iken, adı ölüdür”, “Bilgili insan kıymetli dindardır”. (bilgi), O (söz) şudur; kibri yere çalıp, tevazuu sıkı tut ve ona kuvvetle sarıl (tevazu), Cömert adam bilgiyi yedebildi, bak. Malını onunla sattı ve senâ aldı(cömertlik), “Kötülük yapan insana sen iyilik yap; keremin başı budur, bunu iyi bil (kerem), “Kusurlu adamın kusurunu affet, düşmanlık kökünü kazıp, ortadan kaldır; hiddet ve düşmanlık ateşi tutuşarak, alevlenirse, yumuşaklık suyunu serp ve o ateşi söndür” (hilm), “Sözü düşünerek söyle, acele etme; sözünü sakla ki, sonra başını saklamayasın.

Bin kişi dostun olsa, çok görme; bir kişi düşman olsa, azımsama”(dili koruma), “Eğer bir insanda (şu) iki şey birleşirse, o insana mürüvvet yolu kapanmıştır: (bunlardan) biri, lüzûmsuz yere gevezelik etmek, ikincisi ise, yalan söylemektir” (yalan), “Siyaset, riyaset, kiyaset (akıllılık) , kerem (ve bunlara), adaleti ekle; bunları işit ve anla”. (adalet), “İnsanların iyilik ve kötülükleri arzu etmekle geçmez, iyi işin de kötü işin de karşılığı gecikmez; ey kötülük yapıp, iyilik uman (kimse), diken eken üzüm biçmez”(iyilik), “Müslümana karşı şefkatli ve merhametli ol, kendin için düşündüklerini Müslüman için de düşün; Sana cefa edene vefa ile mukabele et; ne kadar yıkanırsa yıkansın, kan kan ile temizlenmez” (merhamet), “Yemeğe yarar yemek (varsa),aç insana yedir, giymeye yarar elbise bulursan, çıplağa giydir; başkasına zorluk ve zahmet çektirme, eğer sana başkası eziyet ederse, tahammül et.” (sabır), “İnsanın arkadaşı iyi olursa, kendisi de iyi olur; İnsan arkadaşının iyi olmasından çok hayır görür; kötüye yaklaşma, kötü sohbeti seni hemen kötü huylu yapar” (dostluk).

Türkistanlılık bu çerçevede değerlidir, azizidir ve anlam katar. Milliyet ve vatan bu değerlerin müşterek anlaşılıp, davranılıp adet edildiği yer diye azizdir, kutsaldır.

Türkistan bir aziz vatan, sınırlarını duygularımızın, düşüncelerimizin, inançlarımızın estetik bir bilinçle çizildiği kocaman bir vatan. Türkiyeli, Kazankistanlı, Azerbaycanlı, Kırgızistanlı, Özbekistanlı ve cümlesi bu vatanın çocukları, bu vatanda kendisine yurt açmış evlatları. Siyasi sınırlarımızın büyük vatanı Türkistan büyük vatandaşlığı Türkistanlılıktır.

Türkistan ve Türkistanlılık Pir Ahmed Yesevî ve Maturidi merkezinde doğu ile batı arasındaki üçüncü yoldur. Maturdilik nasıl mutezile ve eşariye arasında üçüncü yol akidesi kurduysa Türkistan’da yeniden dünyanın sıkıştığı doğu-batı çıkmazında üçüncü yolun mekânı Türkistanlılar bunun milletidir.

Türkistanlılık dışlayan değil herkesi kucaklayan bir sosyolojidir. Türkler geçmişte nasıl herkese adalet ve iyilik temin eden düzen kurabildilerse gelecekte de bunu yapabilme imkânı noktasında en önde gelen milletlerden biri olacaktır.

İnsanlık nasıl Avrupalılık merkezli son paradigmasını kurduysa bundan sonra da Türkistanlılık üzerinden geleceğine yürüyebilecektir. Tekraren ve teyiden ifade etmek isteriz ki bu siyasi değil estetik ve sanat çerçeveli bir bütünlük ve birlik olmalıdır.

Teavün, tesanüd ve tefekkür Türkistan’ın küllenmiş kandillerini yeniden yakacaktır.

Hayal etmek, umut etmek ve gayret etmek insanı yaşatır. Kader ise gayrete âşıktır.

***

Türkistan aklen ve vicdanen var olduğumuz büyük ülkemiz. Medeniyet ve kültürümüzün pek çok yadigârlarını burada kurduk, yaşadık ve yaşattık. Türk kavramı tarihte burada teşekkül etti. Bu büyük coğrafyanın en büyük cüzlerinden biri Selçuklu fethi ile Türkiye olan hâlihazırdaki vatanımızdır. Türkistanlılık işte bu vatanı akli, kalbi ve zevke tabi yönleriyle anlamaktır. Bu manada bir ülkede zihni ve fiili hareketin ve dönüşümün iradesine sahip olmaktır. Lakin bu idrak siyasi bir eylem değildir. Bir mefhum etrafında Türkistanlılık aklı ve vicdanını bilmek ve yaşamak iradesidir. Bu manada kurucu kavramlar yanında tarih bize yol gösterici olabilir. Türkistan’ın nasıl Türkiye’ye aktığını ve bu hareketliliğin nasıl bir müşterek dünya kurduğunu tarihi malumat üzerinden, hamaset ve heyecan düzeyini aşarak, idrak seviyesinde görebiliriz. Türkistan bizim akl-ı selim, kalb-i selim ve zevk-i selimimizin neşet ettiği şe’niyet dünyasıdır. Hayallerin ötesinde bir tahayyül değildir. Gerçekliğimizdir. Bugün Türkistanlılar bu büyük ülkede mazisi ve haliyle rahat gezebilseler, bu bir hayat görüşüne dönüşse vakıa bize Türkistanlılığımızı en tabii çerçevesinde anlatacaktır. İşte bu yazıda, kendi sınırlarında Türkistan’dan Türkiye’ye esen selim rüzgârların aklımıza, kalbimize ve zevkimize tesirlerini sembolize eden üç şahıs üzerinden Türkistanlılığımızın müstakbeline bir fikir yürütmeye çalışacağız. Türkistan ve Türkistanlılık bir hayal değildir evet ama hayalleri olmayan için gelecek muhal bir belirsizliktir.

İşte bu cümleden ilk şahsiyetimiz akl-ı selimimizin remzi olan Türkistan’dan İstanbul’a ulaşan bir bilim insanı Ali Kuşçu’dur. Türkistanlılığın güzel bir numunesidir Ali Kuşçu. Semerkand’da doğan ve burada yetişen bu gökbilimcimiz Uluğ Bey’in ölümü üzerine Semerkand’dan ayrılıp Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan’ın yanına gider. İşte burada yolu Fatihin İstanbul’una düşer. Bu şehri çağının bir büyük kültür merkezi yapmak isteyen Fatih, Ali Kuşçu’ya İstanbul’da kalmasını ve medresede ders vermesini önerir. Tebriz’den İstanbul’a vaki teklifi kabulü üzerine döndüğünde kendisi için ayrıca karşılama töreni yapılır. Türkiye Türkistanla Semerkant, Tebriz İstanbulla böylece buluşacaktır. Ali Kuşçu, Ayasofya’ya müderris olarak atanır, burada Fatih Külliyesi’nin müfredatını hazırlar, astronomi ve matematik dersleri verir. Kocaman bir dünya Türkistan Fatih İstanbul’unda Türkiye’yi beslemeye devam eder.  Burada bulunduğu sırada İstanbul’un enlem ve boylamını ölçmüş ve çeşitli Güneş saatleri de yapmıştır. Ali Kuşçu’nun medreselerde matematik derslerinin okutulmasında önemli rolü olmuştur. İşte akl-ı selimimize Türkistan’dan gelen bu katkıyla bu büyük dünyanın birikimi bizi müşterek için Türkistanlı yapandır. Bir büyük nehir ve birikim Türkiye’ye akmıştır. Bu fikri hareketlilik bugün Türkistanlılar arasında yeniden canlanmayı ve daha yoğun yaşanmayı bekliyor. Bu iş siyasetçileri ve diplomatları aşan nitelikte ama onların ferasetlerine muhtaç bir konudur.  Ali Kuşçu’yu düşünce dünyamıza katarken bu husus da göz önünde bulundurmak faydalı olacaktır.

Türkistan’dan Türkiye’ye kalb-i selimimize esen bir rüzgâr da Mevlana’dır. Ahmet Yesevi ile başlayan bu akışın en büyük mümessillerinden biri Mevlana’dır. 30 Eylül 1207 tarihinde bugün Afganistan sınırları içerisinde yer alan, Horasan’ın Belh yöresindeki Vahş kasabasında doğan Mevlana bir süre sonra Belh’ten göçmek zorunda kalarak (1212) ailesiyle Nişabur’a yerleşti. Bilahare Nişabur’dan ayrılan babası Bahaeddin Veled Bağdat, Şam, Malatya, Erzincan, Sivas, Kayseri ve Niğde yoluyla Karaman’a (Larende) geldi (1221) Selçuklu hükümdarı Alaeddin Keykubad Mevlana’nın babasını başkent Konya’ya çağırdı ve buraya yerleşmesini istedi. Sultan’ın davetini kabul eden Bahaeddin Veled ailesiyle birlikte Konya’ya geldi (1228). İşte Türkistan’ın muhtelif şehirlerinde dolan bu büyük kap nihayet Türkiye sularını şenlendirdi. Türkistanlı kimliği aşikâr olan bu şahsiyet Türkiye kimliğinin oluşmasında Türkistan’ın  ve Türkistanlıların büyük anlam birikimini vatanımıza taşıdı. Bugün hala naşı Konya’da binlercesini misafir etmeye ve mana dağıtmaya devam ediyor. Türkistan şehirlerinin bu bilge çocuğu Ali Kuşçu gibi dünyamızın nasıl bir renk ve zenginlik cümbüşü olduğunun en müstesna örneklerinden birisidir.

Türkistan’da çıkıp zevk-i selimimize uğrayıp giden bir diğer Türkistanlı Abdulkadir Meragi’dir. Üstad-ı sâlis yani üçüncü üstad denmesi Farabi ve İbn-i Sina’dan sonra musikideki yerine işaret içindir. Maveraünnehir’den Bursa’ya, Bağdat’tan Kahire’ye kadar tanınan Meragi Farabi ve İbn Sina benzeri musiki eserleri yanında besteler de yaptı. Bugün İran’da bulunan Meraga’da doğan bu büyük müzik adamı âlim bir şahıs olan babasının ölümünden sonra Tebriz’e gelir. Timur’un Azerbeycan’ı ele geçirmesi sonrası Meragi’nin Timurla olan hayatı başlar. 1397 yılında Timur’un, birçok ilim ve sanat adamı gibi onu da Semerkant’a gönderdiği ve bu yıllarda sarayda vazife aldığı sanılıyor. Böylece Meragi’nin Türkistan’daki hareketliği de sürer.  Bir süre sonra Semerkant’tan kaçmak durumundan kalan Meragi Bağdat’a geldi. İşte bu büyük Türkistanlı musiki adamının yolu 1421 yılında Bursa’ya düşer. Yeni tahta çıkmış olan II. Sultan Murat Han’a bir eserini sundu. II. Murat musikiye düşkün bir kişi idi ve Meragi’ye takdirini gösterdi. Abdülkâdir Merâğî, Makâsıdü’l-Elhân adlı eserinin bir nüshasını da bu esnada padişaha sunar. Onun başlattığı ilişkiler bununla kalmaz. Meragî’nin küçük oğlu Abdülaziz, babasının İstanbul’a yerleşerek Nakaratü’l Edvar adlı eserini Fatih’e sunmuştur. Kendisi de bestekâr olan II. Bayezid devrinde yaşayan torunu Mahmud’un ise Makasidü’l Edvar adlı bir musiki kitabı vardır. Görüleceği üzere Türkistan’dan kaynaklanan musiki ırmağı Türkiye’yi Bursa ve İstanbul’da beslemeye devam eder. 

İşte bizi var eden Türkistan ve mensup olduğumuz Türkistanlılık bu manada bir geniş kültür çevresini temsil eder. Medeniyet ve kültürün muhtelif unsurları ile iletişime açık bir milletin kurduğu büyük ülke kendi çevresinde bu hareketliliği de yaşamıştır. Bugünün Türkistanlıları için hem uzak hem de sosyal medya imkânlarıyla çok yakın olan bu imkânlar gelecek için ilham verici değil midir? Aklımız, kalbimiz ve estetik duyuşumuzun ifadesi zevke tabi meselelerde bu anlam dünyasının birbirini yeniden tanıması, anlaması ve müşterek düşünmeye başlaması Doğu-Batı arasında sıkışan insanlığa bir üçüncü yol açmaz mı? Ali Kuşçu, Mevlana ve Abdulkadir Meragi örnekleri bunun ütopik bir hayalcilik olmaktan fazlası olduğunu hâlâ anlatamaz mı? Bu yolla Türkistanlılık manası böylece akli, kalbi ve zevke tabi esaslarını teşekkül ve tecessüm ettirmeye başlayacaktır. Türkistan bu manada bir coğrafya ve mekân olmanın ötesinde bir anlamdır. Siyaset ve diplomasinin ilerisinde kültürel bir manadır. Türkistanlılık bu anlama varisliktir.

Medeniyetçi Milliyetçilik

Medeniyet insanoğlunun yer küre üzerinde ürettiği şimdiye kadar ulaşılan en geniş organizasyon biçimidir. Bir hayat tarzı ve dünya görüşü de ifade eden medeniyet insan için varlığını en üst düzeyde maddi ve manevi alanda sürdürebilme ve bunu diğer insanlarla da paylaşabilme kabiliyeti olarak son derece önemlidir. Bu sebeple insanlar gelişmelerinin nihai amacında medeniyetçidirler. Bir toplum/millet kendi tasavvurları içinde varlığı, bilgiyi ve ahlakı kendi kültür düzleminde insanlığın tüm birikimini de yoldaş ederek kendi medeni felsefesini oluşturduğunda artık sabiteler hususunda belli bir dönem için yahut daha uzun devirlere yaygın olarak bir zemine kavuşmuş demektir. Bunun sonrasında bizim medeniyetten anladığımız toplum, devlet ve şehir kurabilme ameliyelerinin nazari çerçevesi oluşmuş demektir. İşte medeniyet insanların belli tarihi ve maddi şartlarda oluşturdukları tasavvurların nazari plandan ameli olana evrilmesidir. Bunu yapabilen milletler tarihe medeniyet kuran milletler olarak geçerler. Medeniyetçi olma şuurunu kaybeden yahut buna dair mazisindeki özleri yeniden hayata geçirme noktasında zaafa düşmüş olan milletler içinse fikri ve maddi esaret, taklit ve tarihte gölgeleşme söz konusu olmaktadır. Buna karşı ciddi bir mazi ve dikkatli bir gelecek şuurunun bugünde oluşması gereği vardır. İşte milliyetçilik olarak ele alınan kavram ve olgu Türklerin mefhumunda kendilik ve ben bilinci olarak tarihte hep var olan bir duygunun modern bir adla tezahürü olarak yer aldı. Irkçı olmadığı gibi mefhumundaki dini referanslardan dolayı ve Türk töresinin kadim yapısı sebebiyle hep iletişime açık, kapsayıcı ve birlikte yaşamayı garipsemeyen bilakis geliştiren bir doğası oldu. Milliyetçiliğin insan varoluşunun gerçeklerine dair şuur ve gerilim oluşturan bir yapısı vardır. İşte bu sebeple bir milletin ve milliyetin kendisini en üst düzeyde düşünme, anlama ve açıklama şekli olan medeniyetin bilincinde olmayı sağlayacak olan şey bu bahsedilen medeniyetçi milliyetçilik kavramıdır. Türkler uzunca bir süredir yitikleri olanı yeniden hatırlama, nazari olanı tespit ve ameli olanla geleceği teşkil manasında bir temeddün sürecine girmek ülküsü taşımak durumundadırlar. Ben bu sebeple bu kavramı geliştirip içeriğini izah gereği duyuyorum; Türkler yeniden medeniyet ülküsünü taşımalı ve gelecek için bu yolda gayret etmelidirler. Erol Güngör’ün Türk Kültürü ve Milliyetçilik adlı eserinde ortaya koyduğu “Milliyetçilik, milli kültürü bizzat bir medeniyet kaynağı haline getirmek ve cemiyeti soysuz değişmelerin açık pazar yeri halinden kurtarmak hareketidir. Binaenaleyh milliyetçilik aynı zamanda bir medeniyet davasıdır[1] tespitlerini mihenk alan bir zeminde Türkiye’yi bir medeniyet davasının vatanı kılacak siyasetin esaslarını doğuracak irade fevkalade mühim ve hayatidir. Bu siyakta Nevzat Kösoğlu, milliyetçilik, milli kültürlerin, dünya medeniyetine katkılarda bulunacağı, ona kaynaklık edeceği ve onu tek düzelikten kurtarıp renklendireceği anlayışına dayanır; işin sosyolojik tabiatı da budur,[2] derken milliyetçiliğin medeniyetle alakasına temas eder. Prof. Dr. İbrahim Kafesoğlu “Bizim milliyetçiliğimiz hakka, adalete saygılı, millî kültürümüzün işlenmesini gözeten, Dünya medeniyetinin yücelmesine gücü yettiği ölçüde yardıma gayret eden bir düşünce tarzıdır.Ahmet Hamdi Tanpınar, Mahur Beste romanında “Oğlum Behçet, sen bir medeniyetin iflası nedir bilir misin? dedi. İnsan bozulur, insan kalmaz; bir medeniyet insanı yapan manevi kıymetler manzumesidir. Anlıyor musun şimdi derdin büyüklüğünü?… Cahilsin; okur, öğrenirsin. Gerisin; ilerlersin. Adam yok; yetiştirirsin, günün birinde meydana çıkıverir. Paran yok; kazanırsın. Her şeyin bir çaresi vardır. Fakat insan bozuldu mu, bunun çaresi yoktur… Bizde insanoğlu şirazesiz kalmış. Hayat onun için ahenksiz, birbirini tutmayan, günün hayatına cevap vermeyen bir yığın ölü kıymetler tarafından idare ediliyor. Dünyaya baktığımız zaman ayrı görüyor, kendi kendimize kaldığımız zaman ayrı düşünüyoruz. Yığınlarca tezat içinde yaşıyoruz, bütün şark bir ıstırap içinde.”

Medeniyetçi milliyetçiliğin üzerinde odaklandığı ve önemsediği temel konu medeniyet nedir sorusuna verdiğimiz cevapla yakından ilgilidir. Medeniyet tanımları son derece muğlak ve farklı odaklardan cevaplandığı için kafa karışıklığı oluşmaktadır. Medeniyetçi milliyetçiliğin insan tasavvurunun temelinden medeni olmak medeni olmanın esasında ise toplum-devlet-şehir merkezinde ana omurgası olan medeniyete sahip olmak duygusu ve düşüncesi yatmaktadır. Kızılelmamız gelecek asırlar için bu olmalıdır. Bugün topluma baktığımızda farklı köken ve süreç tanımlanırından kaynaklı ve uzlaşmaz görünen kutuplaşmalar ile savrulmalar olduğunu görmekteyiz. Medeniyetçi milliyetçi bir insan ferdiyet ve şahsiyetini hürriyet ile varoluşun temel dinamikleri var ederken toplum bu bireyin oluşacağı temel Saiklerin kristalize olmuş bir mecmuası olarak çatı görevi görecektir. Bu ferdiyetteki şahsiyet medeniyetin toplumdaki dayanışma ve iş birliği, devletin adalet ve insaniyet temelindeki yapısı ve şehrin bilgi, sanat, ekonomi merkezli yapısındaki bütünlüğü içinde zihni bu hayat tarzının kovanlarını kendi kültürünün değerleriyle dolduran bir hareketin insanı olacaktır. Bahsedilen bir alternatif değil bir gelecek hareketine çağrıdır. Bu tanım alternatif bir milliyetçilik türü icat etmeye değil medeniyet merkezli bir Türk varoluşunun özündeki değer, esas ve hareketleri tespit ve takip ile geleceği düşünme çabasıdır. Mesele buradan görülmeli ve izah edilmelidir. 

Türkler bir gelecek hayal edeceklerse bu zaman-mekân ekseninde ve gelecek perspektifinde olmalıdır. 

            

[1] Erol Güngör, Türk Kültürü ve Milliyetçilik, s. 112-113.

[2] Nevzat Kösoğlu, Küreselleşme ve Milli Hayat, İstanbul, 2006, s. 70.

Yazar
Altan ÇETİN

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen