Washington ve Ankara’nın tehdit algıları, kırmızı çizgileri ve önceliklerinin farklılığı, daha da önemlisi iki ülkenin Ortadoğu vizyonlarının bağdaştırılması fazlasıyla zor zıtlıklar içermesi, ilişkinin “kriz yönetimi” çerçevesinde sürdürülmesini zorunlu kılmaktadır. Bunun yapılabilmesi için ise ilişkideki sorunların “ittifak” ve “stratejik ortaklık” retoriği ile aşılamayacağının kabûlü gerekmektedir.
*****
M. Şükrü HANİOĞLU[i]
Çalkantılı bir süreçten geçen Türkiye-ABD ilişkilerinde Dışişleri Bakanı Rex Tillerson’ın geçtiğimiz günlerde gerçekleşen Ankara ziyareti sonrasında yeni bir aşamaya gelindiği gözlemlenmektedir.
Görüşmeler sonrasında 16 Şubat günü yayınlanan ortak açıklama, tarafların “müttefik ve stratejik ortaklar olarak,” yekdiğerinin “güvenlik ve savunması konusundaki kesin taahhütlerini teyit ettiği”ni dile getirmektedir. Söz konusu belge, bunun yanı sıra iki ülkenin, mevcut anlaşmazlıkların çözümü amacıyla “netice hedefli” mekanizmalar kurma ve bunların mart ortalarını geçmeyecek bir sürede hayata geçirilmesi konusunda anlaştıklarını da vurgulamaktadır.
Ortak açıklamanın değişik bölümlerinde dile getirilen “uzun süreli ittifak” ve “stratejik ortaklık” vurgularına karşılık Türkiye-ABD ilişkisinin günümüzde gelinen noktada bir kriz kontrolü karakteri taşıdığı ve bu durumun Ortadoğu’nun yeni biçim ve sınırları şekillenene kadar süreceğini belirtmek gereklidir.
Soğuk Savaş ittifakı
Ortak açıklamada da altı çizildiği gibi Türkiye ile ABD 65 yılı aşkın bir süredir NATO müttefiki ilişkisi sürdürmektedir. İki ülke, Soğuk Savaş koşullarında NATO şemsiyesi altında “sensu stricto” yâni dar anlamıyla “ittifak” ilişkisi sürdürerek siyasî ve askerî güçlerini “ortak tehdit”e karşı seferber etmiştir. Ancak Atlantik ittifakı kendisini doğuran Soğuk Savaş koşullarının ortadan kalkması sonrasında kapsamlı yapısal değişime uğramış ve Türkiye ile ABD arasında bu tür “ittifak” geçmişte kalmıştır.
Soğuk Savaş’ın sonlanması, NATO’nun genişlemesi ve tarafların farklı “tehdit algıları” geliştirmesi, ABD ile Türkiye açısından “sensu largo” yâni geniş anlamda ve iki ülkenin “ortak amaçlara” ulaşma amacıyla faaliyetlerini koordine etmeleri türünden bir “ittifak”ın dahi işlevselleştirilmesini zorlaştırmıştır. Ortak açıklama metninde yer alan “demokrasi, hukuk devleti ve bireysel haklar”ın yerleştirilmeye çalışılması türünden “hedef”ler Soğuk Savaş sonrası dünyanın “ittifak”ları için fazlasıyla soyuttur.
Aslî “ortak tehdit”in farklılaşması ve fazlasıyla “soyut” hedefleri paylaşma iki ülkenin olay bazında işbirliği ötesine geçecek “ortaklık” oluşturmasını imkânsız kılmakta, çoklu ittifak içinde yer alma böylesi bir ilişkiye dönüştürülememektedir.
Bu açıdan değerlendirildiğinde NATO ittifakının iki ülke arasındaki sorunları çözecek bir anahtar işlevi görmesi mümkün gözükmemektedir.
Estonya ve Slovakya da Türkiye’nin NATO “müttefikleri”dir; ama bu Ankara’nın örneğin Suriye’deki kırmızı çizgilerinin Tallinn ve Bratislava tarafından paylaşılmasını gerekli kılmamaktadır. Benzer şekilde NATO nüttefikliği Türkiye ve Yunanistan’ın sorunsuz bir ilişki yaşamasını sağlamamaktadır.
Stratejik ortaklık
Günümüzde gelinen noktada Türkiye-ABD ilişkisinin “stratejik ortaklık” olarak tanımlanması da kapsayıcı bir çerçeve sunmaktan uzaktır.
Bu kavram yirminci yüzyılın son çeyreğinden itibaren ağırlıklı olarak riskleri azaltma, kaynaklar, pazara giriş imkânları, müşteri hizmetleri ile ürün kalitesi ve kârlılığı artırma amacıyla bağımsız kurumsal yapılarını sürdürerek işbirliğine giden şirketler için kullanıldıktan sonra devletler arası ilişkilere uygulanmıştır.
Ekonomi alanında çarpıcı örnekleri bankalar ve havayolu şirketleri tarafından oluşturulan “stratejik ortaklık”lar olan böylesi işbirlikleri, devletler arası ilişkiler bağlamında sınırlı hedefler dışında bağlayıcılığı olmayan ama bunlara ulaşma açısından taraflara fayda sağlayan beraberliklere atıfta bulunmaktadır. Bu tür “ortaklıklar”ın elastikiyeti ve yarattığı bağımlılığın sınırlı olması, onların daha kolay yapılması ve yönetilebilmesini mümkün kılmaktadır.
Küresel bir güç olan ABD dünyanın en fazla “stratejik ortak”a sahip ülkesi durumundadır. Singapur’dan Ürdün’e, Brezilya’dan Türkiye’ye, Meksika’dan İsrail’e ulaşan bir yelpazadeki ülkeler ABD tarafından “stratejik ortak” olarak tanımlanmaktadır.
Washington bilhassa 11 Eylül sonrasında “teröre karşı” geniş bir “stratejik ortaklık ağı” kurmaya muvaffak olmuştur. Buna karşılık mevcut “stratejik ortaklıklar”ın tümü aynı gözle değerlendirilmemekte, örneğin İsrail ile geliştirilen diğerlerinin fazlasıyla önüne geçmektedir. Bunun yanı sıra bu “ortaklıklar”ın önemli bir bölümü ABD’nin “terör” olarak tanımladığı faaliyetlere karşı işbirliği ile sınırlıdır.
Ortadoğu’da İkinci Körfez Savaşı sonrasında yaşanan gelişmeler, Washington-Ankara arasındaki “stratejik ortaklık”ın ABD’nin “terör örgütü” olarak tanımladığı yapılarla mücadelede koordinasyona indirgenmesine yol açmıştır. Bunun “hedef odaklı” stratejik ortaklık için dahi sınırlı bir işbirliğini yansıttığı açıktır. Dolayısıyla ABD-Türkiye ilişkisinin “ittifak”ın yanı sıra kapsamlı bir “stratejik ortaklık” çerçevesinde değerlendirilmesi de zordur.
Kriz yönetimi
NATO şemsiyesi altında “müttefik” ve “teröre karşı stratejik ortak” olan ABD ve Türkiye arasındaki ilişkiyi bunlar değil tarafların Ortadoğu’nun yeni biçim ve sınırları konusundaki tasavvurları şekillendirmektedir.
Bunlar arasındaki uçurum, taraflardan birisinin “hayatî tehdit” ve “beka sorunu” olarak gördüğü bir bölgesel aktörün diğeri tarafından silahlandırılması benzeri gelişmelerin yaşanmasına neden olabilmektedir.
Washington ve Ankara’nın tehdit algıları, kırmızı çizgileri ve önceliklerinin farklılığı, daha da önemlisi iki ülkenin Ortadoğu vizyonlarının bağdaştırılması fazlasıyla zor zıtlıklar içermesi, ilişkinin “kriz yönetimi” çerçevesinde sürdürülmesini zorunlu kılmaktadır. Bunun yapılabilmesi için ise ilişkideki sorunların “ittifak” ve “stratejik ortaklık” retoriği ile aşılamayacağının kabûlü gerekmektedir.
Bu açıdan değerlendirildiğinde zikrettiğimiz ortak açıklamanın dile getirdiği söylemden ziyade “netice hedefli mekanizmalar”ın kurulacağını vurgulamasının altı çizilmelidir. Bu karar, tarafların diplomatik lisan kullanarak “kriz yönetimi”nin zorunluluğunu kabûl etmesi olarak yorumlanabilir.
YAZININ DEVÂMINI OKUMAK İÇİN LÜTFEN TIKLAYINIZ
————————————–
Kaynak:
https://www.sabah.com.tr/yazarlar/hanioglu/2018/02/25/turkiye-abd-ittifak-stratejik-ortaklik-kriz-kontrolu
—————————
[i] Prof.Dr., Princeton Üniversitesi Yakın Doğu Çalışmaları Program Direktörü Prof. Dr. M. Şükrü Hanioğlu, Siyaset Bilimi ve Ekonomi lisans derecesi ile Siyaset Bilimi Doktorası’nı İstanbul Üniversitesi’nde tamamladı. Son dönem Osmanlı politika ve diplomasi tarihi ile Türk siyaset hayatı konularında Türkiye’de ve Columbia, Wisconsin, Michigan ve Chicago Üniversiteleri’nde dersler veren ve seminerler yöneten Prof. Hanioğlu, Ahmet Ertegün Vakfı Başkanlığı, Yakın Doğu Çalışmaları Program ve Bölüm Başkanlığı görevlerinde bulundu. Geç Osmanlı dönemi tarihi alanında dünyanın önde gelen uzmanlarından birisi olarak kabûl edilen Prof. Hanioğlu, aynı zamanda, 19. yüzyıl entelektüel tarihinin en önemli kaynakları arasında sayılan pek çok eser ve makalenin de sahibidir. 2010’da TÜBİTAK Özel Ödülü’nü alan Prof. Hanioğlu, son olarak Gâzi Mustafa Kemal Atatürk’ün entelektüel biyografisini yayınlamış, 2012 yılında da Türk tarihini evrensel boyuta taşıması dolayısıyla Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Büyük Ödülü’ne lâyık görülmüştü.