Türkiye, bir yandan neredeyse olağan takvime bağlanmış gibi patlatılan bombaların ateşinde yanarken, bir yandan da dünyaya parmak ısırtacak suikastlere sahne olurken terörü yurt dışında karşılamamız gerektiğini düşünüyorum. Bu kanaatimle neyi kastediyorum? 1980lerin başında Orta Doğu coğrafyasında yaşanan siyasi değişikliklerle başladı her şey. 1979’da İran’da başarılan, başlangıçta kapsamlı bir ideolojisi olmayan, ama en büyük halk hareketlerinden biri olarak tarihe geçen İran devrimi, Orta Doğu’da kurulmuş olan dengeyi ciddi şekilde bozdu, devrimin etkileri Türkiye’ye, Afganistan ve Özbekistan dahil Orta Asya’ya kadar yayıldı. Büyük toplumsal hareketler böyledir. Ortak zeminler bulduğu yerlere çeşitli şekillerde tesir ederler. Devrim öncesi İran’da, ABD’ye ve Batıya sıkı sıkıya bağlı, aslında halkın olması gereken sınırsız petrol servetini Batıyla paylaşan, Batıca çağdaşlaşma yolunda emin adımlarla yürüyen bir rejim vardı. Şehinşah Rıza Pehlevi, Batıya hayran ve o ölçüde sadık, Batının değerlerini halkına tam benimsetmeye çalışan, ailesel iktidarını zaafiyetsiz sürdürmeyi amaçlayan, çok köklü Farsi geleneği ve tarihi ise yok farz eden, silmeye çabalayan bir diktatördü. Batılılaşmaya çalışan coğrafyalarda örnekleri olduğu gibi…Şehinşah Rıza Pehlevi, eşi Kraliçe Farah Diba, Hükümet ve Büyük Komutanlar.
Rıza Pehlevi’nin dillere destan güzellikteki ilk eşi Süreyya (Çocuk veremediği için boşandılar; prenses Süreyya olarak anıldı).
İran’da bir ilkokul.
Orta öğretim öğrencileri öğretmenleri ile geçit merasiminde.
Ve Şahın gençleri, subayları, öğretmenleri…
Aynı dönemde, halk içinde varlığı ciddi şekilde kabul gören Şia’nın, ülke dinamiklerinde siyasi ateşi sönük, tesiri zayıftı. Kum şehri merkezli örgütlenen mollaların vakti daha çok itikadi veya fıkhi tartışmalarla, ya da günlük uğraşılarla geçiyor, İran’da asıl muhalefeti TÜDEH, yani İran Komünist Partisi yapıyordu. Komünistlerin üniversitelerde, teknik işçi kesiminde, orduda, özellikle hava kuvvetlerinde ciddi ölçüde taraftarı vardı. Şah Pehlevi de esas olarak bu grupla siyasi mücadele içinde idi. TÜDEH’in üniversitelerde kullanılan bir afişi; yumruklar havaya !
O coğrafyada, o yıllarda, Mısır, Suriye ve Irak’ta Baas (Arap) milliyetçisi rejimler, daha güneyde, Körfez etrafında petrol zengini ülkeler İran gibi Batı için risk oluşturmuyorlar, kendi içlerinde yuvarlanıp giderken, zengin kaynaklar Körfez Araplarından doğrudan, Irak’tan da dolaylı olarak Batı’ya akıyordu. Öte yandan, ABD ve Batı’nın Orta Doğu politikalarında belirleyici faktörlerden en önemlisi olan “İsrail’in güvenliği” için de Mısır’daki Enver Sedat iktidarı ile sağlanan uzlaşma sonrası ciddi bir risk kalmamıştı. Yani Batı için Orta Doğu’da her şey yolunda gidiyordu. Tam da bu sırada olan oldu; İran halkı ayaklandı. TÜDEH sahnedeydi; caddeler öğrencilerle, işçilerle, esnafla doldu. Mollalar fakir halk kitlelerine öncülük yapıyor, Şia’nın heyecanını devrimin gücüne çeviriyorlardı. Artık önü alınamaz bir toplumsal dalga, bir halk hareketi İran’ı baştan başa sarmıştı. TÜDEH’in çağrılarına hava kuvvetleri subayları olumlu karşılık verip, ayaklanan halka katılınca, Şehinşah İran toprağını öperek İran’dan ABD’ye, bir daha geri dönmemek üzere ayrıldı, daha doğrusu sığındı. TÜDEH ve mollaların önderliğinde tarihin gördüğü en büyük halk hareketlerinden birisi olan “İran devrimi” hayata geçti. Dünya da, ABD de, diğer Batı da şaşkındı…Gençler sokaklarda…
Halk da öyle…
Ve Şah dönmemek üzere ABD yolunda.
Her devrim, varlığı, insanı ve hayatı kolayca açıklayan, derli, toplu, mütecanis, ama oldukça heyecanlı bir ideolojik yapılanmaya ihtiyaç gösterir. İran devriminin başlangıçta böylesi bir ideolojisi yoktu, o, komünist heyecan ve Şia imanının ateşi ile kızgın halk kitlelerinin alanlara çıkması sayesinde gelişti. İdeoloji sonradan getirildi; İran devrimi, ideolojisini devrimden sonra yazmaya başladı. Ama bunu da mollalar yazdı, diğer devrimci gruplar tasfiye edildi. Bu süreçte çok kan döküldü, çok cana kıyıldı; TÜDEHliler ve diğer Şah rejimi muhalifler ya asıldı ya canını kurtarmak için Batıya kaçıştı. Artık İran, çok değil devrimden bir sene sonra, sıkı bir “Cihad” ideolojisi ile bir molla/ŞİA rejimine girdi. Yeni İran rejimi kendini “İran İslam Cumhuriyeti” olarak adlandırdı, hemen ardından da ulusal ve uluslararası ilişkilerinde o konumlanmayı “Cihad” bayrağı ile katı bir şekilde uygulamaya başladı.Ayetullah (Allah’ın ayeti) Humeyni.
Şii mollalar yeni rejimin sahibi.
Batının, İran İslam Cumhuriyeti’ne karşı işbirlikçileri ile içerden yaptığı birkaç müdahale teşebbüsü sonuç vermedi. Artık dünyada, dünyanın yakın tarihlerde pek te şahit olmadığı “militan bir devlet” vardı. İran, topraklarında yoğun Şii nüfus barındıran Irak için de önemli bir tehdit unsuru oldu. Nitekim Iraklı Şii kabilelerin kısa süre sonra İran mollalarının tesiri altına girmesi üzerine, Irak toplumsal konsolidasyonunu sağlamak maksadıyla İran’a savaş açtı, Batı’da bu savaşı Irak yanında açıkça destekledi. Ancak olmuyordu, İranlı mollalar halktan can pahasına destek alabiliyor, kadın, yaşlı, çocuk, alınlarında kırmızı fedai bantlarıyla ölümüne cephelere koşturabiliyorlardı. Irak saldırısını atlatan yeni İran rejimi, hem ulusal güvenliğini sağlamak hem de cihadçı Şia’nın siyasi yönünü hayata geçirmek için ülke dışı örgütlenmelere başladı. İran tarafından kurulan ve örgütlenen Hizbullah, Lübnan’da, Orta Doğu tarihinde ilk kez İsrail’i ağır bir hezimete uğrattı, kelimenin tam anlamıyla İsrail ordularını Lübnan’a gömdü. Bu olay inanılmazdı; İsrail uzun bir aradan sonra yeniden güvenlik paniğine kapıldı, ABD ve diğer Batı ülkeleri hayretle süreci izliyor, analist kuruluşlar yeni gelecek analizleri peşine düşüyorlardı. İran devrimi, Şii nüfusun yoğun olduğu Irak, Lübnan ve Yemen’i doğrudan etkilerken, Sunni ağırlıklı nüfusa sahip ülkeler ve toplumlardaki İslami hareketlere de ciddi şekilde tesir etmeye başladı. Hizbullah’ın zaferi hiç kuşkusuz o ülkelerde kavram ve bakış değişikliklerine yol açtı, ümmetçi siyasetlerin heyecanını ve tabii umutlarını arttırdı; yeni örgütlenmeler gelişti… Sunni coğrafyada İhvan-ı Müslimin önemli bir çıkış örgütü oldu, Türkiye’de de öyle… Filistin’de Hamas, efsane El-Fetih’i siliyor, Mısır’da, Tunus’ta kalkan el İhvanlık romantizminin etkisiyle Türkiye’den üst irade düzeylerinde çok cidi destek alabiliyordu; kısacası “Arap Baharı” nın rüzgarı, özünde İran devrimi’ nin Sunni ülkelerde yarattığı ümmetçi romantizmin tesiriyle güçlü biçimde esiyordu. Şia’nın organize faaliyeti Batı için çok önemli olmayabilir, lokal coğrafya tesiri olarak kabul edilebilirdi, ama kabul edilemez iki durum vardı: 1. İsrail’in güvenliği, 2. Sunni ülkelerdeki İslamcı akımların yeniden tevhid ve fetihçi anlayışa dönüşmesi… Bugünlerde yaşananların kaynağı için yukarıdaki her iki gerekçeyi de önemsemek gerekir. İsrail’in Hamas’ın hakim olduğu bölgelerdeki ağır zulmü ve bu zulme Medeni Batı tarafından göz yumulması, dahası haklı görülmesi aslında bu güvensizliğin sonucudur. Hele Türkiye gibi bir dostun, dünyanın gözü önünde, doğrudan cumhurbaşkanlarını hedef alan çok ta haklı olan “siz öldürmeyi iyi bilirsiniz” ithamı, ardından Hamas’a sağlanan güçlü destek İsrail’i güvenlik şaşkınına dönüştürdü, tabii ABD’yi de ciddi bir endişeye sevk etti. Sunni nüfusun yoğun olduğu coğrafyalardaki İslamcı akımların dışarıdan nasıl göründüğüne dair eşsiz bir tecrübem var. Sizinle paylaşayım: 1987 yılında İsveç, Stockholm, Karolinska Hospital’e, bir süreliğine, mesleki bilgi ve görgü arttırmak için çalışmaya gittim. İlk günüm, öğretim üyeleri ile tanıştırılıyorum, bölümün araştırma başkanı, o zamanlar 60 yaşlarında, sıkı İsveçli Dr. Akelberg’e takdim edildim. “Merhaba”, “nasılsın” dan hemen sonra adam “Radikal İslamizmin Türkiye’de yükseldiğini duyuyoruz, ne diyorsun ?” diye sormaz mı? Şaşırdım, kaldım; ne demem gerektiğini o dar zamana sığdırmaya çalışırken, aklıma acaba bu adamın kafasını İran mı bulandırıyor diye geldi. “Türkiye ile İran arasında toplumsal farklılıklar çok derin, öylesi bir problem yaşamayız.” dedim. Adam “sizin problem yaşamanız önemli değil, o sizsiniz, asıl olan biz yaşamayalım” diye gülümsemez mi? Anlaşılan söyleyecek şeyleri vardı, lütfetti “sit down” dedi, yardımcısından kahve istedi, önlüğünün cebinden irice bir not defteri çıkardı, defterin son üç sayfası haritalar şeklindeydi. Gözlüğünü taktı, haritayı açtı “İran radikalizmi sadece bu bölgeyi etkiler” diye parmağını Orta Doğu üzerine bastı. Sonra Türkiye’den Viyana’ya doğru harita üzerinde bir yay çizdi, “Ama sizin radikalizminiz farklı olur, dininiz farklı bence, o fark sizi yeniden buraya kadar rahatça getirir.” dedi, “Buralarda hala çok kabul edilirliliğiniz var.” derken Balkanlar üzerinde gezdirdiği parmağını sonunda şak diye gözüme sokacak zannettim. Bir İsveçli kıdemli göğüs hastalıkları profesörün bu denli düşünebilmesi, hele hele “sizin dininiz farklı” demesi doğrusu beni çok etkilemişti. İşte Batı, bize ait coğrafyanın İslam yorumundan böylesi çekiniyordu. Bence bu yorumu da aslında “Türk milliyetçiliği” olarak değerlendirmek gerekir. Son otuz yılda ABD ve Batı’nın yukarıda sıraladığım iki ana nedenle bölgeye ait kavram tanımları ve gelecek beklentileri değişti, bu değişim güvenlik anlayışlarını ve kabullerini de değiştirdi: Hem İsrail’in etrafını güvenli hale getirmeliydiler, hem de İslam’ın tevhidçi – fetihçi yorumunun yeşerebileceği coğrafyayı da yeniden şekillendirmeliydiler. Bu arada petrol-ekonomik kaybı da olmamalı, hatta, fırsat bu fırsat petrol geliri daha büyük hisseler ile paylaşılmalıydı. Bu anlayış değişikliğini takiben Irak müdahalesi geldi, Türkiye’den Fetullah Gülen’in ABD’de kabul görmesi ve bütün Türk-İslam dünyasında örgüte ait okul ve yurt çalışmalarının ABD himayesi altına alınması bu tarihlere denk gelir, Rusya’nın o okulları “ABD ajanlığı yapıyor” diyerek kapatması da… Irak’ta işler yeterince olgunlaşınca Tunus, Libya ve ardından Mısır ayara sokuldu. Suriye yıkılmaya başlandı. Suriye’de tam da Özgür Suriye Ordusu Esed rejimini yok edecek hale gelmiş, Halep alınmış, Şam’a girilmişken, birden insani amaçla yapılanlar dahil muhaliflere tüm destek kesildi, Türkiye yalnız bırakıldı, IŞID ortaya çıkarıldı, Musul ve Rakka kurşun atmadan IŞID’a teslim edildi. Aynı anda tarihi coğrafyada ismi bile olmayan, Türkçe’de “Türkmen Pınarı”, Arapçada “Ayn-el Arab” adıyla bilinen bölgede ortaya “Kobani” diye bir coğrafya çıkarıldı, o bölge, üstelik te Barzani ve Türkiye’nin de desteği sağlanarak PYD/YPG’ye teslim edildi. Dahası ABD onlara küçük bir ordu da kurdu. Bu yapılanlar, aslında bir müttefik için inanılmaz bir durumdu; Türkiye’nin açık, kapalı bütün muhalefeti kulak ardı edildi. Şimdi Suriye yola koyuluyor. Önceleri tuhaf çatışmalar içinde olan IŞID, PYD/YPG ve rejim ittifakı sağlandı. Sonuçta Kuzey Irak’taki Barzani alanından Batıya doğru, hemen Türkiye topraklsrı altından PYD/YPG, yani bir PKK/Kürt hattı oluşturulmaya başlandı. Tabii bu hattın biraz güneyinde Irak ve Lübnan’dan gelen Şia etkisiyle, İran ve Rusya’nın Suriye müdahalesine göz yumularak, Halep’in alınamsı sonucu bir Şia kuşağı oluşturmasına da fırsat verildi. Batı’nın müsamahası ile tarihinde ilk defa İran Hazar denizinden, Akdeniz’e uzanıyordu. Yine son otuz yılda ilk kez PKK toprak ve hukuk kazanıyordu. Bu arada, çözüm süreci içinde uyuyan Türkiye, PKK’nın tahrik edici saldırıları ile uyandı. Türkiye’de de terör önce hendek savaşları şeklinde tırmandırıldı, o başarılı olamayınca bombalar takvime bağlanmış gibi periyodik olarak patlatılmaya başlandı. Kuzey Irak’ta daha organize daha güçlü bir PKK, Kuzey Suriyede de devletçik gibi bir PYD/YPG organizasyonları yapılmaya başalndı. İran, Hazar’ı Akdeniz’e bağladı… Kime karşı?
PKK yanlısı Kürtler, Irak kuzeyinden Akdeniz’e ulaşmak üzere… Kime karşı?
Rusya, tesirini Kafkaslar, Kırım ve Orta Asya’dan Orta Doğu’ya tek karar verici olarak taşıdı… Kime karşı? Kısacası Türkiye, Musul ve Şam’dan, Akdeniz’e uzanan coğrafyada; üstte PKK/Kürt kantonları, hemen altında Şia hattı ile muhasara altına alınmaktadır.Şimdi elde edilen erken sonuçlar şunlardır: 1. İsrail her zamankinden daha fazla güven altında. 2. Şia’nın artan bölgesel gücüne eşlik eden ve tarihte bir örneği olmayan Marksist-milliyetçi-seküler ideolojili PKK ile Türklerin İslam yorumunun hayata geçebileceği coğrafyanın tahribatı. O coğrafyanın en güçlü; Batı’ya uzanabilecek, bir medeniyet yaratabilecek tek aktörü kimdi? İşte hedef tam da o idi.
Peki orta vadede ne bekleniyor?
Çok açıktı ki bu seyir, aslında, Türkiye için o yırtıp, attığı SEVR’in yeniden dayatılması demektir. Planlara göre bundan sonra Kuzey Irak’ta Barzani etkinliği kırılacak ve oralarda da Batı’nın desteği ile PKK güçlendirilecek, PKK ile Talabani yanlısı Kürtlerin Basra’dan Akdeniz’e doğru bir devlet bütünlüğünde uzanmaları sağlanacak. Hemen alttaki Şia kuşağı ile de Türkler ile İslam coğrafyası arasına bir set gibi girilip, Kuzeyden güneye doğru, Türkiye’den Arap dünyasına doğru uzanaca Türkiye etkisi kırılacak. Bu arada yaşanacak olaylarla Türkiye – Şia gerilimi ile, İran coğrafyasındaki Güney Azerbaycan Türkleri ile Türkiye Türkleri arasında da derin kopmalar oluşturulacak. Bir taşla kaç kuş ? Tabii aynı anda Türkiye’nin güneyi de önce federasyona, sonra ayrışmaya zorlanacak. PKK’nın ve siyasi kuruluşunun Avrupa Birliğinde ve ABD’de bu kadar açık siyasi destek görmesi başka türlü nasıl açıklanabilir ? Suriye’den sonra sıra Türkiye’yi bölmeye gelmiş görünüyor. Bin yıllık tarihimizi durdurmaya çalışıyorlar, medeniyetimizi durdurdukları gibi.
Ve tabii, hemen ardından sırada Güney Azerbeycan ve İran yer alacak…Uzun vadede ise, hiç kuşkunuz olmasın hedefe İstanbul konulacaktır.
Bu süreçte Türkiye hata yapmaya edilgen hale getirildi, ama kendi iradesiyle de çok acı veren açık hatalar yaptı. Hem her türden barışçılar tarafından ve hem de siyasi irade tarafından bölücü Kürt hareketleri “bazı haksızlıklar ve baskılara karşı reaksiyonlardan kaynaklanmış, biraz da hak arayanların suistimal edildiği lokal terör hareketleri” gibi algılandı.O bedeli çok ağır olan “çözüm süreci” de bu masum anlayışın eseriydi. Bir başka büyük ve hala devam ettiğini düşündüğümüz hata da liyakata değil, siyasi sadakate göre işlerin yürütülmesidir. Nitekim, yakın zaman değin, aynı çizgide olduğu sanılarak, benden olanla çalışma anlayışı sonucu palazlanan FETÖ gibi bir yabancı kalkışma-tehdiş hareketi neredeyse başarılı oluyordu.
Kültür ve eğitim politikalarında daha ne hatalar yapıldı. Selçuklunun, Osmanlının, nihayet Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu asli unsuru olan “Türk” ismi bu coğrafyada unutturulmaya çalışıldı. İş o noktaya vardı ki, bir devlet büyüğü “Türk milleti” tabirini kullanınca adeta “Türk milleti” dedi diye sevinçten ağlayacak hale geldik. Öte yandan Anadolu’da birliğin çok önemli unsurlarından birisi olan Alevi Türklere sözde tamam ama pratikte hak ettikleri önem verilmiyordu.
Şimdi çoğu kişi ve siyasi irade yaşananların bir SEVR kalkıştırılması olduğunu, işin aslında Türkler için bir varoluş meselesine eriştiğini yeni yeni fark ediyor. Çok açık artık: Batı, İran ile, Irak ve Suriye ile, bölücü Kürtler ile, bir kısım Araplar ile Türkiye’ye, bize saldırıyor. Çocuklarınız SEVR’in çizdiği bir Türkiye’de, sömürge ülkede, zillet içinde yaşamasın istiyorsanız Türkiye’nin artık terörü sınırları dışında karşılaması lazım. Bunu ısrarla siyasi iradeye de vurgulamak gerekiyor. “Yurtta sulh cihanda sulh” umdesi işlevsiz artık, o başka zamanlar içindi. Hümanizmacı, Kemalist, Solcu, Ümmetçi her türden dinci arkadaşların ülkeleri için, vatanları için, milletleri için, “barış fantazileri”ni bir kenara bırakmaları lazım. Bu coğrafyadaki bütün sosyal ve siyasi kategoriler vatanı koruma kaygısında bir araya gelmeli, birbirine sıkıca ve güvenle sarılmalı, omuz omuza emperyalizmin karşısına dikilebilmeli. Siyasi irade anlamsız yatırımlara, şekli değişikliklere, seçimlere, şunlara, bunlara para harcayıp, duracağına Balkanlara, Güney Azerbeycan Türklerine, Kırım’a, Kafkaslara, Kuzey Irak ve Suriye Türkmenlerine ve dahi Orta Asya’ya sosyal, kültürel, hatta ekonomik kalkınmaları için, dimdik ayakta durabilmeleri için olabildiğince kaynak akıtmalı… İşte terörü yurt dışında karşılamaktan kastım budur: Etraf ve dünya Türklüğüne siyasi, kültürel, eğitsel, dini, maddi, askeri her türden destek… Onlarla ilgili yeni kurumlar, teşkilatlar, birlikler hatta bir bakanlık oluşturulmalı. Türkiye çevresindeki soydaş nüfusun 35-40 milyon, sadece İran’da 25 milyon, Orta-Asya ile neredeyse 100 milyon civarında olduğu, üstelik milli bilinçlerinin de Türkiye’deki soydaşlarından yüksek olduğu söyleniyor. İşte çevremizdeki bu Türk kuşağı bizim en büyük güvencemiz; yeter ki onu güvence olarak takdir edebilelim. Eğer göçmen Suriyelilere akıtılan kaynaklar bu coğrafyalara akıtılsaydı, Türkiye tarihinde hiç olmadığı kadar güven altında olacaktı ve stratejik gücü ile sadece bölgesel değil, küresel güç olarak da algılanacaktı. Acaba şimdi nasıl bir güç olarak algılanıyoruz; mahalli bir güç mü ? Öte yandan terör örgütleriyle, PKK ile, İŞID ile yurt içinde değil, kaynağında ve onlara destek olanlar da onlar gibi hedefe konularak mücadele edilmeli. Örneğin PKK şimdi Kandil’den çıkarılıp, daha organize halde Şengal bölgesine mi yerleştiriliyor, orası fiilen işgal edilmeli, destek olan Iraklı yöneticiler de mevkiileri ne olursa olsun hedefe girmeli, güvenlikleri risk altına sokulmalı. Yurt içi mücadelede tek cümleyle “var olmak için tehditi yok etme mücadelesi” olmalı. Oyun ancak böyle bozulur. Ama yetmez, aynı anda, bu coğrafyada bir Türk medeniyeti tasavvuru da geliştirilebilmeli ki bin yıl daha buralarda olalım.