Kırmızıların bu hafta iki yazıyla işlenen konusu: Akademisyenler. Öyle olunca ben de içerden birisi olarak düşüncelerimi, kanaâtlerimi yazmak istedim. İlk akademiyi kuran ve ismi kullananın Platon’dur. O günden bu yana akademisyenin birçok tanımlamaları olmuş; hikmeti arayan bilim insanı, hakikâti arayan ve tanıtan düşünce insanı, bilim üreten ve ürettiği bilimi eğitim ile aktaranlar… Bugün için genel bir tanımlamayla akademisyen denilince üniversite öğretim üyesi kast edilir; yani işi üniversitelerde araştırmalar yapan ve o konularda eğitim veren kişiler, akademisyenlerdir. Akademisyenin öğretmenden farkı, öğretmenin başkasının ürettiği genel-geçer bilgiyi aktarması, akademisyenin ise kendi ürettiği bilgiyi aktarmasıdır. Ancak, bu tanım, pratik hayatta her zaman olması gerektiği gibi yeterince işlemeyebilir.
Ülkemizde üniversite sayısı ve akademisyen sayısı nispeten hızla artıyor; yeni üniversiteler kuruluyor, yeni fakülteler açılıyor, yeni akademisyen kadroları oluşturuluyor. Buraya dikkat; “yeni akademisyen kadroları oluşturuluyor”… İşte Türkiye’de akademisyen sorunu da burada başlıyor; akademide oluşan akademisyen değil, dışarıdan içeriye oluşturulan akademisyen! Sonuçta da ortaya, 20 bine yakın profesör, 12 bin civarında doçent ve 30 bin civarında yardımcı doçent olmak üzere yaklaşık 60 bin akademik ünvanlı personele karşın küresel bilgi (bilim) üretiminde oldukça geri durumda aklıyoruz. Atıf ve patent sayısında da durum içler acısı halde. Bu durum, kimsenin aksini söyleyemeyeceği bir tespittir. Tabii son derece başarılı çalışmaları olan, kendi bilim alanında dünyaca iyi tanınan bilim insanlarımız var ve bunlar hiç durmadan üretiyorlar, ama bu yüz akı insanların sayısı o kadar kısıtlı ki. Peki, bunun nedenleri neler olabilir? Bu kadar akademik ünvanlı personele karşın Türkiye neden bilim üretiminde kenar köşe ülkelerden daha geride?
Türkiye’de akademisyen sorununu sadece onunla görevli insanlara ya da araştırma destek fonlarının yetersizliğine bağlamamak gerekir. Bu sorun, çok değişkenli nedenler taşır. Sırayla bu nedenlere değinelim:
A. İdari, yönetsel sorunlar:
- Üniversitelerdeki merkezi otoritenin artan gücü: Türkiye topraklarında, son yüzyılda, üniversiteler yönetimsel olarak optimal yararlı dönemi 1900 – 1930 yılları arasındaki dönemde yaşadı. Sonrası 1930-50 arası yönetim baskısı ve zihniyet değişimi, 1950 – 1980 arası yeni zihniyete, değişime ve içe kapanmaya kontrolsüz teslimiyet dönemi, 1980 – 2000 arası yeniden dışa açılma ve toparlanma gayretleri, 1995 – sonrası taraflılaşma ve siyasi otoriteye bağımlık dönemi. Son yirmi yıl içinde üniversite yönetimlerinin tamamen siyasi otoriteye göre belirlendiği, siyasi parti il yönetimleri veya önemli siyasi kişilerin tesirleriyle rektörlerin atandığı, o rektörlerin de kendilerini atayan iradeye bağlı kaldıkları bugün yaygın olarak öne sürülen iddialardır. Bilimin özgür ortamını siyasetin kıskacı içine almanın, bilim üretiminin gücünü büyük ölçüde ortadan kaldırdığı akademik hayatta iyi bilinen bir gerçektir.
- Üniversite idaresini oluşturmak üzere rektörlerin bir ön seçimle belirlenmesi, rektör adayları için bazı bilimsel kriterlerin (asgari akademik standartlar) olmaması: Rektör adayları için bir takım ön kriterlerin olmamasının, niteliksiz kişilerin de aday olabilmesine yol açtığı öne sürülmektedir. Atamada son kararı da siyasi otoritenin vermesi nedeniyle, bu niteliksiz adaylar içinde öne çıkanların da “siyasi irade ile yakınlık gösterisini en iyi yapabilenler olduğu” yaygın olarak iddia edilmektedir. Tabii bu iddialar doğruysa, etkin araştırmalar yapamamış, kendi alanında bırakın uluslararası düzeyi, ulusal düzeyde bile tanınmayan rektörler, araştırma planlaması, araştırma yönetimi, bilimsel metodoloji den bȋ haber olduğundan, üniversitenin bu asli görevlerini yapabilmesi için gerekli zeminleri oluşturmada yetersiz kalırlar; çünkü, o işleri bilmezler, bilemezler.
- Rektörlere iki dönem görev hakkının verilmesi ve yüksek performans, yolluk gelirleri: Rektörlerin, maaşları dışında üniversitelerin döner sermayelerinden aldıkları performans ve görev gelirlerine bakarsak, rektör ve diğer performans alabilen idareci olmanın, kısa sürede zengin olabilmenin en iyi yollarından birisi olduğunu düşünebiliriz. Örneğin tıp fakültesi olan bir üniversitenin rektörü, maaşı hariç yılda yaklaşık 180-230,000 TL civarında döner sermaye geliri elde edebilmektedir. Bu miktar, bir dönemde 800,000 TL, eğer iki dönem rektörlük olursa neredeyse 1,7 milyon TL’ye kadar bir servete karşılık gelmektedir. Hal böyle olunca, “rektörlerin ilk dönemlerini, ikinci dönem seçimi için yatırım yapmakla geçirdikleri” üniversitelerde yaygın konuşulan konulardan birisidir. Bu durumdaki rektörlerin hem akademik kadro tahsislerinde, hem de araştırma kaynak aktarımlarında yetkilerini kendilerine oy verecek kişilere ya da bölümlere doğru çevirmesi yadırganmamalıdır. Örneğin, Bilimsel Araştırma Fonları’nda biriken paralar, araştırmalara değil, oy potansiyeli olan bölümlere -kitabına uydurulmuş içi boş projelerle- kaynak, donanım, malzeme aktarımında kullanılabilir. Akademisyen kadroları ise hak edenlerden çok yakınlık ve olası oy verme potansiyeli olan kişilere doğru tahsis edilebilir.
Tabii bu niteliksiz idare sorunu iddiaları gerçekten bu düzeyde ise, ki etrafımızda örnekler bulmak pek de mümkün görünüyor, bu halin fakültelere, enstitülere, aşağıya doğru uzayıp gitme riski, pratik hayatta çok beklenen bir durumdur.
B. Akademisyen kadrolarına atamalarda ve yükseltmelerde liyakat sorunu:
Liyakatsiz atamaları anlatmaya bir ironi ile başlayalım. İki ayrı akademisyen düşünün; birisi gece gündüz çalışan, odasından, laboratuarından çıkamayan, yemeğe bile gidemeyen, bir arkadaşı geldiğinde onunla konuşmayı zaman kaybı gören, ama dünya bilimine yönlendirici katkılarda bulunan, uluslararası düzeyde saygınlığı olan akademisyen. Diğeri ise profesör olduğu için veya profesör olacak kadar yayınını tamamlamış doçent olduğu için artık çalışmayı çok ta umursamıyor, derse öylesine giriyor, laboratuarın yolunu da unutmuş. Ama her öğlen yemeğe gidiyor; neşeli, şakacı, güldüren, kulisçi. Benzer arkadaşlarıyla arada bir odalarda gün yapıyorlar, çay partileri, zamanlı ziyaretler… Araştırma mı ? Gerek yok ki, artık olacağını olmuş. Uluslararası düzey mi ? Aman canım, Türkiye’de hiç olur mu öyle şey, zaten elin oğlu yapıyor, biz biraz okur, ders olarak anlatır, üstelik ders ücretini de alırız ! Ne dersiniz ? Siz ce hangi öğretim üyesi rektör için kıymetlidir ? Tabii ki ilk örnek hemen aklınıza geleni olacak ? Ama hayır ! Bu basit sorunun cevabı pek trajikomik: İkinci tip akademisyen rektörün gözdesidir. Çünkü onun çevresi geniştir, popülerdir, iyi çal-çenedir, arkadaşları çoktur, hatırı boldur, kulis yapar, oy toplar veya yönlendirir; aman ona dikkat; o el üstünde tutulmalı; yanına birisini isterse hemen alalım, çünkü o da bize oy verebilir ! Diğeri mi ? Yani o dünyaca bilinen, devamlı bilgi üreten mi ? Yahu o çok bilimselmiş ama a-sosyal adam, kişiliği mi bozuk ne, bu kadar çalışma mı olur ? Zaten işi olursa oy vermeye bile gelemeyebilir, belki de unutur. Birisini yanına isterse aman almayalım, o da onun gibi olur; boşa gider oy potansiyeli akademik kadromuz; üniversitelere böyle asosyal adamları da sadece iyi bilim yapıyor diye almamak lazım ! İlim işi sadece okuyup, yazmakla, araştırma yapmakla, bilgi üretmekle olamaz ki, bilimsel bir hal, bilimsel bir tavır, bilimsel bir yürüyüş, bilimsel bir gülüş, bilimsel bir oturup – kalkma vardır (!). Bir rektörün, onunla ne işi olabilir ki ? Bu hal inanılmaz ama Türkiye’nin çoğu üniversitesi için doğrudur diye belirtilmektedir. İlk örnekte kendini bulan ülkemizdeki pek çok bilim insanının önünde saygıyla eğiliyoruz. Bu trajikomik benzetme sonrası atama sorunlarına sırayla değinelim:
- Akademisyen kadrolarına ilk-erken atamalarda da liyakât sorunu yaşanmaktadır: Örneğin yardımcı doçentlik atamalarında kurulan jürilerin rektör / dekan yönlendirmesi ile kurulduğu pek çok üniversitede şikayetlere konu olmaktadır. O akademisyenin çalışacağı birimlerin bu atamalardaki etkisi istenildiği gibi kaldırılabilir. Başlangıç kadrolarına çoğu zaman siyasi veya idari otorite de tesir edebilir haldedir. Doktora yapmış, epey yaşında, emekliliği yaklaşmış memurlar, öğretmenler, uzmanlar bu kadrolara siyasi desteği buldu mu bir şekilde atanabilirler. Kadro yanına öyle bir özel şart yazılır ki, örneğin “şu konuda uzman olmak gereği”. Bu genellikle boş bir ön gerekliliktir; genellikle kişinin doktora tez konusu o uzmanlık olur. Böylece bir başka aday, ne denli başarılı, hırslı, heyecanlı, meraklı, azimli olursa olsun; çat ! Kapı yüzüne kapanmıştır, ama bir özel kişiye açılmıştır. Sözleşmeli olan bu atamalarda, iki yılda bir yükseltilme yapılır, ancak kriterler çok uygundur, kaldı ki kritereler oluşmazsa bile mahkemeler kriterleri tutturamayanların kadrolara iadelerini hemen yapabilir. Anlattıklarımız, çoğu üniversitelerde konuşulan yaygın şikayetlerdir.
- Doçentlik jürileri: Türkiye’de akademisyen için en keskin viraj doçentlik sınavıdır. Çünkü, doçentlik sınavına girebilmek için ön şart olarak biri ilk isim olmak üzere üç adet yabancı yayın şartı vardır. Eğer bu şartı aşarsanız, işin neredeyse olduğu söylenir. Çünkü doçentlik jurilerinde, son dönemlerde özel seçimler yapıldığı, adaya göre jüriler kurulduğu iddia edilmektedir. Hal böyle olmasa bile, bir aday sınav için başvurduğunda hemen kulisler başlayabilir. Jüri üyeleri, eş, dost, ahbap, arkadaş ve hatta idareci telefonlarıyla taciz, bir nevi baskı altına alındıklarından sıklıkla yakınmaktadırlar. Hatta jüri üyeleri arasında senin-benim adamım anlayışında kişiler varsa, bu işlev çok daha etkin olabilir; adamı olan doçent, olmayan ise çoğunlukla hava almaktadır. Akademisyenlikte liyakat adına en keskin viraj da burası olmaktadır; çünkü artık kalıcı kadrolar alınacaktır; niteliksizlerin niteliksizliklerini bir sürü paraşütle aşabildiği viraj işte burasıdır…
- Profesörlük yükseltmeleri: Eğer doçentlikte beş yılınızı tamamlarsanız, bu sürede de 3-4 makale yazarsanız, artık iş, rektörünüzün sizi uygun görüp (!), sizin için profesör kadrosu açmasına kalmıştır. Kadrolar açılır, ama kadro yanına da, adaya işaret eden özel şartlar yazıldığı gazetelere bile konu olmuştur. İdare beş kişilik jüriyi kurar. Hal böyle seyretmiş ise artık size düşen sadece gelecek olumlu raporları beklemektir. Hatta ilk üç hafta sonrası kızabilirsiniz de; “canım şu raporu niye göndermedi, bekletip, duruyor, bak benim ayda birkaç bin lirama mal oluyor, bu parayı bana niye kaybettiriyor, ne de duyarsız adammış !” gibi.
- Türkiye’de akademik kadrolar devlete aittir, Maliye Bakanlığı’ndan çıkar: Kişi o kadroya kalıcı olarak atanır, bir aldı mı ünvanı bir daha keçi çobanlığı bile yapsa bırakmaz. Örneğin doçent ise; üniversite içinde de doçenttir, dışında da; neredeyse ehliyetine bile doçent yazdırır, mezar taşına da. Şimdi aynı atamayı ABD için yaşayalım: Bir üniversitenin bir bölümü, bir pozisyon için açık ilan verir; örneğin “cerrahi bölüm direktörlüğü”, ilanda o pozisyon için ön şartları ve beklentileri de açıkça ve uzun uzun belirtir. O pozisyona adaylar başvururlar. Aday dosyası dikkatle incelenir, kıyaslanır, uygun birkaç tanesi mülakata alınır. Sonuçta birisine; “sizi bu özellikleriniz nedeniyle doçent ünvanı ile yıllık vergi hariç şu kadar USD kesin gelirle üç yıl için alabiliriz” teklifi yapılır. Aday kabul ederse alınır, etmezse kendisine başka yer arar, teklif bir başkasına yapılır. Kişi sadece üniversite içinde doçenttir. Ünvanı üniversite içinde geçerlidir. O üniversiteden ayrılır, bir başkasına belki yardımcı doçent, belki profesör olarak girer. Her üniversitenin ünvan kriterleri başka, başka olabilir. Dışarıda sâdece yalın ismi vardır.
Türkiye üniversiteleri için en önemli sorun buradadır; liyakâtsiz kişilerin akademisyenliğe başlamaları ve yükselerek devam etmeleri. Ne yazık ki şu anda akademide olanlara göre daha liyakâtli olanların dışarıdaki yekunü epey tutar.
C. Akademisyen gelirleri:
Ülkemizde ana akademisyen gelirlerini sabit kaynaklar oluşturmaktadır. Yani, garanti olan düzenli maaş, ders ücreti. Maaş, Türkiye’de her üniversite ve il için aynıdır. Ders ücreti de saat başına aynı. Ancak ders ücreti akademisyen için artı ek gelir oluşturmakta ve ne kadar fazla ders yazarsanız o kadar fazla gelir elde edildiği için, neredeyse günlük mesai saatinin (akademisyen için mesai saati olur mu ayrı bir sorun), yani günlük 8 saatin tamamında derse giren arkadaşlar görünmektedir. Bu gelir kapısı bölüm içi çekişmelere de yol açmaktadır. Tabii bu durumda hangi saatlere bilimsel araştırma zamanı kalıyor, bu pek te konuşulan bir konu değildir. Bir diğer ek gelir kaynağı da döner sermaye – performans geliridir. Bu kalemde de yapılan fiziki işe göre gelir elde edilmektedir, yani devlet hastanelerinde çalışan doktorların kriterlerine göre.
Bilim üreten ülkelerde ise akademisyen gelirlerinin büyük kısmını yürütülen araştırma gelirleri oluşturur. Avrupa Birliği ya da ABD araştırmaları alır da yürütürseniz, hem araştırmacıya hem de kurumuna ayrı ayrı ciddi miktarda ödeme yapılır. ABD’de araştırmacının sözleşme yenilenmesi için bu tür araştırmalar yürütmekte olması belki de en önemli tercih kriteridir. O meşhur laboratuarları devlet kurmaz, alınan araştırma fonlarıyla kurulurlar. Biz de ise şöyle denmektedir: “Devlet laboratuar kurdu da araştırma mı yapmadık ?”. İşte iki zihniyet arasındaki fark. Kişinin sabit maaşı olunca ve kalıcı da kadrosu… Ülkemiz de de akademisyen geliri hızla bu değişime uğramalı, ana geliri alınan araştırma fonları oluşturmalıdır. Performans geliri ise tamamen bilimsel yayın, uluslararası aktivite ve patent kriterlerine göre dağıtılmalıdır. Maaş düşük mü ? Akademisyen istediği yere gidip, orada çalışabilir…
D. Araştırma fonları:
Türkiye’de büyük araştırma fonları TÜBİTAK ve Kalkınma Bakanlığı’na aittir. Gerçekten bu fonlarda ciddi paralar vardır. Ancak bu fonların daima idari ve siyasi otoriteden etkilendiği hep dile getirilen iddialardır. Eğer başvuru tecrübeniz varsa, bu iddialar doğru herhalde dedirtecek olaylara da maalesef şahit olursunuz. Özellikle, yakın zamana kadar TÜBİTAK üst yönetiminin oluşturulma sürecinde yaşandığı iddia edilen olaylar en önemli bilim destek merkezimiz için insanın yüreğini burkmaktadır. Kalkınma Bakanlığı destekleri için durumun çok daha vahim olduğu iddia edilmektedir. Bu desteklerin tamamen rektör ve ilin siyasi otoritesince belirlendiği yaygın kabul edilen ve yadırganmış bir görüştür. Bu durumda da desteğin rektör beklentisinden (rektörlerin seçim savaşından) etkileneceği kaçınılmaz iddialar olacaktır. Üniversitelerin bilimsel araştırma fonlarındaki işlev ise sıklıkla idarenin belirlediği yönde olabilir. Kaynakların önemli kısmı mevzuata uygun olmasa da bölümlerin temel ihtiyaçlarına harcanabilir.
E. Bilim felsefesi ve metodoloji bilgisi sorunları:
Gelişmiş ülkelerde, daha eğitimin başında genel olarak bilim felsefesi ve metodolojisi tartışmalarına yer verilir. Yani her lisans öğrencisinin Karl Popper, Thomas Kuhn, Farabi gibi önemli bilimcilerin bilgi tezlerinden iyi bir okuyucu düzeyinde haberi vardır. Akademisyenliğe adım atanlar için bu kişiler ve bu konular olağan sohbet konusudur. Bilim metodolojisi ise olmazsa olmaz bilgi ve kullanılabilir yetenek. Ama Türkiye’de (konuya ait sosyal bilimcileri hariç tutarsak) akademisyenlerin çok çok büyük kısmının ilgi alanı asla bu yöne dönmez; bilim felsefesi, bilim tarihi ve bilim metodolojisi bilmeyen bilim üreticileri (!). Bu kısırlık aslında onların eksiği değildir, sistem maalesef böyle akademisyenler yetişmesine neden olmaktadır. İşte bu durum akademisyenlerin gerçek bilgi üretimiyle değil de edilgen bir şekilde bilgi aktarımlarıyla temayüz etmelerine yol açmaktadır; yani, üniversitelerin yüksek lise, akademisyenlerin de yüksek öğretmen olmalarına.
F. Bilimde taraf olma – az gelişmiş ülke zihniyet sorunları:
Bilindiği gibi bilim, içinde üretildiği çevrenin zihniyet ortamından, yani sosyal paradigmadan etkilenir ve yönlenebilir. Bu demektir ki bilim, bilimi üreten insanın zihni yapısından, ön kabullerinden etkilenerek şekillenir. O nedenle bilim, bilim tarafsızlığından mutlak manada bahsedilse de taraf olmaktan kurtulamaz. İşte bu taraf hali, Türkiye gibi gelişmekte olan ülkelerde çok daha fazla kendisini gösterir. Çevre, hangi zihni tarafın etkisiyle oluşuyorsa bilim insanları da o tarafın etki alanına katkı sağlarlar. 27 Mayıs 1960 öncesi ve sonrası, 1970li yıllar, 1980 sonrası, meşhur 28 Şubat ve şimdilerde siyasi iradeye yakınlık dönemi… Olaylar ve yaşananlar çok açık değil mi ? İşte bilgiyi üretecek zihniyetiniz, eğer başka dünya görüşlerinin tesiriyle yarı sömürge aydın zihniyeti ile şekillendirildi ise, üreteceğiniz bilgi de o istenilen yönde olur. Aslında bilim felsefesinin şu günlerde daha da berraklaştırılan analiz ve yorum konularından birisi olan bu alanı, bir başka sonraki yazıya bırakalım.
Bu yazıda, Türkiye’de, akademide yaşanan zemini ve akademisyenin gelişimini, mevcut halini, onları ortaya çıkaran ön plandaki nedenlerle özetledim. Asla mevcut akademisyenleri suçlamıyorum; hal bu; yetişme ve çalışma tarzı bu; ne yapabilirisiniz ? Konu tamamen bir sistem ve zihniyet sorunudur. Çözümü de ancak yeni bir medeniyet anlayışının zihin çözümlemeleriyle geliştirilebilir. Bize ait bir felsefeye -ki buna bir Türk felsefesi de diyebilirsiniz, ona dayanan bir dünya görüşüne, o dünya görüşünün vaâz edeceği bir ahlâk sistemine, kısacası her şeye yeniden başlamaya ihtiyaç var. Bu ihtiyaç gün gibi ortada, güneş gibi aşikâr.