Yoksa başlığa gene “Oğuz Uykusu” mu demeliydim…
Son yıllarda bâzı muhâfazakâr çevrelerde gittikçe genişleyen bir Mevlânâ aleyhtarlığı gözlüyorum.
Esâsen bu üzüntü verici durumu sırf bir mutasavvıfımıza husûmet perspektifine indirgemek yanlış. Bütün mefâhirimize karşı yürütülen imhâ, saldırı, muhabbeti nefrete çevirme, düşmanlık üretme malzemesi yapma… gibi her türlü fırsatın, ihtimalin millet aleyhinde değerlendirildiği, ihanetin kol gezdiği bir devirden geçiyoruz.
FETÖ olayını yalnızca bir askerî darbe ihanetine indirgemek nasıl olayın binde birini bile görmemekse, millî varlığımızın bânîlerine dönük sistematik saldırıları, gözden ve gönülden düşürme çabalarını yalınkat algılarla geçiştirmekte de aynı oranda bir aymazlık vardır. O dinî söylemlerle verilen asprinlere mukabil, derhal adeta beyinlerine siyanür zerk ettikleri gençlerimiz! İşte milletlerine ateş açan zombiler.
Bunların asker üyelerinin tahribatını gördük.
Ya üniversitedeki üyeleri?
Ya medyasıyla zehirledikleri?
Ya överek öldürdükleri?!
Ya diplomatlarının yurt dışında asırlarca zehir akıtacak faaliyetleri?
Ya dünyada aleyhimize işleyen binlerce okullarından yetiştirdiklerinin çabalarının zâyiâtı?…
Müceddidî Said-i Nursî fikriyatından çıkan tabiî sonuç bu!
Ya diğer Müceddidî mihraklardaki taassup? En azından taassup! İşin ihanet kısmına hâlâ uyanamayan ricâle de yuh olsun! Şimdi utanmadan çökerttikleri Osmanlı’nın verâset dâvâsındalar hem de! Ruhunu tekfirde, çürütmekte yüzyıllarca yarıştıkları Osmanlı’nın mirası da onlarınmış!
Bir devir milliyetçi kılıkla Türklüğün imhasına çalışıldı, bir zaman liberalizm ve sosyal demokrasi maskesiyle etnikçilik köpürtüldü, şimdi de uzun sürmüş bir mahrumiyet sonunda din alanında serbest bırakılan topluma din diye zehirli bir kurgu yutturuluyor.
En tahripkâr hamleler, en savunmasız zemin ve zamanlarda, gardımız düşmüşken, en bizdenmiş makyajlı topluluklara yaptırılıyor…
…
Önce, kendimizi tüketme bahsinde 16. YYdan sonraki Eş’arîleşme süreci, üzerine gelen Müceddidiyye âfetiyle taklit ve akıl düşmanlığı batağına saplanmıştık. Başta medresemiz olmak üzere, tedricen bütün kurumlarımızda yükseliş sırlarımızdan uzaklaşmış, öz değerlerimize “küfür” yaftasını yapıştıran yaklaşıma esir olmuştuk. Asırlar içinde o çürütücü zihniyetin bütün potansiyellerimizi tüketen sonuçları, bizi, bu defâ Batı paradigmasına teslim olmaya mecbur etti.
Son yirmi seneden beri ülkemizde Türk Müslümanlığı kavramı konuşuldu. İlk itirazların sesi zamanla kısıldı. İmam Mâturidî-Yesevî-Hanefî terkibi anlayışın tarihte oynadığı yaratıcı ve yükselten rol, ucundan kıyısından görülür hale geldi.
Buna şükretmemek imkansız.
İlim ve felsefeye dair Eş’arî/Müceddidî çevrelerden kaynaklanan menfî tutuma, anlaşılır açıklamalarla itiraz eden bir aydınlık düşürüldü.
Bu millî bir uyanıştır!
Sn. Cumhurbaşkanımızın İmam Maturidî türbesine devletin yüksek bürokrasisi ve hükumet temsilcileriyle birlikte ziyaretiyle, o tartışmaların en açık ve millet evlatlarını sevince gark eden sonucu elde edildi. Devletimiz, medeniyetimizin “kurucu aklı”yla buluşmuştu.
İnşaallah o hamlenin devamı da gelecektir umudundayız. Başta Diyanet İşleri Başkanlığımız olmak üzere kurumlarımızın bu uyanışa katılması, destek vermeleri millî bir görevdir.
Ülkemiz, Eş’arileşme bakımından üç yüz yıllık, batılılaşma bakımından ise yüzyıllık fetret ve gaflet hücresinden çıksın artık.
Buna ne kadar hamd edilse azdır.
*
Ancak,
Bu defâ da önümüzde devâsâ bir mesele var. Medeniyetimizin tekrar güncellenmesi, çağın ve fizik realitenin şartlarıyla uyumlu olarak yeniden üretilmesi!
Bu büyük mesâîye nereden başlanacaktır?
Elbette ki kaynak ve kurucu isimlerin son derece titizlikle tekrar gündemimize alınması ilk şart olacak.
Bu meyanda başta İmam Maturidî olmak üzere Hoca Ahmed Yesevî, Haci Bektaş Velî, Mevlânâ Celâleddin, Sadreddin Konevî,… hattâ Şah İsmâil dahî bu kategoride şimdiki ihtiyaçlarımız bağlamında tekrar “okunacak”lardır. Bilhassa düşmanın, oryantalist kütüphanesi sayesinde, medeniyetimizdeki çatlakları kullanmakta son derece mâhirleştiği günümüzde, ümmetimiz içindeki büyük çatlamalardan evvelki müşterek otoritelerin değeri fevkalâde artmıştır. İran-Turan çatlağını da, Alevî Sünnî çatlağını da, Selefîlik- güncellik gerilimini de önceleyen bir stratejiyle düşmana fırsat yaratmadan medeniyetimizin tedavisi gerekiyor…
Hedefimizi belirledikten sonra da o pâk ecdâdın kapısını çalacağız.
Güzergâhımızın böyle olacağı, azcık nüfuz-ı nazarı olanlarca derhal görülür.
Bence görülmüştür!
Üstelik bunu yalnızca biz görmedik! Bütün düşman cephesi de dost görünümlü taassup kafilesi de görmüştür. Hem de biz daha kendi reçetemizi üretmeye davranmadan, onlar temiz sularımızı zehirlemeye koyulmuşlardır.
*
Art arda gelen bazı açıklamalar, akademiklik makyajına bürünmüş “cemaat” ünsiyetli kalemlerden çıkma makaleler, tezler…
Türkler pagan ve Şamanist kâfirlerdi zâten, bu kafile indinde… Töreleri vahşetti…
Topuna göre Farâbî, İbn-i Sinâ zaten, Gazâlî’den beri eski kâfirdi!
Kimisine göre ise, Yusuf Has Hâcip, kendisinden beşyüz sene sonra doğacak birilerine tâbîdir!
Kimisine göre 13. YYın büyük sûfîsi Muhyiddin-i Arabî, günümüzdeki küresel sermayenin ideologu olmaktadır!
Kimisine göre Hoca Ahmet Yesevî’nin Anadolu’yla, Anadolu’da boy göstermiş mutasavvıflarla, Tapduklarla, Yunuslarla, Hacı Bektaşlarla hiiiiiç alâkası yoktur, Horasan Evliyası söylemi bir ahir zaman efsânesidir…
Vs., vs….
Bu iddiâların mâsum akademik tezler olduklarından kim şüphe eder ki?!!! Delilli, belgeli! Jürilerden geçmiş!!! Yaa… Hem de prof hepsi…
Tam derde devâ olmaları mevzu-ı bahis iken!!!
*
Hele hele söze girerken dediğimiz iddia!
Hz. Mevlânâ’nın büyük dostu Hz. Şems, Hasan Sabbah’ın adamıymış!
Bak bak bak…
O halde çiz üstünü koca Rûmî’nin… Seni gidi “Haşhâşî”!!!
Hem onun ithâmı bir tutarsa var ya, gitti koca bir Mevlevî Şâirler topluluğu!
Ne Galip Dede, ne Esrâr Dede kalır… O hattatlar, ebrucular, minyatür ustaları vs…
Kezâ yüz yıldan beri bir türlü yok edilemeyen Klasik Türk Mûsikîsi yok mu, işte onun da beli kırılmış demektir! Bırak o müzik Ermeni’nin, Rum’un olsun! Zaten çalıp tapulamaya da pek hevesliydiler.
Ortada ne İsmâil Dede Efendi kalsın, ne Itrî, ne şu ne bu Mevlevî bestekâr. Ne Bayram tekbiri, ne Salât-ı Ümmiye…
Mûsikî repertuarımızdaki bütün Âyin, Miraciye, Kâr, Beste vs… formların ruhuna Fatiha!
Mevlevî âdâbı, folklorü, semâı, evrensel tezlerinin millete verdiği güç!..
O “Aşk Peygamberi” diye tavsif olunan ulular ulusu Molla Hünkâr’ı, yetmiş iki milletin sevgilisini hangi topluluk kendinden saymak istemez?!
Canım kim isterse onun olsun!
Verin gitsin İran’a…
Ve…
Hangi düşman milletimize böyle bir kayıp verdirecek neticeyi bayram sebebi saymaz?
*
Herhalde: “Kâfir ağlar hâl-i perîşânıma” sözünün zuhur ettiği zamanların kâfirlerinde o merhamet varmış.
Artık şu “İslamofobi” artı “Türkofobi” devrinde bir ağlayanınız bulunmayacağından kesinlikle emin olabilirsiniz…
Bu nasıl iştir? Bu arkadaşlar arsında Pier Loti kadar olsun hassasiyet taşıyan, kadir bilir birileri yok mudur?
13 Ekim 2017
Dr. Sait Başer