Türkiye’de Kitle Partisi Olabilmek

Esat ARSLAN

1940’ların ortalarında çokpartili siyasetin başlamasından sonra, Türkiye’deki kurulan tüm siyasi partilerin iddiası, hemen herkesi kucaklayan bir parti olabilmeyi hedeflemeleriydi. Diğer bir deyişle neredeyse hemen hemen her partinin iddiası ve ütopyası kitle partisi olabilmek olarak belirlenmiştir.  Şüphesiz bu bir parti ütopyasıdır. Söylemlerine göre kitle partilisi olduğunu iddia eden partiler, “efendim, benim partililerim, rozetlerini de takarlar, kartlarını taşırlar, eh, aidatlarını da ödeyenleri de vardır, bu nedenle bizim parti kitle partisidir.” Bu bir tipik Aristo Mantığı yaklaşımıdır. Yanlıştır. Bu önerme şuna benziyor; “Yerin kulağı vardır, benim de kulağım var, o halde ben yer miyim?” buna verilecek cevap da zaten, bellidir, ben “yemem” olabilir, kısaca. Şimdi isterseniz, biraz da realiteye dönelim. Türkiye’de bilinen bir gerçektir ki, parti ve parti üyeleri arasındaki bağların gevşek olması, üyelik aidatlarının çok cüzi miktarlarda olmasının yanı sıra, bunların ödemesindeki düzensizlik nedeniyle, parti gelirlerine aidatların katkısı yok denecek kadar az bir meblağ olarak yansımakta olduğudur. Para, partinin yaşayabilmesi için olmazsa olmazlardandır. Peki, o zaman bir parti yaşayabilmesi için finansmanını nereden sağlayabilecektir? Ama unutmayalım, Türkiye’de hemen her sahada başvurulan “Devlet Baba” geleneği burada da egemendir.  “Harç bitti yapı paydos” olamayacağına göre, partiler de devlet tarafından finanse edilmektedirler. Partilerin finansmanında, devlet tarafından mali yardımın yapılmasında, seçim sonrasında partilerin aldıkları oylara göre veya TBMM’de sahip oldukları sandalye sayısına göre olmak üzere iki yöntem uygulanmaktadır. Türkiye’de genel barajı aşmış bulunan siyasi partilere her yıl hazineden ödenmek üzere mali yardım yapılmaktadır.[1] Seçim sonuçlarına göre parlamentoya temsilci gönderemeyen siyasal partiler yardımdan mahrum bırakılmaktadır. Bu durum o siyasi partinin bir sonraki seçimlere hazırlanmasının önünde engel teşkil etmekte, devletin partilere yaptığı mali yardım ilkelerinden olan “Hakça Yardım” ilkesine de aykırı düşmektedir. Baraj sisteminin uygulandığı seçim sistemlerinde, barajı geçemeyen partiler yardımdan yararlanmamakta, devlet yardımı parlamentoya temsilci gönderen partiler arasında bölüşülmektedir.

Siyasi Partiler, 1971 anayasa değişikliğinden beri büyük ölçüde devlet yardımı ile varlıklarını sürdürmektedirler. Buna göre, alınan oylarla orantılı olarak en son genel seçimlerde yüzde 7‘den fazla oy elde eden partilere devlet yardımı sağlanmaktadır.  Şüphesiz, hazineden alınan yardımların rahatlığı, beraberinde halktan kopukluğu da beraberinde getirmiştir.  Hiç aklınıza gelmesin, “efendim bu merkez sağ partiler de, efendim bu merkez sol partilerde olmaz” demeyin, çünkü bu bir demokratik pekişme sorunudur.  Bu demokratikleşme meselesi günümüzde de geçerli olan “Genel Merkezleşen Partiler” sorunsalını gündeme taşımıştır. Bunun doğal bir sonucu olarak, parti tabanı kavramı hızla yok olmaktadır ve parti önderleri kendileriyle uyumlu olmayan yerel örgütleri kolaylıkla görevden alabilmektedir. Hatta öyle ki, bir bakarsınız, bir gecenin sabahında, bir ilçe, hatta parti il yönetim kurulu görevlerinden alınmışlardır. Parti sistematiğinde tabandan tavana doğru bir bilgi alışverişi olması gerekirken, bu karşılıklı bilgi teatisi ya devam etmemekte ya da itibar edilmemektedir. Genel merkezlerdeki parti bürokrasisinin yönetiminde, profesyonel kamuoyu araştırma ve tanıtım uzmanlarınca yönlendirilmeye başlanmıştır. Mali ve idari yönden etkisiz üyelik kurumunun tabanda denetimi de olmayınca, parti merkez yönetimi seçmen istemlerinden çok, merkezde üretilen politikaların pazarlanmasıyla uğraşır hale gelmişlerdir. Mali yönden güçlü parti genel merkezleri, “parti disiplini” adı altında merkeziyetçi eğilimleri daha da artmıştır. Sistemin kartelleşmesini teşvik eden Hazine yardımına bağımlılık, demokratikleşmeden uzak parti sisteminde statükoyu koruyan bir konumu daha da güçlendirmiştir.

Bir başka konu ise Partiye yapılan özel bağışlar meselesidir. Özel bağışlar partiler için önemli gelir kaynağıdır. Kuşkusuz bu durum iktidardaki partiyi diğerlerine göre daha fazla mali bakımdan güçlendiren bir unsur olarak görülmektedir. Ayrıca Birçok Avrupa ülkesinde, ABD’de ve Japonya’da siyasete yasa dışı para girişi 1970’ler de başlayarak yaygınlaşmıştır. Unutmamak gerekir ki, elimizde Türkiye için bir veri bulunmamakla beraber, ABD’de, özellikle başkanlık seçimlerinde, denetimsiz para (soft money) olarak tanımlanan, kayda geçirilemeyen bağışlar yüz milyonlarca dolara ulaşmaktadır. Çeşitli çıkar gruplarından ve uluslararası kuruluşlardan sağlanan gizli ya da açık bağışlar, son yirmi yıldır partilerin başlıca gelir kaynakları arasındadır. Yine unutmadan geçmeyelim, FETÖ geçen ABD Başkanlık seçimlerinde Başkan Adayı Hilary Clinton’a yüklüce bir miktar maddi yardım yapmıştır. Hani bizde de bu durum yaygındır, “efendim kazanırsanız sizden bir gün, bir ricamız olur” mantığı egemendir. Partilere bu denetimsiz para akışı yaygınlaşınca, siyasi partilerin karıştığı, bağlantıları sınırları aşan yolsuzlukların sayısı da artmıştır. Kapatılan Refah Partisi’nin “Kayıp Trilyon” davası ile Almanya eski şansölyesi Helmut Kohl’un kabul ettiği ve 1999’ un sonunda ortaya çıkan gizli hesap skandalı bu konudaki örneklerdir.  Bu konudaki en son örnek ise eski Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy’nin 2007’deki cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Arap Baharı kapsamında linç edilerek öldürülen Libya Lideri Kaddafi’den kampanyasına usulsüz şekilde mali kaynak sağladığı iddialarıdır. Fransa medyası, Nicolas Sarkozy’nin yolsuzluk ve nüfuz ticareti suçlamalarından yargılanacağını duyurmuştur. Sarkozy iddiaları reddettiği gibi, “hayatının cehenneme döndüğünü” söylemektedir.

Siyasi partilerde üyelik kavramı sosyalist partilerle birlikte 20.yüzyılın başlarında ortaya çıkmış ve sonradan diğer partiler tarafından uygulanmaya başlanmıştır.[2] Siyasi parti tüzüklerinde üyelerin parti ilke ve prensipleri açıkça yazılmıştır. Siyasi partilerin ülke düzeyinde örgütlenmiş olmaları genel özellikleri arasındadır. Partiler programlarını toplumun tabanına daha iyi anlatabilmek ve onların oylarını kazanabilmek amacıyla örgütlenmelerini en küçük birimlere kadar kurarlar. Örgütlenmeden esas parti ikliminin canlı tutulması tüm ülke sathına yaygınlaştırılmasıdır. Siyasi Partilerin ayrımsallığın belirteci olarak taşıdıkları rozet ve kartlar ile son derece cüzi aidatlarını ödemeleri değildir. Bu tür bir öbekleşmenin  o partiyi kitle partisi yapmayacağı gibi, böyle bir kitleye sahip olmalarından dolayı, onları kitle partisi konumuna yükseltmeyeceği açıktır. Olsa olsa bu öbekleşmeye, futbol takımı taraftarlığı kadar olmasa bile zayıf bir “Parti Taraftarlığı” denilenebilir.  Peki, şimdi neden böylesine bir önermede bulunuyorum, biliyor musunuz, sevgili okurlar? AKP hariç, birçok yerel parti örgütü, özellikle de nispeten az gelişmiş bölgelerde, seçimler arasında pasif durumda kalmakta ve üyelerine siyasal eğitim ve endoktrinasyon verme konusunda çok az şey yapmakta ya da hiçbir şey yapmamaktadırlar. Kuşkusuz partilerin genelde yasama dönemi başlamadan milletvekillerini Kızılcahamam’da kampa almalarını bu önermeden vareste tutuyorum. Tabii bu bir gözlemdir. Unutmayalım bir zamanlar FETÖ’nün Abant ve Kızılcahamam toplantılarını da unutmayalım. Parti üst düzey elemanlarını eğitimleri ve endoktrinleşme çalışmaları “Parti Kitleselleşmesi”nin içerisinde mütalaa edilmemektedir. Benim ifade etmeye çalıştığım, kesintisiz bir program dâhilinde parti faaliyetlerine katılımdır. Parti faaliyetlerine katılım, iki ileri düzeydeki milliyetçi partide, MHP ve HDP’de en yüksek seviyede bulunurken, AKP liderliği azim ve kararlılığı ve sürpriz bir biçimde Saadet Partisi bu konuda medya ve sosyal medyanın olanaklarını kullanmaları parti tabanına sahibiyetliği nedenleriyle bir farkındalık yaratabilmektedirler. Üye sayısı az olmasına karşın, BBP ile Vatan Partisi bu öbeğe yakın olarak görülmektedir.  Diğer iki merkez sağ yeni kurulan İYİ Parti ve DP ile merkez sol DSP bu ıskalada en düşük seviyede bulunmaktadır. 1950’lerden ana muhalefet partisi işlevini üstlenen merkez sol partisi CHP’nin yeri ise bu iki uç nokta arasında alt seviyelerde bulunmaktadır.  Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da ise esamisi bile okunmamaktadır.

Türkiye’de kitle partisi olunamamanın bir başka önemli özelliği de birçok seçmenin partilere hevesle oy vermemesi ve partiler arasında bir “ehven- i şer” seçim yapmakta olma gerçeğidir. Bu çarpıcı tespit, parti sistemindeki partilerin örgütsel zayıflığının yanında, birçok yeni demokrasilerde de akut bir rahatsızlık olarak görülmektedir. Bu tam anlamıyla profesyonelleşen parti içi kadroların, yönetici kadrolara geçişi zorlaştırma gayretlerinin yanında, kemikleşmiş duruşlarıdır. Kısaca seçmeni her ne şekilde olursa olsun, yönetim kadrolarından uzaklaştırmalarının seçmen üzerindeki olumsuz tutum ve hayal kırıklığına uğramanın dışa yansımasıdır.  Üzülerek ifade etmek gerekir ki, Türkiye’de üç kurum, dernekler, sendikalar ve partiler adeta profesyonelleşmişlerdir. Eğri oturup, doğru söyleyelim, hasbelkader bir kere seçilmiş olanlar seçildikleri makam ve mevkilerini bırakmama eğilimindedirler. 12 yıl Erciyes Belediye Başkanlığı yapan 32 yıldır da Kayseri Şoförler ve Otomobilciler Odası Başkanı 76 yaşındaki Ali Ateş, yeniden 4 yıllığına başkan seçilmesi bu savımızı güçlendirmektedir. Bir başka göreve seçilenler bile bir önceki mevkilerini bırakmama eğilimindedirler. Örneğin CHP’den milletvekili seçilmesine rağmen Türkiye Şoförler ve Otomobilciler Federasyonu’nda (TŞOF) 25 yıldır, Türkiye Esnaf ve Sanatkârları Konfederasyonu’nda da 16 yıldır sürdürdüğü başkanlık görevlerinden ayrılmaması bu savımızın tipik örneklerden sadece biridir. Ayrıca sağlık, yaş haddi nedeniyle görevlerinden ayrılması durumunda da nepotik bir davranışla bu tür görevleri en yakınlarına bırakma eğilimindedirler. Bunu başka bir şekilde izah etmek mümkün görülmemektedir. Bunun adı doğrudan doğruya oligarşik bir demokrasi olmamakla birlikte güdümlü bir demokrasidir.

Örgütsel olarak, Türkiye’deki siyasi partilerin hemen hepsi benzer özellikler ortaya koymaktadırlar. Bunun nedeni açıktır. 1983 Siyasi Partiler Kanunu [3]şöyle ya da böyle standart bir örgütsel model empoze etmesidir. [4] Bu model olağan ya da olağanüstü parti kongreleri, ulusal ve taşra (il/ ilçe) düzeyinde seçilmiş yürütme kurullarını içermektedir. Gerek 1965 gerek 1983 Siyasi Partiler Kanununa göre ilçeden daha aşağı seviyelerde parti örgütlenmesine izin verilmemektedir. 1960 öncesi köylerde ve mahallelerde bulunan Parti Ocakları 1960-61 döneminde askeri idare tarafından yasaklanmış ve bu yasak 1965 ile 1983 Siyasi Partiler yasası ile devam ettirilmiştir. Bu kanunun düzenlediği örgüt modeli demokratik ilkelerle uyumlu görülmektedir. İl/İlçe Başkanlıkları ve yürütme kurulları Genel Merkezin güdümünde ilgili partinin İl/İlçe Parti Kongreleri tarafından seçilmekte, böylece parti üyelerinin hepsinin temsil edildiği düşünülmektedir. Genel çerçeveden bakıldığında söylenebilir ki, parti içi demokrasi karmaşık bir kavramdır ve parti içi demokrasi anlayışı ve uygulaması da her siyasi partiye göre değişiklik göstermektedir. Oysaki parti içi demokrasi partide demokratik bir yönetimin kurulmasına ve karar sürecinde katılımın artmasına katkı sağlar. Ancak realitede siyasi partilerde parti disiplini algısı parti liderine ve yönetime bağlılığın bir göstergesi olarak görülmektedir. Parti disiplini parti yönetiminin kararlarının parti üyeleri tarafından sürekli kabul edilmesi, biat kültürüne göre itaat edilmesidir. İtaat etmeyenler uygulanan çeşitli yaptırımlarla sistem dışına, daha doğru bir ifadeyle parti dışına çıkarılmaktadır. Çokpartili siyasetin başlamasından bu yana kurulan tüm partiler, öncelikle parti kurucu heyetinin almış olduğu örtülü tedbirlerle son derece yüksek bir parti disiplini içerisinde hareket etmektedirler. Örneğin görevlerinin sonlandırılmasına daha on altı buçuk ay olmasına karşın milletvekilleri tekrar seçilmeme riski,  prestij ve mali kayıplarını neredeyse dikkate almaksızın, örneğin AKP iktidar partisi 24 Haziran 2018 erken seçim kararı alınmasında büyük bir disiplin örneği göstererek özveri göstermesini milletvekillerinden istemiştir.  Bu durum yasama dönemlerinde yapılan tüm oylamalarda da kendini göstermektedir. Herhangi bir oylama sırasında lehinde ya da karşı oy verme durumu adeta blok halinde cereyan etmektedir.  Bir demokratik kural olarak herhangi bir konuda çekimserlik bile parti disiplini bakımdan uygun karşılanmamaktadır. Parti çizgisinden sapma genellikle nadirdir, eğer böyle bir şey olursa, itaat etmeyen milletvekili, demokratik kuram ve kuralların geçerli olduğu bir ülkede -belki de en son düşünülmesi gereken- partiden ihraç edilmeyle sonuçlanmaktadır. Yapmış olduğu eyleme bakmaksızın, ister sağcı ve isterse solcu partiye mensup milletvekili olsun, o partiyle ilişkisi kesildiği gibi, partiden de dışlanmaktadırlar. Koalisyon dönemlerinde parti içi hizipçilik yaşanmış olmakla birlikte, genel olarak TBMM’deki partilerde, parti birliği ve parti içi dayanışma daha fazla gösterilmiştir.

Hem tarihsel olarak hem de günümüzde bütün siyasi partiler, örgütsel davranış olarak oligarşik eğilimler göstermektedirler. Bilinen ve yadsınamayan bir gerçektir ki, siyasi partilerin hemen hepsi aşırı derecede merkezileşmiştir. Siyasi partilerin merkez yürütme kurulları biat ve itaat etmeyen yerel kurulları feshetme yetkisine sahip bulunmaktadır.[5]  Seçim kaybetme dâhil olmak üzere parti liderlerinin başarısızlıklarında liderlerin değişmesi nadir ve istisnai koşullarla mümkün olabilmektedir. Bunun doğrusu bu durum neredeyse imkânsızdır. DSP Lideri Bülent Ecevit, Refah Partisi Lideri Necmettin Erbakan ve MHP lideri Alparslan Türkeş partilerini çeyrek yüzyıldan daha fazla yönetmişler, yakalamış oldukları siyasi parti liderliğini hayatları boyunca korumuşlardır. 1964’den 1993 yılına kadar AP ve DYP’nin lideri olan Süleyman Demirel, Turgut Özal’ın görev başında vefat etmesi üzerine anayasa gereği bağımsız konumdaki Cumhurbaşkanı makamına seçildiğinden bu görevinden ayrılmak zorunda kalmıştır. Şimdilerde ise, Partili Cumhurbaşkanlığı sistemine geçmiş olduğumuz günümüz ortamında Siyasi Parti liderliği yaşam boyuyla eşdeğer hale gelmiş bulunmaktadır.  Bu durum seçim kampanyalarında kendini daha da belli etmektedir. Parti liderlerinin güvenirliliği ve diğer kişisel nitelikleri partilerin sorunlar hakkındaki fikirlerinden çok daha önemli görülmektedir.  Bu durumun doğal bir sonucu olarak, seçmenler parti isminden çok kendi kişisel ve ulusal amaçlarıyla bütünleştirdikleri parti liderlerini, siyasi partiden daha çok benimsemektedirler. Daha doğru bir ifadeyle bu kampanyalar sırasında parti isimlerinden çok parti liderlerinin isimleri daha görünür hale gelmektedir.

 Şimdi de gelelim TBMM için milletvekili aday belirleme işlemlerinin demokratik lup olmamasına. Kısdaca ifade edilecek olursa, aday belirleme üzerindeki merkezi kontrol, parti içi oligarşik eğilimlerin hem nedeni, hem de sonucudur. Siyasi Partiler Kanunu aday seçme usulünü parti tüzüğüne bırakmaktadır. Eğer partiler parti adaylarını, bütün kayıtlı parti üyelerinin ya da o seçim bölgesinde, bunların seçilmiş delegelerinin katılabileceği seçim yoluyla belirlemeyi seçerlerse -ki bu durum son derece nadirdir- bu seçimler yargısal denetim altında yapılmasını gerekli kılmaktadır. Ancak bu yöntem, yakın dönemdeki seçimlerde nadiren kullanılmıştır ve bütün partiler adaylarını parti liderleri tarafından güçlü bir biçimde kontrol edilen merkez yürütme kurulları yoluyla belirleme eğilimindedir. Bu nedenle bu aday belirleme yöntemi en fazla merkezileşmiş ve oligarşik yöntemlerden biri olmuştur. Parti belirleme işlemi liderin iki dudağının arasında olduğu için, sadakat yöntemi liyakate tercih edilmektedir. Bu bakımdan akraba ve adam kayırmacılığı, öznel ve adil olmayan şekilde yapılan ayrımcılık ve nepotizm, Türk Demokrasisinin en büyük hastalıklarından birisi olarak günümüzde de devam etmektedir. Türk seçmeni kendine hizmet edecek olana değil,  liderin kafasındaki adama oy vermektedir. Bir başka ifadeyle Türk seçmeni Parti Genel Başkanının memurlarını seçme zorunda bırakılmaktadır.

Sonuç

Türkiye’de bir siyasi partinin kitle partisi olabilmesi ancak ve ancak çağdaş Türk demokrasinin tüm kuram, kural ve kurumlarındaki yöntem ve örgütlenmesinde demokrasinin pekiştirilmesi ilkelerinin tabandan tavana kadar tüm katmanlarca benimsenmesine ve uygulanmasına bağlıdır. Bu durumun doğal bir sonucu olarak siyasi parti disiplini ve parti içi demokrasinin sağlanması için siyasi parti lider ve yöneticilerinin parti içinde her kademede adalet ve eşitliği mutlaka koruması ve keyfi idareden uzaklaşması gerekli görülmektedir.  Parti içi uzlaşma ve hoşgörüye yer verilerek üyelerden başlayarak partinin her kademesinde eksikliği görülenlerin eleştirilmesinin ötesinde yapıcı yaklaşımlar tekrardan günümüze uyarlanacak şekilde Siyasi Partiler Kanununun genel ilkelerini oluşturmalıdır. Kısaca Siyasi Partiler Kanunu milletvekili adayını dar bölgede belirlenmesine imkan verebilecek ve seçmene hesap verecek bir konumda olacak şekilde behemahal değiştirilmelidir.

Kitle partisi olabilmenin en çarpıcı yönlerinden birisi siyasi partilere yapılan devlet yardımından vazgeçilmesi esas olmakla birlikte, hiç olmazsa geçiş döneminde halen yapılmakta olan devlet yardımında uygulanan yöntemin değiştirilmesi, milletvekili genel seçimlerde kullanılan oyların yüzde beşini alan partilere mali yardım yapılması sağanmalıdır. Seçimde başarısız olunması durumunda ise devlet yardımının kesilmesi düşüncesi o siyasi partiyi seçimi kazanma isteği ile daha demokratik örgütlenme ve çalışma ortamına götüreceği açıktır, sevgili okurlar. Benden söylemesi.

[1] Siyasi Partiler Kanunu (Resmi Gazete ile Neşir ve İlânı: 24 Nisan 1983 – Sayı: 18027 Düstur, Tertip 5,  c.22) Kabul Tarihi: 22 Nisan 1983;  Kanun No: 2820, Ek Md. 1

[2] Ali Fuat Gökçe, “Siyasi Partilerde Parti İçi Demokrasi ve Disiplin Algısı: Türkiye”, Gaziantep Üniversitesi Akademik Araştırmalar ve Çalışmalar Dergisi, Gaziantep, Yıl 5 – Sayı 9 – Kasım 2013, s 69

[3] Siyasi Partiler Kanunu (Resmi Gazete ile Neşir ve İlânı: 24 Nisan 1983 – Sayı: 18027 Düstur, Tertip 5,  c.22) Kabul Tarihi: 22 Nisan 1983;  Kanun No: 2820

[4] Ergun Özbudun, Çağdaş Türk Politikası, Demokratik Pekişmenin Önündeki Engeller, İstanbul, Şubat 2003,  s. 79

[5] Ergun Özbudun, age, s. 79

Yazar
Esat ARSLAN

Esat Arslan, İstanbul’da 15 Nisan 1947 tarihinde doğdu. İlk ve orta öğrenimini İstanbul’da; yükseköğrenimini Ankara’da tamamlayan Esat Arslan, Savunma Bilimleri, Kamu Yönetimi dallarında yüksek lisans; Türkiye Cumhuriyeti Tarihi da... devamı

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen