Türkiye ekonomisinin 2001 krizi sonrasında önemli sorunlarından birisi yüksek oranlı işsizlik oldu. 2001 krizine kadar yüzde 7 – 8 arasında oluşan işsizlik oranı krizle birlikte iki haneye yükseldi ve bir daha da eski düzeyine inmeyerek yüzde 12 – 13 arasında gerçekleşir oldu. Aslında konu ettiğimiz resmi işsizlik oranı. Bir başka ifadeyle bilgilerin toplandığı son 4 haftada işsiz olup da iş arama kaynaklarına başvuranların işsiz olarak değerlendirilmesiyle oluşan oran. Bu işsizlerin sayısından daha fazla sayıda insan işsiz olduğu halde son 4 hafta içinde iş arama kaynaklarına başvuruda bulunmadığı için işsiz kategorisine dâhil edilmiyor. Oysa bunlar da işsiz. Onları da katarak bakarsak geniş işsizlik oranı denilen bir oran çıkıyor karşımıza ki bu oran yüzde 27 dolayında. Türkiye’nin gerçeklerine en uygun olan tanım bu tanım, yani gerçek işsizlik oranı yüzde 27. Bu çok yüksek bir oran ve bu sorunun çözülmesi gerekiyor.
*****
Bu yazı Sayın Dr. Mahfi EĞİLMEZ’in Kendime Yazılar isimli yayınağından alınmıştır.
Dr. Mahfi EĞİLMEZ
Yüksek Enflasyon ve Yüksek Faiz Sorunu
Türkiye’nin çok uzun bir süredir yüksek enflasyon sorunu var. Yüksek enflasyonun varlığı faizlerin de yüksek olmasına yol açıyor. Enflasyon sorunu döneme bağlı olarak farklı nedenlerden kaynaklanarak çözümsüz biçimde ekonominin tepesinde duruyor. Son birkaç yılda enflasyonun temel nedeni TL’nin yüksek dış değer kaybı yaşaması. Türkiye’nin üretimde kullandığı girdilerin (hammaddeler, ara malları ve makine teçhizat gibi sermaye malları) önemli bölümü ithal ediliyor. O nedenle TL’nin yabancı paralara karşı değer kaybı bu girdilerin pahalanmasına ve dolayısıyla da üretim maliyetlerinin yükselmesine yol açıyor. Üretim maliyetleri yükselince de ister istemez bu artışlar fiyatlara yansıyor ve enflasyona neden oluyor. TL’nin değer kaybı süreklilik gösterdikçe enflasyon da süreklilik sergiliyor. Enflasyon yükseldikçe faizin yükselmesi de kaçınılmaz oluyor.
Bu sorunu çözmenin ilk yolu TL’nin değer kaybını önlemektir. Türkiye bunu 2003-2010 döneminde başardı, bankacılık reformu, kamu mali disiplininin sağlanması ve AB ile tam üyelik müzakeresi çerçevesinde riskleri düşürdü, kredi notu yükseldi, CDS primi düştü, riskler düşünce bütün ekonomi toparlandı, TL’nin değer kaybı duruldu, enflasyon düştü, faizler düştü.
İşsizlik Sorunu
Türkiye ekonomisinin 2001 krizi sonrasında önemli sorunlarından birisi yüksek oranlı işsizlik oldu. 2001 krizine kadar yüzde 7 – 8 arasında oluşan işsizlik oranı krizle birlikte iki haneye yükseldi ve bir daha da eski düzeyine inmeyerek yüzde 12 – 13 arasında gerçekleşir oldu. Aslında konu ettiğimiz resmi işsizlik oranı. Bir başka ifadeyle bilgilerin toplandığı son 4 haftada işsiz olup da iş arama kaynaklarına başvuranların işsiz olarak değerlendirilmesiyle oluşan oran. Bu işsizlerin sayısından daha fazla sayıda insan işsiz olduğu halde son 4 hafta içinde iş arama kaynaklarına başvuruda bulunmadığı için işsiz kategorisine dâhil edilmiyor. Oysa bunlar da işsiz. Onları da katarak bakarsak geniş işsizlik oranı denilen bir oran çıkıyor karşımıza ki bu oran yüzde 27 dolayında. Türkiye’nin gerçeklerine en uygun olan tanım bu tanım, yani gerçek işsizlik oranı yüzde 27. Bu çok yüksek bir oran ve bu sorunun çözülmesi gerekiyor.
Bu sorunun çözüm yolu da büyük ölçüde riskleri düşürüp doğrudan yabancı sermaye yatırımlarını Türkiye’ye çekerek üretimi ve ihracatı artırmaktan geçiyor.
Açık Vermeden Büyüyememe Sorunu
Türkiye ekonomisinin bir başka uzun geçmişli sorunu açık vermeden büyüyememek olarak karşımıza çıkıyor. Türkiye ekonomisi ya bütçe açığı ya da cari açık vererek büyüyebiliyor. 2001 krizine kadar tercih bütçe açığı vererek büyümekti. Kamu kesimi gelirinden fazla harcama yaparak (farkı da borçlanarak) ekonominin büyümesine öncülük ediyordu. O dönemlerde bütçe açıkları GSYH’nin yüzde 10’u dolayındaydı. 2001 krizi sonrasında kamu mali disiplini çerçevesinde bütçe açıklarının düşürülmesi eylemine girişildi ve bütçe açıkları oldukça azaldı. Buna karşılık bu kez özel kesim açık verip borçlanmaya ve cari açık yükselmeye başladı.
Türkiye aslında dünyadaki birçok ekonomi gibi ikiz açık (hem bütçe açığı hem de cari açık) veren bir ekonomi. Her iki açığın da yüzde 2 – 3 dolayında olması ya da birinin yüzde 2 diğerinin yüzde 4 olması fazla sorun yaratmıyor. Sorun yaratan her iki açığın da bu oranların üzerine çıkması. Örneğin bütçe açığı yüzde 3-4 ve cari açık da yüzde 4-5 ise o zaman sonraki döneme devredilmiş sıkıntılar ortaya çıkmaya başlıyor. 2020 yılsonu itibarıyla Türkiye’nin bütçe açığı yüzde 3,5, cari açığı da yüzde 5. Bir başka ifadeyle ikiz açığın ikisi de sorunsuz yönetilebilir oranların üzerine çıkmış bulunuyor.
Bu sorun 2020 yılında büyük ölçüde Covid-19 salgınıyla ortaya çıkmış bir sorun. Ne var ki bu sorun 2021 yılının en azından ilk yarısında devam edecek gibi duruyor.
Yüksek Risk Sorunu
Türkiye yalnızca ekonomik açıdan değil sosyal ve siyasal açıdan da yüksek riskli bir ülke. Risklerin yüksekliğini ölçmekte kullandığımız iki ölçü var: İlki kredi ölçüm kuruluşlarının yaptığı ülke kredi değerlemesi ve buna göre verdikleri notlar. Bu notlar AAA’dan (en iyi) başlıyor F’ye (en kötü, batık) kadar iniyor. Bu sıralamada BBB yatırım eşiği olarak kabul ediliyor. Bu notun altındaki dreceler spekülatif (yüksek riskli) derece olarak görülüyor. Türkiye’nin kredi notu üç büyük kredi derecelendirme kurumu olan Moody’s’den B2, Standard and Poor’s’dan B+ ve Fitch’den BB-. Bir başka ifadeyle Türkiye kredi derecesi olarak üç kurumda da yüksek riskli ülke olarak değerlendiriliyor. İkinci ölçü CDS primi. Türkiye’nin CDS primi uzun süredir 300’ün üzerinde. CDS primi 100’ün altındaki ülkeler düşük riskli, 100 – 200 arasındaki ülkeler orta riskli, 200- 300 arasındaki ülkeler yüksek riskli, 300’ün üzerindeki ülkeler ise aşırı riskli kabul ediliyor.
CDS primi ülkenin borçlanma kâğıtlarının maliyetini belirliyor. Risk ne kadar yüksekse faiz de o kadar yüksek oluyor.
Çözüm Yolu
Türkiye, bugüne kadar bu sorunları çözme girişimlerine hep sonuçtan; enflasyonu, hatta ondan önce faizi düşürmeye çalışarak başladı. Bu girişimlerinin karşılığında bazen kısa vadede iyi yanıtlar alır gibi olunca da yöneticiler sorunun bu yolla çözülebileceği yanılgısına kapıldılar. Bu, yeni bir yanılgı değil. Yöneticiler değişse de aynı yanılgı uzun yıllardır tekrarlanıyor. Bu yanılgı, yöneticilerin, risk yaratan yaklaşımların kendi kararlarından doğduğunu kabul edememelerinden kaynaklanıyor. Neden yerine sonuçtan çözüme gitme yaklaşımıyla enflasyonda kısa süreli düşüşler gerçekleşti. Ne var ki bu olumlu sonuçlar vade uzayınca kayboldu. Bir başka ifadeyle Türkiye bu olumlu havayı sürdüremedi. Çünkü riskler ortadan kalkmamış, azaltılamamış hatta artmıştı. Bir başka deyişle sonuçtan giderek nedeni çözmek mümkün olmadığı gibi risklerin de artmasına yol açılmıştı.
Riskleri ortadan kaldıramadığınız ya da en azından azaltamadığınız bir ortamda çözümler hep geçici olmaya mahkûmdur. O nedenle Türkiye’nin kesin çözüm elde edebilmek için sonuçtan değil nedenden yola çıkarak riskleri kaldıracak ya da azaltacak adımları atması gerekiyor.
YAZININ TAMÂMINI OKUMAK İÇİN LÜTFEN TIKLAYINIZ