Eyüp Ersegün KAHRAMAN
İslam’ın 611 yılında tebliğ edilmesiyle 150 yıl gibi kısa bir zaman dilimi sonrası İslâm alemi altın çağına ulaşmış, bu çağ yaklaşık 700 yıl sürmüştür. VIII-XV. yüzyıllar arasında süren bu çağ esnasında Endülüs, Osmanlı, Selçuklu hükümranlıkları ile kültürel, siyasi, ilmi vb. gibi bir çok alanda İslâm alemi zirveyi yaşamıştır.
XVI. yüzyıl ile Batı’daki skolastik düşünce Rönesans, reform gibi aydınlanma hareketleriyle sallanmaya başlamış ve sonunda da yıkılmıştır. Kültürel ve ilmi çalışmaların hızlanması, özgür düşüncenin doğuşu ile Batı dünyası, gelişmesini engelleyen putları yıkıp sanayi devrimine kadar uzanan bir yolculuğa çıkmıştı. Bu yolculuğun sonunda dünyadaki kültürel, ilmi terazi batı dünyası kefesine kaymıştır. Bu gelişmelere ek olarak misyonerlik faaliyetlerinin tekrar hızlanması, oryantalizmin doğuşu gibi faktörlerle Batı, dünyayı kendi aleminden aydınlatmaya başlamıştır.
“Geride” kaldığının farkına varan İslâm âlemindeki fikir adamları kendini tekrar ihya edip, ekonomide, eğitimde, uluslar arası ilişkilerde, siyasi iktidarlarında eski ihtişamlı zamanına dönmek, olumsuz gidişata dur demek için şahsi olarak siyasi ve entelektüel faaliyetlere giriştiler. Bu faaliyetler devamında düşünce dünyasında oldukça etkili olan kolektif hareketlere dönüştü.
İhya, tecdid, ıslah faaliyeti olarak bilinen hareketler daha sonraları “İslamcılık” olarak isimlendirilmiştir[1].
Bu isimlendirilmeye İsmail Kara şöyle açıklamaktadır;
“19-20. Yüzyıllarda, İslâm’ı bir bütün olarak (inanç, ibadet, ahlak, felsefe, siyaset, hukuk, eğitim vd.) yeniden hayata hâkim kılmak ve akılcı bir metodla Müslümanları, İslâm dünyasını batı sömürüsünden, zalim ve müstebit yöneticilerden, esaretten, taklitten, hurafelerden kurtarmak; medenileştirmek, birleştirmek ve kalkındırmak uğruna yapılan aktivist, modernist ve eklektik yönleri baskın siyasi, fikri ve ilmi çalışmaların, arayışların, teklif ve çözümlerin bütününü ihtiva eden bir harekettir.”[2]
Tanımlamanın ardından değinmemiz gereken bir nokta da İslamcılığın farklı bir isimlendirilmesidir. Bu da İslamcılığın “İslâmî Nizam” anlayışıdır. Bu anlayışa göre İslamcılık, okumuşların, aydınların fikirlerinden oluşan hayat rehberidir.[3]
Yazının devamında bahsedeceğimiz ‘‘İslamcılık’’ ihya, tecdid, ıslah faaliyeti anlamında olacaktır.
İslamcı düşüncenin kurucuları dünya genelindeki Müslüman toplumların hemen hemen bütün tabakaları arasından çıksa da meselenin ‘‘lokomotifliğini’’ ve çoğunluğunu modern eğitim süreçlerinden geçmiş, teknik mânâsıyla, aydın diyebileceğimiz kesim üstlenmiştir. Bu kesimin üzerinde konuştuğu, eserler neşrettiği konuları şöyle sıralayabiliriz:
- İlk Kaynaklara Dönüş: Müslümanların gerilemesinin sebebi temel kaynaklardan binaenaleyh İslamiyet’in özünden, İslam’dan uzaklaşmaktı. Bu sorunu ortadan kaldırmanın yoluysa tekrar Kur’an ve sünnete sarılmak ve Asr-ı saadete dönmektir.
- Terakki için İçtihat: İslamiyet, zamanın getirdiği değişiklikleri, ihtiyaçları karşılayacak kültürel, siyasi, sosyal, ekonomik vb. muhtevaya sahipti. Bu kaynağa bağlı aklı kullanarak gerçekleştirilebilirdi, bu sebeple kapanan içtihad kapısı yeniden açılmalı, yeni hükümler üretilmeli, mezhep taklitçiliğin önüne geçilmelidir.[4]
- Batı’dan Faydalanma: ‘‘Hikmet müminin yitik malıdır, nerede bulursa onu alır.’’ Hadisi referans alınarak ortaya çıkan düşünceye göre; Batı’dan kendisini üstün kılan teknik, ilim usulleri alınarak Müslüman toplumlar kendini ihya etmeli ancak; bu yararlanma faaliyetini seçmeci tarzda yapmak zorundadır.
- Eğitimde Reform: İslamcılığın üzerinde durduğu önemli bir mesele olan eğitimde uygulanan medrese sisteminin ‘‘geçmişte kaldığı’’, müfredatının değiştirilmesi gerektiği düşünülmekte, felsefe ve pozitif bilimlere önem vermesi gerektiği düşünülmekteydi.
- İslam Birliği: Birçok aydına göre İslâm âleminin kurtuluşu için yegane çözüm önerisiydi. Bu görüş, II. Abdülhamit’in halifeliğin imtiyazlarını kullanmak istemesiyle ‘‘devlet politikası’’ haline geldi. Cemaleddin Efganî’ni içinse İslam birliği düşüncesinde içtimai hareketler daha ön planda tutulmuş hatta din bağının gölgede bırakmaması şartıyla milliyetçiliğin yararlı olduğu düşünülmüştür.
- Yazılı Üretim: Alimlerin bilim, kültür, sanat, edebiyat vb. alanlardaki düşüncelerinin yazıya dökülüp neşredilmesini hedefleyen bu akım özellikle oryantalistlere karşı bir reaksiyon geliştirmek, eleştirmek maksatlı gelişmiştir.
Saydığımız bu meselelerde İslam alimleri hepsinde müşterek bir düşünceye sahip değildir, ancak; Batı medeniyetinin üstünlüğü karşısında güçlenilmesi gerektiği, Müslümanın sürekli çalışma halinde olması, Müslümanlar arasında birlik beraberliğin elzem olduğu, eğitimde taklitçilikten kaçınılması vb. konularda ortak fikirdedirler.
Türkiye’de İslamcılık Hareketinin Başlangıcı
Türkiye’de İslamcılık cereyanının harekete dönüşmesi 1908’li yıllarda gerçekleşse de cereyanın ‘‘fikri’’ yansıması Islahat Fermanı ile başlamaktadır.[5] Hatta bu süreç, III. Selim döneminde yapılan yeniliklerle başlatılabilir, ancak; Müslüman kimliğinin Islahat Fermanı’nda öne sürülmesi başlangıç noktası için Islahat Fermanı’nın almamızı gerektirir.
Tanzimat fermanıyla hak, hürriyet, rejim tartışmaları vb. konular yaygınlaşmış 17 sene sonra gelen Islahat Fermanı ile epey geniş bir yelpazeye ulaşmıştır. Özellikle bu fermanın Müslüman halkın aleyhinde, gayrimüslim halkın lehinde olduğu fark edilmiştir. Hatta bu eşitsizliği II. Abdülhamid şöyle dile getirmektedir:
“Müsavat hususu gündeme geldikçe yalnız İstanbullu olanlar ve Hristiyanlar bundan yararlandı. Bunun dışında Müslüman milletin mahzun ve mukadder olduğunu gördüğüm için Kanun-i Esasi’nin tamamının yararlanmasına sırf bu fıkra ahkamı yüzünden razı oldum. Bu nedenle herhangi bir şekilde öne çıkmamış, kendi sıkıntı ve sorunlarını ifade edeceği ve bunları uygulamaya koyacağı görevlere gelmemiş bu insanların ciddi bir araştırmayla seçilerek ve en kısa zaman içinde, mebus olabilme imkanları dahil istenen hizmetlerde istihdam edilmeleri ne şekilde olacak ise bunu izah edilerek beyan edilmesi…”[6]
Batı medeniyetinin emperyalizmi, ağır toprak kayıplarının başlaması, kültürel, siyasi, ekonomik, askeri vb çöküşlerin ardından devletin tekrar eski günlerine dönmesi için farklı düşünceler ortaya atılmıştır ki, ilk olarak batıcılık ortaya çıkmıştır. Özellikle ıslahat fermanının etkisiyle ulemada ‘‘müslüman’’ kimliği ön plana çıkmış, modernleşmenin İslami temelle olması gerektiği düşünülmüştür. Modernleşme hareketi olan İslamcılığın ‘‘modernleşen dünyanın ürünü’’ olduğu söylenmektedir.
II. Meşrutiyet ile birlikte diğer fikir akımlarında olduğu gibi İslamcılıkta da süreli yayınlar yerini almıştır. Özellikle Akif’in öncülüğündeki Sırat-ı Müstakim bu yayınların başında gelmektedir. Yazar kadroları önce koalisyon olarak başlasa da zaman ilerledikçe daha homojen bir yapıya dönüşmüştür. Yayınlarda sadece Osmanlı sınırlarını değil tüm İslâm dünyasına ulaşmayı, oradan gelen haberleri neşretmeyi hedeflemiş ve bunu şu zamana kadar görülmemiş bir genişliğe ulaşarak başarmış Tercüman gibi gazeteler neşredilmiştir.
İslamcıların İttihat ve Terakki hükümetiyle sağladığı irtibat gereği bu düşünce milli mücadele ardından da Cumhuriyet devrine yansıyacaktır. Özellikle 1924 yılına kadar kurucu, yönetici ve taşıyıcı kadrolar arasında İslamcılar önemli bir yer teşekkül etmekteydi.
Bu cereyanın kurucuları Namık Kemal, Ziya Paşa, Efgani, Mehmed Akif, Ahmet Mithat gibi isimler olacaktır. Toplumu bu çöküşten kurtarma düşüncesine sahip olan bu nesil “kurtarıcılık’’ rolünü üstlenmiştir. Bu isimler genel anlamda reformist olmalarıyla birlikte kendilerini diğer dönemlerdeki İslamcılardan ayıran en önemli özellikleri kelam, hadis gibi ilimleri bilmeleri hatta tefsir yazabilecek kadar ilmi derinliklerinin olmasıdır.
Erken Cumhuriyet Dönemi’nde İslamcılık
Dönemin başlangıcının 1924 yılında olmasında mutabık kalınsa da tarihi süreç ve fikri değişikliği göze aldığımızda sonunun 1950’li yıllara kadar uzandığını söyleyebiliriz.
Milli Mücadele döneminde hilafeti, halifeyi, İstanbul’u ve devleti kurtaracağına dair bir dil kullanılmış, bir ruh oluşturulmuştur. Kurucu mecliste İslamcı fikirden gelen ulemanın, tekkeli veya medreseli insanların olması bu ruhu kanıtlar niteliktedir.
3 Mart 1924 yılında mecliste alınan Hilafetin kaldırılması, Tevhid-i Tedrisat, Şeriye ve Evkaf Vekâleti ile ilgili kanunlar ile yapılacak olan büyük değişiklikler kendini gösteriyordu.
Medreselerin, tekke ve zaviyelerin kapatılmasıyla bakanlık gibi bir işlev gören bir fikir genel müdürlüğe düşürülmüş, yayın organları, dini kitaplar, risale dergi gibi yayın organları kaldırılmıştır. II. Meşrutiyetle başlayan fikri özgürlük ortadan kalkmış, Milli Mücadele’de önemli bir yeri olan İslamcılık da yasaklı bir düşünce halini almıştır.
Özellikle hilafetin kaldırılmasıyla İslam fıkhının uygulanması konusunda tereddütler ortaya çıkmıştır. Makamın kaldırılmasıyla Müslüman ‘‘liderlik’’ kurumu ortadan kalkmış, İslâm’ın nasıl uygulanacağına dair soru işaretleri oluşmuş akabinde ‘‘Daru’l Harb’’ düşüncesi yeşermeye başlamıştır.
Bu konularda fikri bir mücadeleye girişen İslamcılar, Takrir-i Sükun yasasıyla ‘‘yılanın başı’’ konumuna getirilip hem kendileri hem de fikirleri ezilmiştir. Bu dönemde aydınlar kendilerini ya yurt dışında bulmuşlar, ya da illegal bir oluşuma dönüşmüşlerdir. Bu durumu İsmail Kara şöyle örneklendirmektedir:
“Meselâ Mustafa Sabri Efendi kaçarak canını kurtarabilmiş, Âkif kendini Mısır’a sürgün etmiş, Elmalılı Hamdi efendi İstiklâl Mahkemeleri’nde idamla yargılanıp beraat ettiklten sonra adeta göz hapsine mahkûm edilmiş, Said-i Nursi sürülmüş, İskilipli Âtıf Efendi idam edilmiş, Ahmet Hamdi Akseki, Tahirü’l Mevlevi İstiklal Mahkemeleri’nde idamla yargılanmış, medrese ve tekke mensuplarından birçoğu Şeyh Said İsyanı ve Menemen hadisesi gibi olaylar gerekçe gösterilerek, irtica ve rejim karşıtlığı ile suçlanarak sıkı ve bıktırıcı kontrollere tabi tutulmuşlardır…”[7]
Türkiye’de İslamcılığın yaşadığı bu zorlu yılların ardından şu gelişmeler vuku bulmuştur;
- Rejimde yerini bulamayacağını yaşayarak anlayan İslamcılar kendi varlıklarını koruma altına alabilmek, Müslümanların menfaati için “laik” dahi olsa devletle aralarını iyi tutabilmek için kurucu unsur olan “ulus devlet” anlayışı içerisinde kendilerine yer bulmaya çalışmış, milliyetçi- muhafazakâr neslin yetişmesiyle birlikte bu çalışmaları da başarıya ulaşmıştır. Bu düşünce kendini süreli yayınlarda gösterip düşünce olarak başlamış ardından daha geniş çaplı bir harekete dönüşmüştür. Bu nesil içinde özellikle Nurettin Topçu ve Hareket (1939) dergisi, Necip Fazıl ve Büyük Doğu dergisi (1943), İslâm-Türk Ansiklopedisi ve dergisi ve 1948 yılında tekrar çıkarılmaya başlanan Sebilürreşad başlatıcı roldedir.
- Takrir-i Sükun kanunun neticesinde İslamcıların bir kısmı ‘‘Daru’l Harb’’ düşüncesini kabul ederek kendilerini koruma altına almıştır. Bunu sağlarken de rejimle kendilerini barıştırmış, ‘‘inkılapçı’’ rolüne dahi girebilmişlerdir çünkü ‘‘bize ve fikrimize bir şey olmasın’’ düşüncesini benimsemişlerdir. Her ne kadar rejimle düşman olsalar da bunu saklayabilmek için pragmatist bir yapıya bürünmüşlerdir ki, bu düşünce halâ yaşamaktadır.
- Bu dönemde Diyanet İşleri’ne duyulan nefret, Said-i Nursi gibi İslamcıların sürgüne yollanmasıyla illegal bir şekilde cemaatleşme, tarikatlaşma başlamıştır. Bu yapılanma önce taşrada kendini göstermiş, özellikle Nursi’nin taşrada İslam’ı tekrar yayıp, anlatabilmesi için risaleler kaleme almasıyla Nur cemaati’nin kökleri atılmıştır. Süleyman Hilmi Tunahan’ın başını çektiği cemaatse Diyanet’e ve İmam Hatip Okulları’na karşı cephe alarak oluşmaya başlamıştır.[8] Köyden kente geçişe birlikte cemaatler de şehirde kendilerini yerler edinip, zenginleşmiş, büyümüş, kendilerine ait bölgeler istihdam etmişlerdir.
- Fikirlerin, süreli yayınların yasaklamasıyla birlikte fikri açıdan bir ‘‘fetret’’ dönemi yaşanmıştır. 1940’lı yıllarla birlikte Mısır, Pakistan, Hindistan gibi ülkelerde ortaya çıkan İslamî nizam anlayışı bizde de önemli bir yer teşekkül eder, çünkü o dönemde ülkemizde İslamcılık hareketi bakımından bir üretim olmadığı için tercüme fikirler merkeze yerleşmiştir. Demokrat Partili yılların başlamasıyla bu fikirlerin gelişme imkânı artmış, tıpkı Mısır’da patlak veren ‘‘İslamî Toplum’’ hareketi gibi, ülkemizde de Erbakan’ın liderliğinde sokaklarda, kahvelerde, miting alanlarında duyulmaya başlanan ‘‘Milli Görüş, İslami Görüş’’ hareketi için zemin hazırlamıştır. Hatta bu nesle İslâmî toplum kurma ideallerinden dolayı ‘‘kurucu’’ nesil de denmiştir.[9]
[1] Mehmet Ali Büyükkara, Çağdaş İslami Akımlar.
[2] İsmail Kara, Türkiye’de İslamcılık.
[3] Şerif Mardin, Türkiye’de Din ve Siyaset.
[4] Mümtazer Türköne, ‘‘İslamcılık ( Giriş, Teşekkül Devri)
[5] Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce c.9
[6] Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı, sayı 139 Ağustos-2012
[7] İsmail Kara, Müslüman Kalarak Avrupalı Olmak.
[8] Şerif Mardin, Türkiye’de Din ve Siyaset.
[9] Ali Bulaç, İslâm’ın Üç Siyaset Tarzı veya İslamcıların Üç Nesli.