Esat ARSLAN
İdlip’teki askeri harekâta yönelik eleştirilerimiz sıralarken, politik hedef ortaya konulmadan askeri harekâta geçmek çok büyük yanlışlar getirir, bu büyük eksikliktir, demiştik. Eleştirilerimiz acımasız değildi, yerindeydi. Türkiye’nin şimdilerde sıkça başbaşa kaldığı “Değerli Yalnızlık” (worthy solitude), “Şuurlu Dinamizm” (Conscious Dynamism)politikası olsa amenna da bunu yapamazsan itilmiş, kakılmışlığa kadar gidilme riskini dillendirmeye çalıştık.
Şimdi, birlikte anımsayalım, Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK)Suriye’de, uluslararası hukuk temelli olarak, “1998 Adana Mutabakatı”çerçevesinde bulunmaktadır. Bu bakımdan TSK Suriye’de bir nevi çağrılı kuvvet mertebesindedir. Ayrıca Mutabakat koşullarına göre, 1999’dan bu yana Türkiye’de tutuklu bulunan Abdullah Öcalan’ın liderliğindeki PeKaKa terör örgütü ve YPG’ de, PKK’nın Suriye uzantısı olarak görülmesi nedeniyle, Suriye PeKaKası YPG’nin de bir terör örgütü olduğu anlamına gelmekte ve kabul görmektedir. Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’in ısrarlı bir şekilde Adana mutabakatını hemen her vesileyle ileri sürmesi TSK’nın bir çağrılı bir güç olmasını vurgulanmasının yanı sıra, aynı zamanda Suriye PeKaKası YPG’nin de bir terör örgütü olduğunu meşrulaştırmaktadır. Bu durum Türkiye’nin Suriye’de uluslararası zeminde bölgedeki muhalif güçlerin garantörü seviyesine yükseltmektedir. Adana Mutabakatı, TSK’nin Suriye’de bulunmasının gerekçesi açısından önemli bir ayırıcı özelliktir. Türkiye Cumhuriyetinin işte bu nedenle Suriye’de yapmış olduğu tüm operasyonlar yasaldır. Uluslararası zeminde meşrudur. Unutulmamalıdır ki, Türkiye Cumhuriyeti kurulduğu günden bu yana, yasal ve meşru hukuk zeminin bir temel olarak kabul etmiş ve uygulamıştır. Bu noktadan hareketle, TSK’lerin barış koruma, kollama ve de kurma adına yapmış olduğu bütün bu harekâtların tanımlanan, ifade edilebilen açık seçik politik amacı olmuştur. O zaman Suriye’de yapmış olduğumuz askeri harekâtların politik amacını, ya da siyasi hedefini nasıl tanımlayabiliriz? Şöyle tanımlayabiliriz: “Türkiye sınırının güneyinde, Suriye’nin kuzeyinde, PeKaKa-PYD koridorunun oluşmasını ve bu koridorun denize açılmasını önlemek. Bunu neden ısrarla vurguluyorum. Politik hedef ile askeri hedefin iç içe olmasından dolayı. Gelin bunu, Prusyalı General Carl Von Clausewitz’in veciz ifadesiyle söyleyelim:“Savaş politikanın başka araçlarla devamıdır.”Bu konum öylesine sarmal bir durumu dikte ettirir ki. Neden? Çünkü siyasal hedefi açık seçik belli olmayan bir askeri harekâtın meşruluğu, hatta yasallığı bile tartışılır da ondan. Bu nedenle, askeri harekâtın planlamasıyla birlikte harekâtın siyasal hedefi de ortaya konulmalıdır. Bu durum olmazsa olmazlardandır ve de siyaset biliminde, askerlik sanat ve biliminde çok büyük önem ve değer arz eder. Bu şekilde siyasal hedef doğrultusunda milli gücün tüm unsurları yapılacak askeri harekâtın meşru zemini temelinde bütünleştirilmesine olanak sağlanılır.
Evet, sevgili okurlar, bu genel kapsam ve çerçevede Türkiye Cumhuriyeti dünyanın hemen hemen tüm mahfilerinde yapılacak olan harekâtlarının öncelikle ortaya konulan siyasi hedeflerini anlatabilmiş, sadece Türkiye kamuoyunu değil neredeyse tüm dünya kamuoyunu içtenlikle ikna edebilmiştir. Gelelim yapılması elzem olan “İdlip”harekâtının politik amacına. Efendim, yapılması zorunlu olan bu harekâtın siyasi hedefi, bütün Suriye için, öncelikle sınırlarımızın, halkımızın ve Suriyeli kardeşlerimizin güvenliği, Suriye’nin toprak bütünlüğü, bölgenin teröristlerden arındırılması ve/veya radikalleşmelerinin önlenmesi, yeni Suriye anayasanın ve seçimin yapılması, meşru hükümetin kurulmasıdır. Yığınaklanma safhasında biraz göz ardı edilen bu siyasi hedef son günlerde ortaya konulan insanüstü gayretlerle ön plana çıkarılmıştır. Sevindiricidir. Bu politik amaç iletişimin tüm kanalları konularak hem kamuoyuna hem de muhataplara anlatılabilmiştir, bu bakımdan sevindiricidir.
Yine bir eleştiri daha yönelterek demiştik ki, İdlip bölgesinde 14 asker ve 45 yaralıya sebep olan iki menfur saldırıdan sonra Türkiye Cumhuriyeti bir başına, kendi göbeğini kesecek tarzda İdlip’te yapacağı bir harekâtın uluslararası yasal zemini sadece Birleşmiş Millet Kuruluş Sözleşmesinin 51’inci maddesine göre icra etmemelidir. Neden? Nedeni açık? Türkiye Cumhuriyeti aynı zamanda 1952 yılından bu yana tüm vecibelerini yerine getiren NATO’nun daimi üyesidir.
Hatırlayalım, BM kuruluş sözleşmesi müdahalenin yasal zeminlerinden bir tanesidir. Birlikte anımsayalım, 51’inci madde, BM üyesi ülkelere, silahlı saldırı halinde meşru müdafaa hakkı tanımaktadır. Ankara, Suriye’nin PeKaKa’ya destek vererek, Arap dünyasında Türkiye karşıtı cephe yaratmaya çalışarak, Türkiye’ye karşı üstü örtülü bir savaş yürüttüğünü de dillendirmektedir. Bu durumun da Türkiye’ye meşru müdafaa hakkı tanıdığını savunmaktadır. Sadece bu değil, Suriye’deki Baas Rejimi, 1951 BM soykırım Sözleşmesinin insanlığa karşı işlenen suçlar kapsamında insanlık aleminde trajik ve dramatik suçların neredeyse tamamını işlemektedir. Baas Rejimini yönetenler, Lahey Adalet Divanında hesap vermelidir, yargılanmalıdır. Evet, bütün bunlar doğrudur. Ama Türkiye aynı zamanda bir NATO üyesidir. Türkiye Cumhuriyeti, olası “İdlip” harekâtına NATO’ya tahsisli 2’nci Kara Ordusu ile yine bütünüyle NATO’ya tahsisli 2’nci Taktik Hava Kuvvetlerini görevlendirmiştir. Bu açıdan 1949 NATO Antlaşmasının 5’inci maddesi kapsamındadır. NATO Antlaşması’nın beşinci maddesi bir üyeye yapılan saldırının, hepsine yönelmiş kabul edileceğini öngörmüştür. İşte bu nedenle Türkiye Cumhuriyeti tüm mesaisini NATO üzerine harcayınca meyvelerini almaya başlamıştır. NATO bir anda Türkiye NATO ’dur, NATO Türkiye’dir, terennüm etmeye başlamıştır.Hemen hemen bütün NATO ülkelerinden hem de liderlerin ağzından destek mesajları yanında NATO’nun twitterda paylaştığı “Türkiye NATO’dur” videosunun içeriğinde Türk ordusunun havada, karada, denizdeki güçleri yer alması politik hedefin nasıl dört başı mamur olması gerektiğini de gözler önüne sermiştir.
Twitter’da yayınlanan videonun zamanlaması bu nedenle manidar olmuştur. İdlib krizi sebebiyle Rusya ile gerilimin tırmandığı bir döneme denk gelen video, sosyal medyanın da gündemine oturmuş, Video sosyal medya hesabından İngilizce alt yazılarla yayınlanırken, Youtube kanalına Türkçe versiyonu da yüklenmiştir.
İzlemeyenler için söyleyelim, Videoda Türkiye’nin NATO’daki yeri ve önemi anlatılıyor. Türk Hava Kuvvetleri Pilot Yarbay Esra Özatay’ın sesiyle verilen videoda şu metin yer almaktadır:
“Müttefikler olarak ortak değerleri paylaşıyoruz. Hem bu değerleri hem de birbirimizi korumak için birlikte hareket ediyoruz. NATO’ya desteğimiz Türkiye’nin ittifaka katıldığı 1952 yılına dayanmaktadır. NATO görev ve harekâtlarına en fazla katkı sağlayan ülkelerden biriyiz. İttifaktaki ilk kadın jet Pilot Leman Bozkurt Altınçekiç’in Türk olmasından gurur duyuyoruz. Kendisi orduya katılmak üzere olan birçok genç kadın ve erkek için ilham kaynağı olmuştur. Her NATO üyesinin eşit derecede söz hakkı var. Kararları birlikte alıyoruz. Birlikte daha güçlüyüz ve daha güvendeyiz. Vatandaşlarımız için barış ve istikrarın sağlanmasına kendimizi adamış durumdayız ve NATO ortağı üyeleri aktif olarak desteklemekteyiz.”
Ne diyelim bütün bunlardan sonra “Ey “İdlip” sen nelere kadirsin?”Bu da görüldükten sonra, Türkiye Cumhuriyeti esasen rotasını hiç değiştirmeden batıya giden o gemide, son zamanlarda doğuya doğru yürümeyi tecrübe ederken, kendisine yapılan haksızlıkları ve istismarı tüm DNA moleküllerinde hissettikten sonra acaba tekrardan batıya doğru mu yürümeye başlayacak? Bence doğrusu bu. Ya da Cumhuriyet Türkiye’si tekrardan fabrika ayarlarına mı dönecek? Ne dersiniz sevgili okurlar.