Enerji konusunda umursamadığımız bir çıkmaz sokaktayız. Cennet vatanımız çok yakında bizi besleyemeyecek, barındıramayacak. Türkiye Ziraat Odaları Birliği verilerine göre kuraklıktan dolayı buğdayda rekolte kaybı 2 milyon ton, hidrolojik kuraklık sonucu sulu tarım alanları tamamıyla riskte. En fazla kuraklık İç ve Güneydoğu Anadolu’da. 22 ilde tarımsal kuraklık yaşıyoruz. Buğday, mısır, arpa, soya… gibi temel besinlerimizde dışa bağımlı olduk. Gıda güvencesinden yoksunuz.
*****
Bu söyleşi Dünya Gazetesi’nden alınmıştır…
Yaprak ÖZER
Türkiye’nin beka sorunu ne?
Sloganlaştırılmış klişe kalıplara gerek yok. Beynimizi yeterince bu söylemlerle uyuşturduk. Gerçek beka sorunumuz çok pratik, çok insancıl, hayli temel!
*Türkiye’nin kaderinde yağış azalması ve kuraklık var.
*Çok boğaz beslemek zorunda olan bir ülkeyiz.
*Yer altı suları kimi yerde 5-10-20 metre aşağıya çekiliyor, yerine konulabilmeleri için binlerce yıl gerek.
*İç Anadolu’da ve denize yakın bölgelerde yer altı suları azalıyor, tuzlu suyun yer altı sularına karışma ihtimali ortaya çıkıyor.
*Tarımda ciddi bir problem var bölgenin iklim ve su şartlarına uygun tahıl veya ürünler seçilmiyor.
*Şehirlerde insanlar ile etrafındaki tarım alanlarını su ile beslemek çok zorlaşacak.
*Havza envanteri çıkartılmalı.
*Bereketli Hilal’de ağaç kalmadı, bereketsiz oldu.
*Sadece Karadeniz’in Doğu Karadeniz kısmında ciddi yağış potansiyeli devam ediyor. Güneyde Antalya, Fethiye, Muğla o civarlarda yağışlı bölge kalacak gibi gözüküyor, Doğu Anadolu’da da yüksek dağların olduğu yerlerde de olacak ama…
*Osmanlı’nın, Muhteşem Yüzyılı’nın sonuna gelmesinde iklim değişikliğinin ilginç etkisi var. Osmanlı iklim krizi yaşadı; orduları, vatandaşları zayıfladı.
*Havza bazında insan yerleşimi, suyun seyahati, tarım ürünlerinin taşıması hesaba katılmalı. *Almanya’yla yaklaşık nüfusa sahibiz, Almanya’da, 3 milyon üniversite öğrencisi, bizde 8 milyon üniversite öğrencisi var aradaki 5 milyon Almanya’da meslek liselerine gidiyor. *Nobelli bilim insanları, İslam dünyasının bilim insanlarının en belirgin özelliği, el-göz koordinasyonu gerektiren işleri ve hobileri olmasıydı.
*El-göz koordinasyonu beyinde çok geniş bir alanı uyarıyor.
*Eğitim sisteminde Havza Yönetimi gibi ülke istihdam potansiyeline göre eğitim konuşmalıyız. *Gıda, su, beyin stratejik ürünler.
*Gençleri heba ediyor; satranç yerine dama oynuyoruz.
Prof. Dr. Talat Çiftçi’yle buluştum. Zenginleştiğim sohbetlerden birini gerçekleştirdik, paylaşmaktan keyif duyuyorum; (youtube, blog, spotify)
Çiftçi’nin İTÜ Kimya Mühendisliği, ABD Rutgers Üniversitesi Biyokimya Mühendisliği master ve doktora çalışması, Chapman Üniversitesi’nden İş İdaresi yüksek lisansı, Işık Üniversitesi’nden Sanat Bilimi doktora çalışması var.
ABD’de Bristol Myers, Türkiye’de Pakmaya, Eczacıbaşı, Bozlu Holding gibi kurumlarda görev almış. Bahçeşehir Üniversitesi Rektör Yardımcılığı, Stanford Üniversitesi ile Robotik Laboratuvarı’nın kuruluşunda liderlik üstlenmiş. Halen Altınbaş Üniversitesi Rektör Yardımcısı… Patenti ve yayınlanmış kitabı (Yaşamsal Satranç) da tabii ki anılmayı hak ediyor. Kim bilir ne kadar çok konuyu da atlıyorum.
Söyleşimizi klasik bir ana fikre sığdırmanın mümkün olmayacağını baştan biliyordum. Tahmin ettiğim gibi de oldu. Sanat ve nörobilim konusunu, büyük haksızlık olsa da aralara sıkıştırmaya kalktım, omurgayı sağlam tutayım diye iklim krizine çıpa attım.
Enerji konusunda umursamadığımız bir çıkmaz sokaktayız. Cennet vatanımız çok yakında bizi besleyemeyecek, barındıramayacak. Türkiye Ziraat Odaları Birliği verilerine göre kuraklıktan dolayı buğdayda rekolte kaybı 2 milyon ton, hidrolojik kuraklık sonucu sulu tarım alanları tamamıyla riskte. En fazla kuraklık İç ve Güneydoğu Anadolu’da. 22 ilde tarımsal kuraklık yaşıyoruz. Buğday, mısır, arpa, soya… gibi temel besinlerimizde dışa bağımlı olduk. Gıda güvencesinden yoksunuz.
Yaprak Özer: Abartıyor muyum sizce?
Talat Çiftçi: Hayır, abartmadınız. Nüfusu hızla artan bir ülkeyiz. Ayrıca göçmen alıyoruz. Çok boğaz beslemek zorunda olan bir ülkeyiz. Küresel iklim değişikliği içerisindeki rolümüz nispeten az. Küçük bir ülkeyiz; dünyada ciddi bir olumsuz trend var.
Sanayi devriminden itibaren insanlık olarak bir iklim değişikliği başlatmış durumdayız. Sadece ortaya çıkan atıklar ve karbondioksit değil, yok ettiğimiz ormanlar da burada söz konusu. Son 20-30 yılda hiç aklımıza gelmeyecek şekilde felaketlerle karşılaşmaya başladık. İklim değişikliğinin yağış azlığı anlamına gelmediğini yağış rejiminin bozulduğunu, toprağın altına inen toprağı besleyen yağışın azaldığını, daha çok sel felaketlerinin olduğunu gösteriyor.
Türkiye için birçok senaryoda bu yüzyıl içerisinde 4-5 derece sıcaklık artışından, aynı zamanda da yüzde 10-20 oranında yağış azalmasından bahsediliyor. Bunlar yan yana geldiği zaman, Türkiye’nin tarımsal üretiminde, uzmanlar diyorlar ki, “Kesin olarak Türkiye’nin kaderinde yağış azalması ve kuraklık var.” Karın azalması ve toprağın altına gitmesi azaldıkça da yer altı suları azalıyor. Buna paralel su kaynağımızı da kirletmekteyiz. Onlar da tarımı zorlaştırıyor.
Yaprak Özer: Had safhada…
Talat Çiftçi: Tarım hayvancılık yapmakta da zorlanmaya başlıyorsunuz. Çok hassas dengelerin olduğu bölgelerimiz var: İç ve Güneydoğu Anadolu… Güneydoğu Anadolu’da uluslararası sular meselesi de var. Belli miktar suyu Dicle ve Fırat üzerinden komşu ülkelere verme mecburiyetimiz var. Bazı görüşlere göre, sular o kadar azalabilir ki, biz bu taahhütleri bile yerine getiremeyebiliriz. O zaman da kendi çiftçimize verebileceğimiz su giderek azalıyor. Türkiye’nin çeşitli yerlerinde sondaj yapılarak, yer altı suları tarımda kullanılır. Yer altı sularının her sene, bulunduğu bölgeye bağlı olarak daha aşağı gittiğini görüyoruz. Kimi yerde 5 – 10 – 20 metre… Bunlara fosil su diyoruz, yerine konulabilmeleri için belki binlerce yıl gerek. Yağmur yağdığı zaman yer altı suyu yükselmiyor. Onların süzülerek oraya karışabilmesi yıllar alıyor. İç Anadolu’da ve bazı denize yakın bölgelerde yer altı sularının azaldığını görüyoruz. Bu kez tuzlu suyun yer altı sularına karışma ihtimali ortaya çıkıyor. Tarımda ciddi bir problem var ufukta… Tarım alanlarımızda o bölgenin iklim ve su şartlarına uygun tahıl veya ürünlerin seçilmediğini, genelde ekonomik endişelerle yapıldığını görüyoruz. Diyelim ki bir bölgede çok su isteyen şeker pancarı veya mısır ekimi yapıyorsunuz, ama bölgedeki su kaynakları yeterli değil. Havza bazlı kalkınma – tarım – yerleşim planı yapılması gerek. Kızılırmak Havzası dediğimiz zaman, üzerinde beş tane şehir var. Esas mesela su. Bütünleşik yöneten bir yapıya ihtiyaç var. Su meselemiz, şehirlerin idaresinden daha önemli hale geliyor. İleride şehirlerde insanlar ile etrafındaki tarım alanlarını su ile beslememiz çok zorlaşacak. Havza envanteri çıkartmamız gerekiyor.
Bu, bilinmeyen, benim icat ettiğim bir şey değil. Düşünmemiz gereken, hangi bölgenin kaç kişiyi barındırabileceğinden başlamamız gerekiyor. Su, tek kriter değil bir bölgedeki yaşam için istihdam, tarım… her şey var. Bölgenin ağaç, tarım alanı, sanayi içerdiğine bakarak, o bölgede ne kadar insan istihdam edebileceğimizi, yaşatabileceğimizi düşünmemiz gerekiyor. Bunları yapabildiğimiz takdirde sürdürülebilir bir yaşam sunabiliriz insanlarımıza.
Yaprak Özer: Bir yazınızda Türkiye’nin beka sorununu irdeliyorsunuz. Türkiye’nin beka sorunu nedir?
Talat Çiftçi: Medeniyetin başlangıcı “bereketli hilal” ki, Güneydoğumuz ve Güneyimiz. Ama “bereketli hilal” de ağaç kalmamış, bereketsiz hale gelmiş. Ağaçları yok ederiz. Bu, Roma’nın, Yunanlıların, Mısır’ın başına geldi!.. Çin İmparatorluğu da etraflarındaki ağaçları yok etti. Bir dönem Avrupa’da tekne yapacak ağaç kalmadığı için Güneydoğu Asya’da tekne yapıp Avrupa’ya getirmeye başladılar. Çevrenin sınırlı bir kaynak olduğu konusunu Eski Yunan’da söyleyenler oldu, ama genel nüfusa yayılmadı. Sonuçta, birçok medeniyet etrafını kuruttu.
Daha önce Anadolu’da tuzlanmalar yaşandı. Bölge fazla sulamadan dolayı toprak üretemez hale geldi. Güneydoğu Anadolu’da ölçüsüz sulamaların tuzlanmaya neden olduğu görüşleri uzmanlarca dile getiriliyor. Bu beka sorununu niçin gündeme getirmiyoruz? Çünkü zamana yayılan problemler gözden kaçıyor. Yani biz bugünü kurtarabildiğimiz sürece, 50 yıl sonrayı, düşünmüyoruz. Ama bu işler böyle değil.
İklim değişikliğinin etkileri çok uzaklarda değil, yakında ve bize doğru geliyor. Avrupa Birliği’nde Türkiye adına Biyoekonomi Komisyonu’nda 6 yıl kadar delege olarak görev yaptım. Biyoekonomi Komisyonu’nun hedefi gıda tarım hayvancılık üzerine kurulmuş ekonomi… Örneğin Hollanda dünyanın en fazla gıda maddesi ihraç eden ikinci ülkesi, bu ülkeler iklim değişikliği nasıl etkileyecek diye görmek istiyor… Söylenen şu: “Güney Avrupa ve Türkiye çöl olacak ama korkmayın, biz Kuzey Avrupa’yla onları besleriz”. Yani İtalya’nın, Yunanistan’ın, İspanya’nın kaderinde çölleşme var bizimle birlikte.
Biz ne kadar Avrupa’nın içerisindeyiz, Avrupa bizi ne kadar kollar? Bizim tablolarımızı incelerseniz, İç Anadolu Bölgesi’nde sıcaklık artışı ve su azalma durumu var. Sadece Karadeniz’in Doğu Karadeniz kısmında ciddi bir yağış potansiyeli devam ediyor. Bir de güneyde Antalya, Fethiye, Muğla o civarlarda yağışlı bir bölge kalacak gibi gözüküyor Doğu Anadolu’da da yüksek dağların olduğu yerlerde olacak ama bu, tarımı ne kadar ayakta tutabilir? Artık bizim hangi bölgede ne kadar insan besleyebileceğimizi düşünüyor olmamız lazım.
Gıdanın taşınması büyük bir kriz. Osmanlı 14-15. yüzyıllarda inanılmaz bir stratejik gelişme gösterdi 16. yüzyıla geldiğimiz zaman dünyada iklim değişikliğinin tersine döndüğü bir dönem. Küçük buzul çağının dibe vurduğu noktadayız. Etkilenen ülkelerin başında Anadolu’yla Osmanlı geliyor. Anadolu’da kuraklık, zaman zaman olağanüstü soğuklar açlığa, kıtlığa ve veba salgınlarının artışına neden oluyor. Osmanlı’nın, Muhteşem Yüzyılı’nın sonuna gelmesinde iklim değişikliğinin de çok ilginç etkisi vardır.
O dönemde iklim değişikliğini arttıran faktörlerden biri Avrupalılar, Güney Amerika’yı fethettikçe yerlilerin büyük bir kısmı ölüyor. Tarım alanlarını ayakta tutamadıklarından, Avrupalılar gümüş altın alıp götürmek peşinde olduklarından ormanların boyutlarında ciddi bir artış oluyor. Orman artışı, atmosferdeki karbondioksiti azaltıyor. Bugün olanın tam tersi… Amazonların genişlemesi, Güney Amerika’daki karbondioksit tüketimi, ağaçların artışı, Osmanlı’nın soğuk dönemini arttırdığı söyleniyor. Bu çok ilginç bir iddia…
Osmanlı çok ciddi bir iklim krizi, tersine bir iklim krizi yaşamıştı. Bu da; ordularının, vatandaşların zayıflamasına neden olmuştu. Osmanlı’nın ekonomisi büyük çapta biyoekonomiydi. Daha doğrusu bütün dünyanın ekonomisi biyoekonomiydi. Yani ağaçtı böcekti ipek böceği, pamuk… Hepsi bunların biyolojik kaynaklar. Çok az madenden kaynaklanan bir ekonomi vardı. Çok etkilendi iklim krizinden ama bunu çoğu tarihçimiz ne yazık ki yazmıyorlar.
Yaprak Özer: Göz göre göre beklediğimiz bir krizin içerisindeyiz ama bunun çözümü de var. Bunlardan bir tanesi sopa… Öbürü havuç aslında. ABD ve AB’nin aldığı kararlar sopa politikasına örnek olabilir. Havuç için tersine beyin göçünü canlandırmayı sıralamak isterdim… Biyoekonomiden başka bir ekonomimiz olmak zorunda. Mecburiyetler ve fırsatlar konusunda neler söyleyebilirsiniz?
Talat Çiftçi: Rahmetli Prof. Dr. Fuat Sezgin, İslam bilim ve teknoloji tarihi üzerine çok önemli çalışmalar yapmıştı. Yaşamının son dönemini de Gülhane Parkı’nda bir kütüphane ve bilim merkezi kurmakla geçirdi. O dönemde kendisiyle çok sohbet ettik, şunu söyledi. Bir Takiyeddin Rasathanesi meselemiz var bilirsiniz… Takiyeddin’in Galatasaray Lisesi’ne yakın bir yerde kurduğu bir rasathane var 1575 falan gibi bir zamanda. O dönemdeki minyatürlere baktığımız zaman, Avrupa’da bulunan en iyi teknolojik aletlerin orada olduğunu görüyoruz. Meşhur Tycho Brahe’nin laboratuvarında ne varsa orada da var. Fakat biz orayı bombaladık ve yıktık. Birkaç yıl sonra Takiyeddin Efendi vefat etti. O dönemlerde biz insan kaynakları birikimi yapamadık. Prof. Dr. Mehmet Azimli, Müslümanların Engizisyonu isimli kitabında sivrilen bilim insanlarının bir şekilde cezalandırıldığını söyler. O kitabı tavsiye ederim, ilginç iki ciltlik bir kitaptır. Kendi vatandaşımızın ciddi ölçüde bilgi birikimine ulaşamadığı bir dünyada biz, Taife-i Efrenciyan ile yönetim kurup kendi insan kaynaklarımızı yetiştiremedik. (Aslında Efrenciyan Fransız demek)… O dönemlerde Fransız, Macar veya başka milletlerden insanlar “dönme” olarak bize katılmış ve paşalığa kadar yükselmişler. Bunun önemini de anlayamadık. Ne yazık ki bunu 1800’lerde falan düzeltmeye çalıştık. 1700’lerin sonunda okullar açmaya çalıştık; Fransızlardan bir destek aldık, misyoner okulları etrafa saçıldı.
Bugüne gelmeye çalışırsak, aslında insan kaynakları konusunda bazı iyi gelişmeler var. Çok iyi yetişmiş insanlar var. Bizde gündem iklim değişikliğine gelemiyor, iklim değişikliğinin bizim için neler ifade ettiği konusunu tartışamıyoruz. Konunun, gündemin baş maddesi olması gerekir hep başka önceliklerimiz var. Şu anda pandemi, ekonomik sıkıntılarımız var.
Yaprak Özer: Pandemi de iklim krizinin bir neticesi. Uzakta aramaya gerek yok. Beka önce yeme-içme, barınma olmaz mı?
Talat Çiftçi: Kesinlikle!… Bilgisayarımız bozulsa da yaşıyoruz, arabamız çalışmasa da idare edebiliyoruz. Denemelerini yaptık, pandemi bize çok şey öğretti. Günün sonunda beslenmek zorundayız, kaynağı muhakkak tarım hayvancılık ve balıkçılık olacak. Kaynakları iyi yönetmek zorundayız.
Osmanlı’nın Avrupa’yla en önemli farklarından biri Osmanlı kervanla taşırdı yükü. Avrupa’da Roma’dan kalma yollar vardır… Arabayı çekmek zordur ama 2.5 ton taşır. Bir deve en fazla 250 kilo taşır. Bir bölgede kıtlık varsa, diyelim ki, Diyarbakır’da, buna karşılık Maraş’ta kıtlık yok buğday var. Sizin Maraş’tan buğdayı alıp kervanla Diyarbakır’a götürmeniz onun fiyatını 2-3 katına çıkartıyor, kervanlar hiçbir zaman gıda maddesi taşımazdı. Onların taşıdığı, baharat, ipek gibi pahalı şeyler olurdu, en fazla yakın mesafelere taşıyabilirdi. Bugün bir muz alıyorsunuz; Güney Amerika’dan gelmiş. Tropik bitki alıyorsunuz, yetiştirildiği bölgede ne kadar su kullanımına, yolda ne kadar enerji kullanımına neden olduğunun farkında değilsiniz. Bunların hepsi yarın hesaba katılacak.
Havza bazında insanlarımızın yerleşimini, suyun seyahatini, tarım ürünlerinin taşımasını günün sonunda hesaba katacağız. İnternetin enerji maliyetini hesap etmeye başlıyoruz. Taşımayı da muhakkak hesaba katmak zorunda kalacağız; suyu da, gıda maddesini de, insanları da… İnsanlar ne kadar çok seyahat ederse o kadar çok karbondioksit tüketiyoruz.
Yaprak Özer: Bu konular moda haline gelebilirse, umudum var, yoksa bol bol anlatıp bol bol yazacaksınız… Nasıl moda olabilir?
Talat Çiftçi: Onun başka bir çözümü daha var. O da şu: Biz henüz kullandığımız ürünlere, yediğimiz yiyeceklere enerji, karbon ve su ayak izini tam yansıtmıyoruz. 1 kilogram dana eti için tahminen 16 ton civarında su harcanması gerekiyor. Buna karşılık bir bitkisel protein için bu, 1 tonu bile bulmuyor. O hayvan yetiştirilirken harcanan suyun çoğu zaman bir bedelini biz o etin fiyatına katmıyoruz.
Yaprak Özer: Çünkü aritmetiğini bilmiyoruz.
Talat Çiftçi: Henüz yapmıyoruz. İnternetin enerji maliyeti konusuyla ilgili ilk karşılaştığım zaman şok geçirdim. 5-10 dakika bir web sitesine girip; bir konuyu okurken bir çaydanlık ısıtacak kadar enerji harcıyormuşum.
Yaprak Özer: 1 km yol gitmek 200-250 gram karbondioksit üretilmesine sebep oluyor. Tek bir mail 4 gram karbondioksit üretiyor… Oyun endüstrisinin ürettiği karbondioksit çok büyük demekle yetineceğim. İyi insan yönetimi, güncel meslekler, güçlü beyinlerin anlamı burada herhalde. Nasıl?
Talat Çiftçi: İnsan beyni önemli beş çeşit ihtiyacı karşılamak üzere uzmanlaşmış. İlk üç tanesi hayvanlarla birlikte yaptığımız şeyler. Yemek içmek, kendini korumak, eş bulmak ve çocuk bakmak gibi… Bizi farklılaştıran iki tane özelliğimiz var. Bunlar, sol beyinde ve sağ beyinde odaklanıyor. Bir tanesi, kurumsal zeka, sosyokültürel zeka. Kitaplar, eğitimler, kurumsal disiplin, kanunlar, trafik… Bunlara uyum sağlıyoruz. En çok ihmal ettiğimiz, patent aldıran, yeni tasarımlar yapan beynimiz, sanat eserleri yapabilen, uluslararası sanatçılar çıkartabilen beynimiz… İhmal ediyoruz. Gençlerimizi yenilik yapabilen, yeni problemleri çözebilen, yeni tasarımlar yapabilen hale getirmemiz… eğitim sisteminin de değişim geçirmesi gerekiyor.
Yaprak Özer: Bunu için mi sanat bilimi çalışmalarına kendinizi yönlendirdiniz? Sanat bilim ilişkisini nasıl tariflersiniz?
Talat Çiftçi: Yapılan araştırmalar gösteriyor ki, aslında yaratıcılık ile sanat arasında ilginç benzerlik var. Bir de bilimsel yaratıcılık ya da tasarımsal yaratıcılık, aynı zamanda mizah… Bunların odaklandıkları bölgeler birbirine benziyor; aynı tip yerlerde…
ABD Vanderbilt Üniversitesi’nde bir araştırma yapıldı. 50 yıl boyunca mezunlarını takip ettiler. Öğrencilerin okula girerken aldığı puana bakıyorlar, başvurularda testler yapmışlar. En yüksek puanla üniversiteye gelen lise mezunları genelde hep başarılı. Ya iyi bir avukat ya iyi bir doktor ya iyi bir mühendis… Çok enteresan bir şeyi fark ediyorlar; üç boyutlu zeka testi yapmışlar kastedilen, geometrik zeka testi. Başaranlar, en çok patent alanlar; hangi alanda olursa olsun. Bir başka araştırma; adamın birisi üşenmemiş, bütün Nobel almış kişilerin hayat hikayelerini incelemiş, bu kişilerin diğer insanlardan ne tip farklılıkları olduğunu bulmaya çalışmış… Amerika’nın en iyi bilim insanlarıyla kıyaslıyor. Aradaki tek fark ne biliyor musunuz? Hobiler! Einstein’ın keman çalmak, bir başkasının marangozluk, bir başkasının resim gibi… Öbür kesimin üç katı hobileri var.
Ben çarpıldım bunu duyunca. Rahmetli Fuat Sezgin Hocama da bahsettim. 18 cilt, sadece İslam dünyasında yapılan bilimsel çalışmalarının, kimin ne yaptığının kaydını yazmış bir insan. Bana döndü dedi ki: “Buna ne şaşırıyorsun? Meşhur bütün alimlerin lakapları vardır, hep meslek lakabıdır. Birine “saatçi”, birine “nacar”, derlerdi. Hepsinin el işi vardı” dedi.
Yaprak Özer: Üzülüyor insan. Yani geriye gitmenin tarifi bu olsa gerek. Çözümden söz eder misiniz? Okumayı, çalışmayı sevmiyoruz. Toprağımıza değer vermiyoruz. Çocuklarımıza bırakacağımız gelecek, var olan verilerle iyi durmuyor. Birbirimizi dinlemiyoruz. Bir sürü şey sıralanabilir. Öğrenciler matematikte, fende çok geride. Sanatta da teşvik görmüyoruz.
Talat Çiftçi: Bence eğitim sistemini çok tartışmamız lazım. Eğitim Kitle İmha Silahı başlıklı kitabı duydunuz mu, ilginçtir. Amerikalı yazarı eğitimin kişileri nasıl beceriksizleştirdiğini karikatürize eder. Ne yazık ki, eğitim alan birçok insanın beceriksizleştiğini görüyorum. Buna bir çare bulmamız lazım.
Almanya’yla yaklaşık aynı nüfusa sahip bir ülkeyiz çok daha az sanayi kuruluşu var bizde. Almanya’da, 3 milyon üniversite öğrencisi varken, bizde 8 milyon üniversite öğrencisi var. O, 5 milyon nereye gitti diyecekseniz; meslek liselerine gidiyor onlar…
Nobel almış insanların özelliği veya İslam dünyasının bilim insanlarının en belirgin özelliği, el-göz koordinasyonu gerektiren işleri var. El-göz koordinasyonunu yitirdiğiniz zaman birçok şey eksiliyor. Beyninizde el-göz koordinasyonu çok geniş bir alanı uyarıyor. Bir şeyleri yapmak, kırmak dökmek, yemek pişirmek… Bunların hepsi aslında beyninizde çok fazla bölgeyi uyarıyor.
Eğitim sistemine yeni bir yaklaşım yapmak durumundayız. Havza yönetimi gibi ülkenin istihdam potansiyeline göre eğitim konuşmalıyız. Benim soyadım tesadüfen Çiftçi değil. Birçok ülkede kimin ne ekebileceği yıllar önceden belirleniyor. Yani bu eski bir mesele. Ve biz halletmiş değiliz. Şu anda bir bölgenin ne kadar sulu tarım ne kadar kuru tarım yapabileceği veya ne kadar ağaç dikebileceği belli… Bunlar bilimsel yöntemlerle ortaya çıkartılabiliyor. Burada çiftçiye yol göstermek gerekiyor. Burada bir merkezi planlama olması gerekiyor. Bölgedeki yerleşim, ağaç, toprak, su, nasıl tüketilecek ve kaç kişi bunu yapabilecek. Aynı şekilde sanayinin ihtiyacı olan insan kaynaklarını nasıl yetiştireceğiz, hangi üniversitede kaç kişi hangi konuda yetişecek, bunun planlanması gerekiyor.
Nadir elementler… gıda ürünleri, su stratejik bir ürün. Beyin de çok stratejik bir ürün. Eğer biz gençlerin beynini yaratıcı problemler çözmek üzere yetiştirmezsek, gençlerimizi heba ederiz. Ben bunu satranç yerine dama oynamaya benzetiyorum. Yaşamsal satrançta bütün taşları oynayamazsanız, dama oynuyor olursunuz. Karşınızdaki satranç oynar, siz dama oynarsınız. Ve yenilirsiniz. Patent meselesini çok önemsiyorum. Bir ülkenin rekabet gücünü belirleyen en önemli şeylerden biri. Sanatsal yaratıcılık, bilimsel yaratıcılık, hepsi çok önemli. Güney Kore’nin patent sayısı, bütün İslam dünyasının toplamından fazla. Patent meselesini gündeme getirdiğim zaman, “Batı diliyle konuşuyorsun” diyorlar. Ben artık Doğu diliyle konuşuyorum. Güney Kore, Çin… Çin şu anda dünyada en fazla doktoralı mezun veren ülke; ABD’yi geçti. Doktora yapmak, yüksek kaliteli araştırma yapmak demek biliyorsunuz. Doktora yaparken daha önce hiç yapılmamış bir tez yapmanız lazım. Havlu atmak yok. Tarih boyunca silkinip kalkabilmiş bir milletiz yani.
Yaprak Özer: Bir sürü üniversite, buralardan mezun işsiz çok genç var ne diyeceğiz onlara?
Talat Çiftçi: Üniversiteyi bitirmiş bir gencin ne yapacağı meselesi hakikaten çok düşündürüyor bizi. Bahçeşehir Üniversitesi’nde dekanlık yaparken… öğrencilere mezun olunca ne olmak istediklerini sordum, bir grup, “Ben Arçelik veya Sabancı veya Eczacıbaşı’nda… profesyonel olarak çalışacağım” (%40-50); diğer grup “Ben akademisyen olacağım” veya “Yüksek tahsil yapacağım (% 5-10); geri kalan (%40) “Kendi işimi kuracağım” veya “Ailemin işinde çalışacağım” diyenler… Bakar mısınız? Bu üç grup bambaşka niyetlerle gelmiş bambaşka şekilde yetiştirilmesi lazım. Meslek lisesi kavramını dünyada en iyi yapan birkaç ülke var. Bunlardan biri Almanya, birisi İsviçre. Öğrencilerin yüzde 70-80’i bu ülkelerde meslek liselerine yönlendiriliyor. Başarı gösterenleri yine üniversiteye gönderiyorlar. Birçok meslekte üniversite mezunundan daha fazla para kazanıldığını biliyorum.
Yaprak Özer: Türkiye’de dikey yolculuklarda daha fazla para kazanılır gibi bir algı var. Para kazanmak çok önemli: toplumsal itibar… Nasıl toparlamak istersiniz.
Talat Çiftçi: Eğitim sistemini biz şöyle bir kavramla da zenginleştirmek istiyoruz. O da bir profesör arkadaşımın Amerika’da geliştirdiği bir kavram. Şu an MEF Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesi Dekanı. Bizim burada yapmaya çalıştığımız, birey öğrenciyken çalışacak. Yaklaşık %30 seviyesinde zamanını almasını istiyoruz. Bu böyle şu anda yapılan stajlar gibi kısa staj olmaz.
Yaprak Özer: Gıda da beyin de stratejik ürün dediniz, sanıyorum herhalde bıçağın kemiğe dayandığı nokta. Deniz bittiği yer!
Talat Çiftçi: Ne yazık ki evet. O nedenle de çok beyin göçü yaşıyoruz. Ama değiştirebiliriz. Türkiye’ye döndüğüm için mutlu olan bir insanım. Bir kere bile pişman olmadım. Sanayicimizin kafa yorması lazım… Enflasyonun yüksek olduğu ülkelerde araştırma yapılmıyor. Çünkü enflasyon kısa vade düşünmeyi gerektiriyor. Birçok sanayici “Niye araştırma yapmıyorsunuz?” diye sorduğumuzda, “Repodan daha çok kazanıyorum, 10 sene sonranın araştırmasına niye para yatırayım?” diyor. Bakar mısınız?
Yaprak Özer: İşte o zaman da aşınız olmuyor.
Talat Çiftçi: Evet. Aynen öyle. Ama bunların hepsi yapılabilir. Türkiye’nin güzel hatıraları var bu konuda. Cumhuriyetin ilk döneminde yapılan önemli sıçramalar yaşandı bu ülkede. Hepsi tekrar yapılabilir. Ülkeme inanıyorum. Milletime inanıyorum. İnşallah bunlara odaklanırız.
—————————————————–
Kaynak:
https://www.dunya.com/kose-yazisi/turkiyenin-beka-sorunu-ne/622682