Küresel bir kaos yaşanırken ve ülkemizin çevresi ateş çemberi iken; Asya’nın, Afrika’nın ve Orta Doğu’nun rejimleri, kendilerine muhalif nüfusu başka ülkelere yollamak için uğraşırken ya da bu ülkelerin muhalif nüfusu kaçacak yerler ararken, nereden çıktı bir “ensar” konukseverliği? Sözde dinî terimler kullanılarak, İslam tarihinde az sayıda kişinin katıldığı ‘Hicret’ olayını, tarihi bağlamından koparmak suretiyle günümüzün küresel nüfus hareketlerine ilişkin projelerine malzeme yapmak, nasıl bir bilinçaltının dışa vurumudur? Bir defa, Suriye’nin iç işlerine karışılmasaydı, bu kadar nüfus ülke içine dolmayacaktı. Sınırlarda, çok ciddi koruma önlemleri alınsaydı Afganlı ‘genç erkekler’, İran’ı da aşarak gelemezdi. Ayrıca, adını bile bilmediğimiz onca Afrika ülkesinden ve çeşitli ülkelerdeki yönetimlere muhalif unsurların ve sorunlu nüfusun da bu kapsamda Türkiye’ye doldurulmasının anlamı nedir?
*****
Prof.Dr. Feyzullah EROĞLU
İnsanlık tarihi boyunca, toplulukların ekonomik kaynaklar üzerindeki egemenlik mücadelelerinde, nüfusun miktarı, birleşimi ve nüfus hareketleri önemli bir yer tutar. Toplumlar arası nüfus hareketlerinin birçok nedeni vardır. Bütün zamanlarda en dikkat çeken etkenler; başka toplulukların topraklarını işgal etmek, daha iyi bir hayat yaşanılacağı düşünülen yerlere göç etmek ya da sığınmaktır.
Güçlü ve zengin ülkeler, bir ‘egemenlik hakkı’ olarak iç ve dış nüfus hareketlerini büyük ölçüde denetimleri altında tutar ve başka toplumlardan -kendilerinin onayını almayan- nüfus girişine asla izin vermezler. Gelişmiş ülkelerin yönetim sistemleri, sadece sınırlı sayıda vasıflı nüfus hareketine izin verirken, kamuoyları da oldukça tavırlı görünmektedir.
Amerikan kıtasının acıklı işgali
Jared Diamond’ın ünlü “Tüfek, Mikrop ve Çelik” adlı kitabında, “Cajamarca Çatışması” diye bir tarih anlatısı yer almaktadır. Burada, 1492’de Kristof Kolomb’un işgali başladıktan sonra adına Amerika denilen kıtanın yerlileri ile Avrupa kökenlilerin en dokunaklı karşılaşmalarının, 15 Kasım 1532’de Peru’nun “Cajamarca” kasabasında olduğu anlatılmaktadır. Ataları, Milat’tan 11.000 yıl önce, Asya’dan, Sibirya, Bering Boğazı ve Alaska üzerinden ‘Yeni Dünyaya’ gelen yerli halkın o yıllardaki en büyük topluluğu İnka İmparatorluğu idi. Yeni Dünya’yı işgali sürdüren Avrupalıların askeri gücünün komutanı İspanyol Francis Pizarro, komuta ettiği 168 silahlı maceraperest askerlerle, İnkaların liderleri Atahualpa’yı güzel ve barışçıl sözlerle ‘aldatarak’ önce tutsak etmiş, sonra da onun 80.000 kişilik ordusuna liderlerine karşılık büyük bir ‘şantaj’ yapmıştır. Pizarro, yerli halkın, Atahualpa’ya karşılık tarihin en büyük fidyesi olarak 5 metre eninde- 7 metre boyunda- 2,5 metre yüksekliğindeki bir oda dolusu altın ve değerli taşları vermesine rağmen hem liderlerini hem de halkın çok büyük bir kısmını vahşice öldürtmüştür (Diamond, 2001, 71-89).
Bilmeyenler ve saflar sürekli aldatılır!
Pizarro’nun, Atahualpa’yı tutsak alması, yerli halkın bilgisizliğinden ve saflığından yararlanarak onları büyük katliamlara maruz bırakma olgusu, sömürgecilik tarihinde önemli bir kırılma noktasıdır. Ayrıca, bu olay, hemen her çağda yaşanan bir ‘aldatma’ ve ‘aldanma’ öyküsüdür. Diamond, bu ‘aldatma’ ve ‘aldanma’ öyküsünün asıl nedeninin; İspanyolların yazıyı bilmeleri, ekonomik ve siyasal örgütlenmelerinin güçlü olması karşısında, İnkaların bilgisizlikleri ve ‘tek adam’ olan yöneticilerine Tanrı gibi bağlanmalarından kaynaklandığını ve bu sebepten dolayı da Atahualpa’nın öldürülmesinden sonra çözüldüklerini savunmaktadır.
Burada kritik soru, İnka halkının, ‘tek adam’ konumundaki liderlerinin öncülüğünde, Avrupa kökenli bu silahlı insanlara neden çok kolay bir biçimde inanmış olmalarıdır. Türkçü düşünür Reha Oğuz Türkkan’a göre, Kızılderili efsanelerinde, yerli halka “güneş kültü” inancını ve zamanın uygarlığını öğreten, ak tenli ve uzun ak sakallıdır ve yeniden geleceğiz diyerek kaybolan; liderlerinin adı da “Er-Ak-Koca” olan destansı bir atalar topluluğu ile ilgili birtakım anlatılar bulunmaktadır. Türkkan’a göre, Atahualpa, onların bir gün çıkıp geleceklerine yürekten inanmış olmalı ki, Pizarro’nun ve askerlerinin o beklenen dost insanlar olduklarını sanarak konukseverlik göstermiş ve yardımcı olmuştur. Böylece, halkının ve topraklarının büyük bir tuzağın içine düşmesine yol açmıştır (Türkkan; 2009,92). Böyle bir saflığın ya da böyle bir safsataya inanma aymazlığının sonucunda, çağının zirvesindeki büyük bir uygarlığın sonunun hazırlandığı ve bundan sonra koskoca kıtanın giderek tamamen işgal edilmesiyle kıtanın adının Amerika olduğu anlaşılmaktadır.
Türkiye’yi Türksüzleştirme projesi
Küreselleşme süreciyle bağlantılı olarak ve 11 Eylül 2011 tarihi itibarıyla çok somut bir biçimde ülkemizi de içine alan geniş çaplı bir bölgesel bir operasyon yürütüldü. Başta ABD ve AB merkezli çok uluslu şirketler ve onların güdümündeki siyasetçiler, askerî bürokrasi, adına BOP denilen bu projenin ana elemanları oldular. Bu operasyonun, askeri, ekonomik, siyasi ve dinî birçok amacı vardı. En önemli amaçlarından biri de bölge devletlerinin demografik yapılarını bozmak suretiyle parçalamaktır. BOP kapsamında, Irak ve Suriye toplumları parçalanmış, etnik esasa dayalı uydu devletçikler kurulma aşamasına gelinmiştir. Sıra ülkemize gelmiş olmalı ki, şimdilik demografik yapımız ve birleşimi bozulmaya çalışılmaktadır. Ülkemiz, düzensiz göç ve sığınmacılar üzerinden “Türkiye Türklerindir” temel ilkesini sarsmak maksadıyla dışarıdan ve içeriden ağır bir tuzağın içine çekilmektedir.
Nereden çıktı bu “ensar – muhacir” muhabbeti?
Küresel bir kaos yaşanırken ve ülkemizin çevresi ateş çemberi iken; Asya’nın, Afrika’nın ve Orta Doğu’nun rejimleri, kendilerine muhalif nüfusu başka ülkelere yollamak için uğraşırken ya da bu ülkelerin muhalif nüfusu kaçacak yerler ararken, nereden çıktı bir “ensar” konukseverliği? Sözde dinî terimler kullanılarak, İslam tarihinde az sayıda kişinin katıldığı ‘Hicret’ olayını, tarihi bağlamından koparmak suretiyle günümüzün küresel nüfus hareketlerine ilişkin projelerine malzeme yapmak, nasıl bir bilinçaltının dışa vurumudur? Bir defa, Suriye’nin iç işlerine karışılmasaydı, bu kadar nüfus ülke içine dolmayacaktı. Sınırlarda, çok ciddi koruma önlemleri alınsaydı Afganlı ‘genç erkekler’, İran’ı da aşarak gelemezdi. Ayrıca, adını bile bilmediğimiz onca Afrika ülkesinden ve çeşitli ülkelerdeki yönetimlere muhalif unsurların ve sorunlu nüfusun da bu kapsamda Türkiye’ye doldurulmasının anlamı nedir?
Türk yöneticilerin, bu düzensiz göçler ve kaçak sığınmacılarla ilgili “ensar” ve “muhacir” söylemi, sanki bütün bunlar kendi kontrollerindeymiş izlenimi vermeye yönelik bir propagandadır. Avrupa Birliği, vasıflı göçmenleri kabul ederken; Türkiye’ye dayattığı ‘Geri Kabul Anlaşması’ gereğince, son derece kalitesiz, suç eğilimi ve terörist olma ihtimali yüksek grupların ülkemizin büyük kentlerine ve Batı bölgelerine doldurulmasını izlemeyi sürdürmektedir.
Türkiye küçük Amerika olamaz!
“Türkiye, küçük Amerika olacak” sloganını, kim, ne maksatla söylemiş söylesin, Atatürk’ün vefatından sonraki yönetici kadroların bir kısmında, millî devlet ve Türk Kimliği ekseninden uzaklaşma niyetinin bir göstergesi olarak sürekli canlı tutulmuştur. Bu çerçevede, son yıllarda izlenen gayri millî politikalar yüzünden demografik yapımız böyle bir tehdit ile karşı karşıya kalmıştır. Söz gelimi, bu konuyla yakından ilgilenen araştırmacı siyasetçi İlay Aksoy’un ifadesine göre, Türkiye’de 112 ülkeden kaçak sığınmacı bulunuyor1. Bu durum, iletişim uzmanı Hande Karacasu’nun tanımlamasıyla tam bir “Sessiz İstila” hâlidir (Karacasu, 2022).
Türkiye nüfusunun, şu sıralarda neredeyse yüzde onunun kaçak ve sığınmacılardan meydana geldiğine ilişkin ciddi iddialar bulunmaktadır. Kaldı ki, gündelik hayat içinde her il ve ilçede, her yöne dağılmış düzensiz sığınmacıların varlığı açıkça görülmektedir. İlgili yöneticilerin, bu konularda açık ve şeffaf bilgi ve veriler vermeyişinden anlaşılacağı üzere, çok sayıda vasıfsız ve marjinal nüfusun ülkeye yayılmasında, kendilerinin dahi kontrolünden çıkmış bir durumla karşı karşıya kalınmıştır.
Türkiye’den ‘Türkleri’ kimler “süpürmek” istiyor?
Ortalama her Batılının kolektif bilinçaltında, Türkleri Türkistan bölgesine “süpürmek” takıntısı vardır. Birinci Dünya Savaşı sonrasında, Gazi Mustafa Kemal Atatürk önderliğinde verilen Bağımsızlık Savaşı ile “bu rezil” istek durdurulmuştu.
30 Kasım 2022 tarihinde, Uygur Türklerinden 70 kişilik küçük bir grubun, İstanbul’daki Çin Konsolosluğu önünde, yasal çerçevede yaptıkları “Doğu Türkistan’da yapılan işkenceler ve zulüm protestoları” sırasındaki kamu görevlisi bir polis şefinin sözleri asla unutulmayacak bir Türk düşmanlığı iklimini hatırlatıyordu. Uygur Türklerine karşı, polis şefinin “sizi süpüreceğiz” ve “Çin’e gidiniz” gibi öfke ve şiddet dolu sözleri, aslında sadece onlara değil bütün Türk milletine yöneltilmiş bir bilinçaltı yansıması gibiydi.
Sonuç olarak, küresel güçlerin güdümündeki, ABD ve AB’li ülkeler ile bölgedeki kimi yerel hükümetlerin izledikleri sığınmacı politikaları sonucunda, Orta Doğu’nun, Afrika’nın, Afganistan ve Pakistan’ın marjinal topluluklarının Türkiye’ye doldurulması, Türkiye’yi Türksüzleştirme projelerinde bir aşama daha ilerlendiğini gösteriyor.
Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün dediği gibi, “Bu memleket, tarihte Türk’tü; hâlde de Türk’tür ve ebediyen Türk kalacaktır.”
Dipnotlar
Aksoy, İlay (2022). https://twitter.com/i/status/1599082282580529152, Erişim Tarihi: 04/12/2022.
Diamond, Jared (2001): Tüfek, Mikrop ve Çelik, Çev. Ülker İnce, TÜBİTAK, Ankara
Karacasu, Hande (2022): Sessiz İstila, Kırmızı Kedi Yayınevi:1632, İstanbul
Türkkan, Reha Oğuz (2009): Türkler ve Kızılderililer, Pegasus Yayınları:127
————————————–
Kaynak:
https://millidusunce.com/misak/turkiyenin-sessiz-isgali/