Ahlaki değerler evrensel özellikler göstermesinin yanı sıra yerel özellikler de gösterebilirler ve bu yerel özellikler dinden de kaynaklanabilir. Yerel nitelik taşıyan değerleri benimsemiş olan toplumlar, öteki toplumlardan farklılık gösterirler ve bu farklılıkları evrensel özelliklere dönüştürebilenler, öteki toplumlara model/örnek olabilirler. Çünkü bütün ahlaki değerler, aynı zamanda kültürel nitelikler de taşırlar. Bu yönü ile ahlak, hem toplumun önemli gördüğü değerleri yaşatır hem de kültürün devamlılığını sağlamaya yardımcı olur. E. Güngör’ün ifadeleri ile ahlakın varlığı bir çeşit doğa yasasıdır: Suyun bulunduğu yerde nasıl hayat varsa, insanların bulunduğu yerde de kesinlikle ahlak vardır.
*****
Prof.Dr. Ahmet Faruk SİNANOĞLU
Toplumsal sorunlar, temel toplumsal kurumlardan ekonomi, siyaset, eğitim, ahlak ve din ile yakından ilişkilidirler ve bu kurumlardan birisinde ortaya çıkan problemler, diğerlerini de ya doğrudan ya da dolaylı olarak etkilerler. Ancak “Ülkemizin en temel sorunu” başlıklı bir konu hakkında tespitler yapılmak istenildiğinde, karşımıza eğitim-öğretim sorunu çıkar. Çünkü sorunların kaynağı insanlardır ve bu sorunları çözecek olanlar da yine eğitimli, alanında uzmanlaşmış bilge/aydın insanlardır. Elbette burada hemen belirtilmesi gereken husus olarak, kendisini eğitimli ve aydın/bilge olarak tanımlayan (sanan) insanlardan söz etmiyoruz. Aydını, hem kendi toplumunu hem de tüm dünyayı aydınlatabilen, toplumu düşünce ve davranışları ile etkileyebilen, asla bencil olmayan ve insanını alt ve üst ayrımı yapmadan kucaklayabilen kişi olarak tanımlayabiliriz. Bizim toplumumuzda ne yazık ki, yıllardır yeterli sayıda bilge/aydın insan veya kendi alanında tam yetkin uzman bilim insanları bulmakta zorlanıyoruz. Dikkat edilirse son yüzyıl içerisinde kullandığımız gerek bilimsel gerekse diğer gündelik alanlarda kullanılan sözcüklerin ve kuramların yabancı dillerden alınan terimler ve kuramlar olduğunu ve pek çoğunun da anlamını tam olarak bilmeden, anlamadan kullanıldığını görüyoruz. Bu tespit de bize uzmanlık gerektiren alanlarda yeterince bilgi üretemediğimizi, gelişmiş ülkeleri taklit ettiğimizi işaret etmektedir. Hiçbir toplum sorunsuz olmaz, ancak sorunlarını en aza indirebilen ve sorunların çözümüne bilimsel teoriler üretebilen toplumlar başarılı ve gelişmiş toplumlar olarak değerlendirilmektedir.
Bilim tarihi ile ilgili kaynaklar, toplumumuzun Orta Çağ’da diğer toplumlara göre bilgi üretebilmede daha başarılı olduğumuzu ifade etmektedirler.[1] Bu tespitler Orta Çağ’da toplumsal yapımızın bilime ilişkin bir zihniyet oluşturabildiğini, söz konusu toplumsal yapının bireylerin yetişip gelişimlerine-dönemin şartları içerisinde- imkân tanıdığı anlaşılmaktadır. Nitekim tüm dünya skolastik ya da karanlık çağını deneyimlerken, Ahmet Yesevi, Yusuf Has Hacip, Mevlana, Hacı Bektaşi Veli ve Yunus Emre gibi bilge/aydın insanlar dönemin toplumsal değerlerinin ürünleri idiler ve dünyayı aydınlatan eserler bıraktılar. Görüş ve düşünceleri ile yalnızca kendi yaşadıkları dönemi değil, yüzyıllar sonrasının toplumlarını da aydınlatan bilge önderler olmuşlardır. Yine bilim dünyasında Biruni, Farabi, Abdulhamit İbn Türk, Katip Çelebi, Bursalı Kadı Zade-Rumi, Takiyüddin Mehmet, Uluğ Bey, Ali Kuşcu gibi isimler, bilimsel tespitleri ile tüm dünyayı etkilediler. Daha pek çok adlarını sayabileceğimiz bilge düşünür ve bilim adamlarının yaşam öyküleri incelendiğinde, bu insanların önce kendilerini aydınlattıklarını sonra da tüm insanları aydınlatmaya çalıştıklarını anlıyoruz. Ayrıca söz konusu olan düşünür ve bilim insanlarının eserlerinde felsefi düşünüş açısından, Türk düşünce sisteminde “bir davranış biçimi” olarak bilimsel düşünceye verilen önemi ve bireyin yeteneklerinin açığa çıkması yönünde çabaların olduğunu görüyoruz.
Günümüze geldiğimizde ise insanlarımızın kendilerinden önce başkalarını aydınlatma çabalarının daha yoğun olduğu gözlemlenmektedir! Yeterince aydınlanmadan başkalarını aydınlatma çabası! Bu toplumsal gerçekliğin (sorunun) üzerinde derin ve nitelikli olarak düşünmemizin gerekliliğini ortaya çıkıyor. Toplumsal sorunlar görmezlikten gelinebilecek sorunlar değildir. İnsanı yetiştirmek ise, “olsa da olur olmasa da olur” gibi halı altına süpürülecek toz zerreleri hiç değildir. Bilinç ve eylem arasındaki anlamlı ilişkiler konu edildiğinde hedefte karşımıza insan çıkar. Toplumların gelişmişliği ya da az gelişmişliğinin temelinde insanların maddi arzu, isteklerinin yanı sıra kendi ülkesine ve tüm insanlığa olan sorumluluk duygusunun olup olmaması ile alakalıdır. İnsanların maddi arzu ve istekleri ne kadar önemli ise ve bunlar etrafında dolaşmak ne kadar keyif verici ise ülkesine ve insanlığa hizmet etme arzusu ile dolu olan bireyin, o kadar mutlu olması gerekir.
Tüm dünyada pek çok toplumsal sorunlar ile ilgili önemli kuramlar geliştirilmekte, bunların arka planındaki gerçekler dikkate alınmadan, teorilerin rüzgârı ile mücadele etmek zorunda kalınmaktadır. “Globalizm, Tarihin Sonu, Milli Devletlerin Sonu, Deizm, Materyalizm, İnduvalizm, yabancılaşma,” bu tezlerin tamamının incelenmesi ve çözümlenmesi gerektiği gibi, kendi milli ve evrensel boyutlarda tezlerimizi de hazırlamamız gerekir. Yani tezlerin hazırlanabilmesi için, toplumsal yapımızın yeni kuşakları aydınlatabilecek bir zemini oluşturmasını gerektirir. Çevremize dikkatli bir inceleme ile bakıldığında insanlarımızın ülküsel (ideal) olmayan yönlere doğru savrulduklarını ve içi doldurulmamış ideolojilerin peşinde en değerli zamanlarını boşa harcadıklarını görebilmekteyiz. Örneğin bilimsel yayınlar yerine cinsel içerikli kitap ve dergilerin ilgi görmesi, uyuşturucu kullanımındaki artış, liyakatin yerini “evet efendimci” yaklaşımın yer alması, ülkülerin (ideal olanın) boş bıraktığı alanı da “fırsatçıların” (oportünist) doldurması en başta dikkatlerimizi çekenlerdir. Elbette sorunlarımız bireysel olmaktan çok toplumsal boyutludur. Tek bir değişkene bağlamakla da sorunları çözmek mümkün değildir. Sorunlar çok yönlü ele alınmalı ve çözüm önerileri de bunlara göre düzenlenmelidir. Ülküsel düşünmek, zor olanı başarabilmek ve tezini ahlaki değerler çerçevesinde tüm dünyaya sunabilmek demektir. Ülküsel çerçevesini belirleyemeyen toplumlar, çözülme tehlikesi ile karşı karşıyadırlar.
Ülküsel çerçeveyi belirleyebilmek için öncelikle yapılması gerekenler ise:
a) Okuma ve araştırma alışkanlığının gelişimi için ivedi çalışmalar yapılmalı. Yapılan araştırmalara göre ülkemizde kitap (bitik) okuma oranları Afrika ülkelerinin bile gerisinde kalmış, Amerika’da nüfusun yüzde 12’si, Fransa’da yüzde 21’i, Japonya’da yüzde 14’ü sistematik olarak bilimsel kitap ve yayınları okurlarken, ülkemiz de on binlerde bir veya iki kişi düzenli kitap okumaktadırlar. Hâlbuki bir İsviçre yurttaşı yılda 10 kitap okumakta, bir Japon yılda 25, bizim yurttaşımız ise 10 yılda bir kitap okumaktadır. Yine benzer bir biçimde, ülkemizde ihtiyaç maddeleri sıralamasında kitap 235’inci sırada yer almıştır. Genellikle gündelik ve sıradan bilgi veren televizyon ve telefona ayrılan zaman ise beş altı saatleri bulmaktadır. Hâlbuki bir atasözümüz “çiftçi olmak istersen kaz, bilgin olmak istersen durma yaz” der. Başarılı ve örnek bir toplum olabilmek için aile içerisinde bebeklik döneminden başlayarak kitap okumayı özendirmeli, çocuğun okuduğu kitaplar için ödüllendirilmeli, böylece genç kuşakların bilinç gelişimi sağlanmalıdır. Bundan sekiz on yıl önce kuantum fiziği ilgimi çekmişti, kuantumla ilgili kitaplar okumakta idim. Berbere saçımı kestirmek için gittiğimde, bir fizik öğretmeni ile tanıştım. Fizik bölümünden mezun olduğunu on yıldır öğretmenlik yaptığını belirtince, ben de kuantumla ilgili kafama takılan birkaç soru yöneltmiştim. Fizik hocamız “Kuantum sözcüğünü ilk defa işittiğini” söylediğinde, şaşırmıştım. Öğretmenlerimiz bile okuldan mezun olduktan sonra alanları ile ilgili yayın ve kitapları takip etmiyorlarsa, ülkemiz açısından sorunun çok büyük olduğunun söylenilmesine bilmem gerek var mı? Öğretmenlerimizin genel kültür ve kendi alanlarında derinlik kazanabilmeleri için bilimsel yayınları takip etmeleri özendirilmeli ve ödüllendirilmelidir. Bunun için her öğretmenin kendi alanı ile ilgili yılda en az bir makale hazırlaması ve bu makaleyi ulusal ve uluslararası hakemli bir dergide yayınlatması durumunda en az bir maaş tutarı ile ödüllendirilmelidir. Yetişmekte olan bir çocuğa toplumsal değerlerin verilmeye çalışıldığı ilk kurum, aile kurumudur. Aile içerisine doğan bebeğin ilk değerlerini edindiği yer aile kurumu olmakla beraber, değerlerin pekiştiği ve olgunlaştığı yer eğitim kurumlarıdır. Eğitim kurumlarında toplumsal değerleri genç kuşaklara aktaran ve model insan olanlar ise, öğretmenlerdir. Bireylerin ahlaklı, ilkeli bireylerin yetiştirilmesinde öğretmenler önemli işlevsel görevler üstlenirler. Geçmiş yüzyıllarda bu görevi önceleri Allah’ın elçileri, bilge kişiler yerine getirmeye çalışırlarken, günümüzde örgün eğitim kurumları vasıtası ile bu görev öğretmenlere bırakılmıştır. Bir toplumun öğretmenleri, donanımlı, nitelikli, düşünen, araştıran ve ahlak ilkelerini yaşamının özü biçimine dönüştürmesiyle, yetiştirmekte olduğu öğrencileri hem kendi toplumlarını aydınlatır hem de diğer toplumları aydınlatan ışığın kaynağı olur. Böylece millet denilen gerçeklik, kulağından tutulup istenilen yöne doğru yönlendirilen bir nesne olmaz, toplumun her bir bireyi kendi alanının aydını olur.
b) Bireyin yetiştirilmesi ve aydın bir birey niteliği taşımasında en önemli konulardan birisi de ahlaktır. İnsan soyut düşünebilme, soruşturma ve genelleme yeteneğine sahip, anlam üretebilen, kendi başına karar verebilen özgür iradesi ile seçim yapabilen tek varlık olma özelliklerini taşımaktadır. Öte yandan insan, maddi (fiziki) varlığı ile diğer canlı varlıklardan hayvanlarla (hayy/diri/canlı) benzer özellikler göstermekle birlikte, insanı öteki canlı varlıklardan ayırıcı özelliği düşünme, konuşabilme, iyi, güzel ve doğru gibi ahlaki değerler üretebilme yeteneklerine sahip olmasıdır. Bu açıdan bakıldığında, insanın diğer yönleri yani düşünebilme ve akıl edebilme (us) yeteneği, insanın ahlaki boyutunu ilgilendirir. Ahlak ise bireye ve topluma sorumluluklar yükleyerek irade yeteneğini merkeze alır, böylece “özgür olmakla” “sorumlu olmak” arasında ilişkiler ortaya çıkar. Kant’ın ifadesi ile insanın hayvana benzeyen yönlerinde ahlaki bir sorumluluk aranamaz. Çünkü insanın dışındaki öteki canlı varlıklar toplumsal değer üretemezler, kavramlara anlam yükleyemezler. İnsan ise söz konusu yetenekleri sayesinde hayal edebiliyor, simgesel ilişkilendirmeler yapabiliyor, bilgi üretebiliyor, yorumlama yapabiliyor ve bu yetenekleri yardımı ile sosyo-kültürel yapıyı düzenleyerek geleceğini planlamaya çalışıyor.
Toplumlar yüzyıllar boyunca iyi, kötü, güzel, doğru gibi genel başlıklar altında üretebildiği değerlerle, toplum içerisine doğan bireyi toplumsal bir varlık biçimine dönüştürmeye çalışmaktadır. Yani canlı bir varlık olan insan ancak toplum içerisinde ahlaki bir yapılanma ile gerçek insan olabilme özelliklerini gösterebilmektedir. Öte yandan temel ahlaki kuralları istismar edenlerin sağlık ve kültürel boyutları ile ele alınıp ayrıca incelenmesi gerekebilir. Gerek dini gerekse toplumsal ahlaki normları oluşturamamış toplumların uygarlık seviyesine çıkmalarının bile güç olduğu söylenebilir. Çünkü yüksek ahlaki değerleri benimsemeyen toplumların, adaletin temininde önemli aşamaları geçemeyecekleri açıktır.
Ahlaki değerler evrensel özellikler göstermesinin yanı sıra yerel özellikler de gösterebilirler ve bu yerel özellikler dinden de kaynaklanabilir. Yerel nitelik taşıyan değerleri benimsemiş olan toplumlar, öteki toplumlardan farklılık gösterirler ve bu farklılıkları evrensel özelliklere dönüştürebilenler, öteki toplumlara model/örnek olabilirler. Çünkü bütün ahlaki değerler, aynı zamanda kültürel nitelikler de taşırlar. Bu yönü ile ahlak, hem toplumun önemli gördüğü değerleri yaşatır hem de kültürün devamlılığını sağlamaya yardımcı olur. E. Güngör’ün ifadeleri ile ahlakın varlığı bir çeşit doğa yasasıdır: Suyun bulunduğu yerde nasıl hayat varsa, insanların bulunduğu yerde de kesinlikle ahlak vardır.
Sonuç olarak ifade edilmelidir ki, bir toplumda kitap okuma alışkanlığı ile toplumun ahlaki yapılanması arasında ve bireylerin aydın insan olarak yetiştirilmesinde önemli ilişkilerin olduğu anlaşılmaktadır. Çünkü toplumsal ahlaki yapılanmanın gelişimi ile bireylerin aydınlanmasında doğru bilgilenmenin önemi görmezlikten gelinemez. Bunu bir örnekle somutlaştırmaya çalışacak olur isek, yaklaşık günümüzden otuz yıl kadar önce Toyota’nın sahibi ortaklık anlaşması yapmak için ülkemize gelmiş ve TRT kanalında canlı programa katılmıştı. Toyota’nın sahibine “Gözlemlerinizde Türkiye’de size ilginç gelen bir şeyi bizimle paylaşır mısınız?” sorusu yönetilmişti. Konuk aynen şöyle demişti: “Sizin zenginleriniz aşırı lüks içinde yaşıyorlar ve çok fazla israf yapıyorlar. Bizim imparatorumuz bile böyle israf ve lüks içinde yaşamaz. Benim evim 80 metrekare ve hizmetçim yok, evimin işlerini hanım yapar.” Bunun üzerine programın sunucusu, “Peki siz neden öyle yaşamıyorsunuz?” diye sorduğunda, konuk, “Ben Japon kültürüne ihanet etmem.” diye cevap verdi. İşte bu anlayış ve kültürel birikimle olsa gerek ki, Japonya’nın bütçesi her yıl 40,45 milyar dolar fazla vermektedir. Yukarıda ifade etmiş olduğum gibi, Japon toplumunun yüzde 14’ü bilimsel yayın ve kitapları takip etmektedir ve ahlaki yapılanmasını da bu doğrultuda oluşturmaya çalışmaktadır. Bizim toplumumuzda da ülkesi için her türlü fedakârlığı yapabilenler alt ve orta tabakadır ve söz konusu özveriyi yaparken bir karşılık da beklemezler. Tüm ifade edilenler özetlenecek olursa, “Toplumlar erdemleri (faziletleri) ile yaşar, rezaletleri ile çöker,” derler. İnsanlığın erdemli manevi yönünü de iyi yetişmiş öğretmenler ancak doldurabilirler. Yani bilgi, ahlak ve inançlar temelinde gençliği yoğuracak olanlar öğretmenler ve eğitim kurumlarıdır. Aydınlık bir gelecek için bireysel aydınlanmanın hızla gerçekleştirilmesi gerekir.
KAYNAKLAR
[1] Bkz: George Sarton, Introduction to the History Of Science.
————————————————-
Kaynak:
https://www.akademikakil.com/turkiyenin-temel-sorunlari-anlaminda-bireysel-aydinlanma/ahmetfaruksinanoglu/