Türkiye’ye Yönelik Uluslararası Bir Askerî Müdâhalénin Psikolojik Şartları (mı) Hazırlanıyor !(?)

Mustafa TEZEL

İmlâsına dokunmadan aşağıya alınan satırlar, Doçent seviyesindeki bir akademisyen tarafından kaleme alınmıştır;

” …. Akrep kurbağaya, “beni sırtına al, nehri geçir” demiş. Kurbağa, “seni sırtıma alayım, sen de beni sok, öyle mi, yağma yok” demiş, Fakat akrebin ısrarlarına dayanamamış, ikna olmuş ve akrebi sırtına almış. Tam nehrin ortasına vardıklarında akrep kurbağayı sokmuş. Kurbağa başını çevirmiş, “bunu neden yaptın, şimdi ikimizi de öldürüyorsun” demiş. Akrep, “başka türlü yapamazdım, bu benim tabiatim” demiş… TC de başka türlü yapamaz, zira katliam onun tabiatinde var. Bu yüzden Türkiye’nin 100 yıllık tarihi, aynı zamanda 100 yıllık katliamların da tarihidir. Türkiye’nin tarihi aynı zamanda devlet tarafından yapılan katliamların da tarihidir ama sanki her katliam sanki ilk defa yapılmış gibi algılanıyor. Süreklilik gözden kaçıyor. Malesef “hafıza-i beşer nisyan ile malûl”…”[1]

TC bunu hep yapıyor ve başka türlü yapması mümkün değildir” başlığıyla kendisine ait yayınağında yayımladığı yazısında, yazar, 10 Ekim 2015 günü, Ankara’da meydâna gelen ve onlarca insanımızın ölümüne ve yararlanmasına sebebiyet veren “canlı bomba” hâdisesinden doğrudan doğruya ─âdetâ, bir düşmandan bahsedercesine─ “TC” remzi ile hitap etmeyi tercih ettiği Türk Devletini sorumlu tutuyor. Üstelik de, hiç bir kanıt ortaya koyma gereği duymadan… Yazar, “Son bir kaç ayda katliamların sayısındaki ve yoğunluğundaki artış nasıl açıklanacak?” diye de soruyor ve kendince cevaplar üretmeye çalışıyor. Belli ki, bölücü eşkıyânın artan tedhiş eylemleri sebebiyle güvenlik güçlerince yapılan operasyonları da “katliam” olarak değerlendiriyor.

Ülkenin birliğini, huzurunu, vatandaşların can güvenliğini tehdit eden; ülkenin büyükçe bir kesiminde, şehirleri yaşanılmaz hâle getiren; kendisine destek vermeyenlere yaşama hakkı tanımayan; vatanına/devletine bağlı insanları “düşman” olarak gören ve bu insanlara akla hayâle gelmedik yöntemlerle eziyetler yapan vahşî bir terör örgütüne karşı ─devletin meşrû güvenlik güçlerince, yâni aslî vazifesi ülkede huzur ve emniyeti sağlamak olan kurumların mensuplarınca─ girişilen operasyonların; ayrım yapmaksızın, eleştirilen konuyla ilgili herhangi bir ayrıntı da verilmeden (başka bir anlatımla, eşkıyaya karşı girişilen operasyonlarda, şâyet hukûk dışı uygulamalar yapıldığı düşünülüyor ise, bunları ─kanıtlarını ortaya koymak suretiyle─ eleştirdikten sonra, “karşınızdaki terörist de olsa, mücâdele sırasında hukûk dışına çıkılmamalıdır; hukûk devleti ilkeleri çerçevesinde hareket edilmelidir” vb. tarzında, mâkûl, akıl ve vicdan sâhibi herkesin onaylayacağı tenkit ve temennilerde bulunmak yerine), toptancı bir yaklaşımla, üstelik de “demokrasi”, “hukûk”, “insan hakları” gibi ─üzerine hepimizin de titremesi gereken─ kavramların arkasına sığınılarak, “kötülenmesi”, ne yaman çelişki değil mi?

Bir başkası “Edirne’den Kars’a bir toplu mezarlar haritasıdır bu ülke.” diyor[2]. Bir diğeri ise, bir anısını şöyle anlatıyor; “Yıllar önce, SBF’ye diplomatik yabancı dil dersine gelen çok sevdiğim emekli diplomat bir büyüğümüz vefat etmişti. Yaşını başını almış bir hocamızın, vefat haberini aldığında, ağzından çıkan ilk sözcüklerin, ‘Türkiye’den kurtuldu’ olduğunu hatırlıyorum. Bir yanıyla ne kadar yadırgatıcı, nahoş. Diğer yanıyla, ne denli içten bir tepki.”[3] Hakkaniyet duygusundan yoksun olduğunu düşündüğümüz bu yorumları, dostlarımızın ferâsetine tevdi ediyoruz.

Bunlar, münferit tavırlar değil, ne yazık ki… Hedefe koyduğu muhataplarını (ki, bu Türk Devleti ya da Türk Milleti olabildiği gibi, toplumun ─millî/mânevi değerlerine gönülden bağlı─ herhangi bir kesimi yâhut da bu kesimlere mensup bir kişi veya bunlar tarafından ihdas olunmuş bir kurum olabilir), “peşin hükûmlerle” “itham eden”, “yargılayan” ve “mahkûm eden”, üstelik de bunları “ilericilik”, “çağdaşlık” gibi kerâmeti kendinden menkûl müphem kavramlar adına gerçekleştiren bu tavır, bâzı kesimlerce ─âdetâ, aksi düşünülemez─ “tabii bir davranış” kalıbına dönüştürülmüş durumdadır.

İnsan zihninin henüz adâlet ve hakkaniyet gibi kavramları idrak edemeyecek seviyede olduğu; toplum hayâtının idâmesi için lüzumlu kâide ve müesseselerin henüz teessüs ettirilemediği dönemlere mahsus olabilecek bu iptidâî tavrın son örneğini, Tahir Elçi olayında da gördük. Nitekim, 29 Kasım 2015 günü Diyarbakır’da, “târihi eserlerin korunması konusunda daha özenli olunması” temalı bir basın açıklaması yapmakta iken, o sırada emniyet güçlerimizle bölücü eşkıya arasında çıkan çatışma sırasında vurularak öldürülen Diyarbakır Barosu Başkanı Tahir Elçi’nin ardından, bir takım insanlar ─olayın gelişimi, sebepleri, sorumluları vb. konularda analiz yapma, düşüncelerini destekleyen kanıtları ortaya koyma ve objektif olma gereğini duymadan─ peşinen “Türk Devleti”ni suçlu ilân ettiler.

Bilindiği üzere, Tahir Elçi, 1 Kasım seçimlerinden önce, katıldığı bir televizyon kanalındaki açık oturum sırasında ”Bazı eylemleri terör niteliğinde olsa bile PKK, silahlı siyasal bir harekettir. Siyasal talepleri olan, çok ciddi bir desteği olan bir siyasal harekettir” demek suretiyle, Türk Cezâ Kânûnu ve Terörle Mücâdele Kânûnu’nun ilgili hükümlerini ihlál ettiğinden, Cumhuriyet Savcılığı tarafından “1,5 yıldan 7,5 yıla kadar varan hapis cezâsı ile cezâlandırılması” istemiyle hakkında dâvâ açılmış, bu sebeple gözaltına alınmış, daha sonra “adlî kontrol şartıyla” serbest bırakılmıştı. Elçi için “yurtdışına çıkış yasağı” da getirilmişti[4].

Tahir Elçi’nin ölümündeki sır devam ediyor. Çatışma sırasında bir kaza kurşununa mı kurban gitti, yoksa, olay yerinde önceden mevzilenmiş bir suikastçi tarafından kasten vurularak mı öldürüldü, bunu söyleyebilecek durumda değiliz. Ve, kısa zamanda öğrenilmesi de mümkün olmayacak gibi görünüyor. Zîrâ, emniyet güçlerinin ve görevli savcıların konu hakkında olay mahállinde araştırma yapması ve bulunması muhtemel delillere ulaşması, terör örgütü yandaşları tarafından engellenmektedir. Hoş, bundan sonra araştırma yapılmasının da, herhâlde bir anlamı olmayacaktır. Terör örgütü yandaşlarının kontrolünde olan bir bölgede, şâyet terör örgütünü sıkıntıya düşürecek bir delilin varlığı sözkonusu ise, olayın üzerinden bu kadar zaman geçtikten sonra, o delillere ulaşılabileceğini düşünmek, biraz fazla iyimserlik olmaz mı?

İmdi, soralım; bu ölümün nasıl meydâna geldiğinin anlaşılmasını sağlayacak çalışmalar niçin ve kimler tarafından engellenmektedir? Ve, ortada hiç bir kanıt yokken, nasıl oluyor da, bir kesim, koro hâlinde, Türk Devleti’ni suçlu ilân edebilmektedir? Eğer, bu insanların asıl gâyeleri “kâtillerin ve diğer sorumluların bulunmasını istemek (ve/veyâ, bu konuda yardımcı olmak)” olsa, böyle mi davranmaları gerekir?

Tabii, burada, hakkaniyet gereği, özellikle de son yıllarda yaşanan ve “hukûk güvenliği”[5] konusunda endişe uyandıran bir takım gelişmelerden ötürü, “devletin/kamu görevlilerinin, sözü edilen olay(lar)da ihmâli ve/veya kusurlu davranışları olamaz mı” şeklinde sorulabilecek bir soruya cevap teşkîl etmek üzere, şu hususu vurgulamayı gerekli addediyoruz; devlet bir tüzel kişiliktir, kurumlardan ve kurallardan teşekkûl eder. Devletin hatâ yapması, sözüedilen kuralların ve/veyâ kurumların hatâlı kurgulanması ve/veya uygulanması anlamına gelir. Her iki durumda da, sorumlu, devletin tüzel kişiliği değil, kurumları ve kuralları hatâlı kurgulayan ve/veya uygulayan kişilerdir. Bunlar siyâsetçi olabileceği gibi, devletin çeşitli kademelerinde görevli bürokrat ve diğer kamu görevlileri de olabilir. Devletin devamlılığının sağlanabilmesi, öncelikle meşruiyetini muhafaza etmesine bağlıdır. Devletin meşruiyeti, varlık sebebini korumasıyla mümkündür. Devlet, muhtelif dönemlerde ve kültürlerde farklı işlevler yüklenebilse de, öncelikle “ülkede adâletin ve huzurun temini; kişilerin ve toplumun iç-dış güvenliğinin sağlanması” ile yükümlüdür. Bu konularda zaaf içerisine düştüğü takdirde, devletin meşruiyetini muhafaza edebilmesi güçleşir. Bu yüzdendir ki, medeniyetimizde, hemen her dönem, “adâletin sağlanması” devlete atfedilen en önemli görevlerden birisi olmuştur[6]. Hál böyle olunca, terörle mücâdele de dâhil olmak üzere, bir hukûksuzluk mevzubahis olduğu takdirde, hangi gerekçe ile olursa olsun, bu durumun ve müsebbiplerinin görmezden gelinmesi sözkonusu olmamalıdır. Devletin varlığına/bekasına bundan daha fazla zarar verebilecek başka bir sâik düşünülemez. Ancak, konu edilen olaylarda sözkonusu olan, müşahhas kanıtlara dayanan bir suç iddiası değil, devletin tüzel kişiliğinin ─herhangi bir kanıt gösterilmeksizin─ töhmet altında bırakılmasıdır.

Hattızâtında, bu “peşin hükûmlü” tavır yeni de değildir. Ülkemizde, bir kesimin, Türk Devletini/Milletini ilgilendiren hemen her olayda/konuda, âdetâ istisnasız denilebilecek şekilde, uzunca bir süreden buyana, Türkiye ve/veyâ Türkleri peşinen mahkûm etme, her hâlükárda “hatâlı” bulma çabasında oldukları gözlenmektedir[7].

Bu “arazlı” tavrın siyâsî/târihî/kültürel sebeplerinin araştırılması elbette gerekir, hattâ bu konuda geç bile kalınmıştır. Ancak, son zamanlarda, sözkonusu tavrın, bilerek ya da bilmeyerek, çok daha değişik bir amaca hizmet ettiğinden endişe ediyoruz.

Günümüzde, basılı/görüntülü/sanal iletişim ve yayım araçlarına göz attığımızda, karşımıza çıkan manzara şudur; başında “Türk” bulunan her şeye (Türklük, Türk Milleti, Türk Devleti, Türk Vatanı, Türkçe vs.) ve özellikle de ulus-devlet kavramına karşı “sonsuz bir nefretin” çok değişik yol ve yöntemlerle (bâzen, açıktan tahkir ve/veyâ itham; bâzen mizah görünümü altında, küçümseme vs.) dışa vurulduğunu görüyoruz. Öyle ki, yalnız siyâsî konularda değil, günlük hayâta dâir, ilk bakışta son derece mâsumâne görünen, hattâ ─o sırada kültürel savunma mekanizmaları teyakkuzda olmayan─ millî şuur sâhibi pek çok insanın dahi ilk elde “gülüp geçebileceği” nitelikte pek çok yazı/resim/karikatür vb. objenin ─âdetâ, “kayayı delen, su damlalarının gücü değil, devamlılığıdır” sözünü ispatlarcasına─ tek bir noktaya, “Türklüğün ve ulus-devlet yapısının ─bütün müesseseleriyle─ aşağılanması, tahkîr edilmesi, çözülmesi” konusuna odaklandığı, açıkça müşahede edilmektedir[8].

Yabancı basında ülkemiz/milletimiz aleyhine giderek sıklaşan sayıda çıkan “olumsuz” haber ve yorumlarla da desteklenen bu gidişat, yalnızca “söz”de kalmış olsaydı eğer, ne kadar yaralayıcı da olsa, geleceğe dâir kaygı verici gelişmelere vehmetmezdik. Fakat, çevremizde cereyan eden bir takım hâdiselerle giderek belirginleşen ve ‘Türkiye’yi yakın bir zamanda çepeçevre içine alacak’ bir ateşin kıvılcımlarının saçıldığı intibaını uyandıran emâreler, Türk Devletine ve Türklüğe yönelik “yıkıcı” ithamların hedefi konusunda müteyakkız olmayı gerekli kılmaktadır.

Rusya Niçin Tahrik Ediyor?

Bilindiği üzere, Rusya, bir süreden beri, Suriye’deki çatışmalara ─hava unsurları ve özel kuvvetleri vasıtasıyla─ fiîlen dâhil olmuş vaziyettedir ve, Türkiye’nin bölgeye ilişkin hassasiyetlerini görmezden gelerek, son derece tahrikkár eylemlerde bulunmaktadır. Bu eylemlerin belki de en dikkate değer olanı, Rus Dışişleri Bakanı Lavrov’un Türkiye’ye yapacağı ziyâretin arefesinde, 24 Kasım 2015 günü sabahı, bir Rus savaş uçağının, defalarca uyarılmış olmasına rağmen, ısrarla hava sahamızı ihlál etmesidir. Rus uçağı, yapılan uyarılara aldırmayınca, savaş uçaklarımız tarafından düşürülmüştür. Kaldı ki, Suriye sınırımızda, yaklaşık üç yıldan buyana, Rusya ve Suriye’ye ait hava unsurları tarafından Türk Hava Sahasına sık sık ihlál girişimleri yapılmaktadır. 22 Haziran 2012’de ise, F4 tipi bir keşif ve eğitim uçağımız Suriye tarafından düşürülmüştür. Bunun üzerine, Türkiye ile Suriye arasındaki angajman kuralları değiştirilmişti[9]. Yeni kurallar gereğince, Suriye tarafından gelecek bir ihlal karşısında, hedef “uyarıda bulunmadan” vuruluyordu[10]. Durum bu merkezde iken, Rusların, üstelik de Rus Dışişleri Bakanı’nın ülkemize geleceği günün arefesinde, böylesine nâzik bir ortamda, diplomatik teâmülleri bir yana bırakarak, sınırımızı ihlál etmek suretiyle “güç gösterisinde bulunmaları” nasıl izah edilebilir? 

Rus uçakları bir yandan hava sahamızı ihlál ederken, diğer yandan da sınırımızın hemen güneyinde ve güneydoğusunda yaşayan Suriye Türkmenlerine karşı kesif bir hava bombardımanı harekâtı yürütmektedir. Rusya, bölgedeki varlık sebebini, “terörist saldırıların hedefindeki meşrû Suriye hükûmetinin terörle mücâdelesine yardımcı olmak” ve “bütün dünyânın nefretini kazanmış olan IŞİD/DAEŞ örgütünün bölgedeki varlığının sonlandırılmasını sağlamak” olarak açıklamaktadır. Ancak, Suriye’deki çatışmaların başlamasından itibâren ─tabii olarak─ muhalefetin tarafında yer alan Suriye Türkleri[11], bu mücâdele sırasında “insanlık suçu” sayılabilecek hiç bir eyleme bulaşmadıkları gibi, bölgede, IŞİD/DAEŞ isimli örgütün mezâlimine en fazla mâruz kalan topluluk durumundadır. Dolayısıyla, Rusya, eğer bu vahşi örgütle mücâdelesinde samimi olsa, doğrudan IŞİD mevzilerini hedef alması gerekir. Oysa ki, bölgeden gelen haberler, Rus uçaklarının IŞİD’den çok Türkmen mevzilerini bombaladığı yönündedir. 

Kezâ, Rusya, Türkiye’nin tavrını açıkça belli etmiş olmasına rağmen, Suriye’nin kuzeyinde terörist Kürt guruplarla da işbirliği yapmakta ve, üstelik bu durumu gizleme gereği dahi duymamaktadır. Bölgede, Kuzey Irak benzeri bir oluşum vücûda getirilmesinin, Türkiye bakımından “kabûl edilemez” olduğu açık iken, Rusya’nın ─deyim yerinde ise─ “Türkiye’yi kaale almamak” suretiyle bahiskonusu operasyonlarını aralıksız sürdürmesi, “Suriye hükûmetine yardımcı olma” amacının dışında, bölgenin geleceği bakımından daha kapsamlı sonuçları olabilecek bir plánı gerçekleştirmeye çalıştığı, izlenimi vermektedir. 

Rus – ABD İttifakı mı? Kime Karşı ve Ne İçin?

Dikkat çekici bir diğer konu ise, yakın zamana kadar Suriye konusunda çekişen Rusya ve ABD’nin son zamanlarda “müşterek” hareket ediyor görünmeleridir. Bir takım çevrelerce, Rusya ve ABD’nin “Suriye konusunda ittifak” hâlinde oldukları, ileri sürülmektedir. Ancak, bu ittifakın ayrıntıları ve amacı konusunda doyurucu bir gerekçe/izahat ortaya konulamamaktadır. 

Daha önce de belirttiğimiz gibi[12], ABD, 2003 yılı Mart ayında başlayan ve 2011 yılı sonuna kadar devam eden Irak işgâli sebebiyle ─muhtelif tahminlere göre─ 1-5 trilyon dolar civarında harcama yapmış olmasına karşılık[13], Irak petrolleri üzerinde tam bir denetim sağlayamamıştır. ABD’nin, bu amacına ulaşabilmek için, Suriye’nin kuzeyinde bir petrol koridoru açmak istediği, böylece Irak ve Suriye’nin kuzeyinin coğrâfî bakımdan birleştirilerek, ─KDP yardımıyla denetim altında bulundurulan─ Kuzey Irak petrolünün Akdeniz’e akıtılacağı, ifâde edilmektedir[14]. Ancak, bu tezin izaha muhtaç pek çok yönü bulunmaktadır. Herşeyden önce, sözkonusu petrol koridoru, “Türkiye toprakları (Hatay ilimiz)” üzerinden geçerek ya da Suriye hükûmetinin denetiminde olan ve Rus deniz üssünün de bulunduğu Bayır-Bucak bölgesini kullanmak suretiyle, denize çıkış yapabilir (Şekil 1). ABD’nin “Rus denetiminde olan bir petrol boru hattı yapmak istemesi” makûl bir düşünce değildir. Türkiye üzerinden geçmesi durumunda ise, bu gereksiz bir yatırım olur. Zîrâ, ─Suriye ve Irak ile olan sınırımızın kuzeyinden geçen─ Kerkük-Yumurtalık petrol boru hattı yaklaşık 40 yıldan buyana hizmet vermektedir. Sevkedilecek petrol miktarında ─bilindiği kadarıyla─ bir artış sözkonusu olmadığına göre, ─en azından bir kısmı─ yine Türkiye’den geçecek yeni bir hattın yapımına girişilmesi, izaha muhtaçtır.

 

Şekil 1 – Suriye’de Rejimin ve Muhâlif Gurupların Hâkîmiyet Alanları

(Kırmızı: Rejimin kontrolünde; Yeşil: muhâlif guruplar; Turuncu: PYD; Koyu Gri: IŞİD)

(Kaynak: http://enerjienstitusu.com/2015/07/06/suriye-koridorunun-amaci-petrol/)

Bir yandan bu tartışmalar yapılırken, bir yandan da bölge, savaş gemileriyle dolmuş durumdadır[15]. Şimdilik, bu yığınağın hedefi bilinmemektedir. Fakat, ABD liderliğindeki Batı bloğu ile Rusya-Çin-İran ittifakının bölgeye askerî yığınak yapmayı sürdürmeleri, bölgenin önümüzdeki zaman diliminde daha sıcak gelişmelere sahne olacağını, düşündürmektedir. 

Sonuç Yerine

Bir an için şeytanın avukatlığını yaparak, “ne olabilir” sorusunu ─ülkemizin en aleyhine olacak ihtimâlî düşünerek─ cevaplayacak olursak, Kuzey Irak petrolünün “Türkiye’nin” veya “Rusya-Çin-İran ittifakının desteğindeki Suriye’nin” denetimi olmaksızın Akdeniz’e akıtılabilmesi için, Bölge’de haritaların (Türkiye, Suriye, Irak ve, hattâ, imkán bulunursa, İran) değişmesine yol açacak, dünyadaki dengeleri derinden sarsacak ve “küresel dengelerin yeniden kurulmasını gerektirecek” nitelikte askerî/siyâsî gelişmelerin zuhur edebileceğini, gözönünde bulundurmamız gerekecektir.

Türkiye kolay lokma değildir ve “Türkiye üzerine hesap yapanlar”, geçmişte, en zor zamanlarımızda dahi, kendimizi savunma konusunda nasıl bir kararlılığa sâhip olduğumuzu bilebilecek durumdadırlar. Birinci Dünya Savaşı ve Millî Mücâdele, muhataplarımıza fikîr vermek için yeterlidir. Şu hâlde, bölgede haritaları ─dolayısıyla da, küresel dengeleri─ değiştirecek kapsamlı bir harekâtın başlatılabilmesi için, öncelikle Türklerin mâneviyâtının/özgüvenlerinin sarsılması, millî birlik ve berâberlik duygularının zayıflatılması; öteyandan da, “bölge üzerine hesap yapan ülkelerin” kamuoylarının “bu savaşın/çatışmaların gerekliliği konusunda” iknâ edilmesi, gerekecektir. Bosna savaşında ve daha sonra yaşanan bölgesel çatışmalarda, dengeleri yeniden kurmak isteyen ABD liderliğindeki Batılı güçler, kamuoylarını “askerî bir operasyonun gerekliliği” konusunda iknâ edebilmek için, uzun süre çatışmalara müdâhil olmamışlar, önlemek için yeterli gayreti göstermemişler (hattâ, tarafların birbirlerini iyice yıpratmaları için, zaman zaman taraflardan birisine ya da her ikisine ─umûmiyetle, örtülü biçimde─ yardım yapıldığı da ileri sürülmüştür), kan dökülmesine uzun süre seyirci kalmışlardır. Bu esnada, taraflar arasındaki çatışmalar, bütün insanlığın vicdanını kanatan dramların yaşanmasına yol açmış; sonuçta, taraflar iyice yıprandıktan sonra, Batılı güçler, “diledikleri şartları dayatmak suretiyle” ─Dayton Antlaşması[16] gibi─ “Batı’nın hakemliğini sürekli kılacak” çözüm (aslında, çözümsüzlük) yollarını taraflara kabûl ettirebilmişlerdir.

Temenni etmiyoruz, elbette. Ancak, biz bu filmi 1806 yılında başlayan Sırp İsyânından buyana defalarca “yaşadığımızdan” (Evet, seyretmedik, yaşadık!), yoğurdu üfleyerek yemeyi tercih ediyoruz ve son günlerde ülkemizde yaşanan “kontrollü terör eylemleri”, “bir kısım vatandaşlarımızı Devletimize karşı isyâna teşvik etmeye yönelik girişimler” ve “Türk Milletini/Devletini hedef alan her türlü yersiz/amacını aşan ithamlar” gibi gelişmeleri bu çerçevede değerlendiriyoruz.

Bölgedeki gelişmeleri analiz etmeye, önümüzdeki günlerde devam edeceğiz.

——————————————————–

[1] http://www.ozguruniversite.org/index.php/fikret-bakaya/guenluek/1776-tc-bunu-hep-yapyor-ve-baka-tuerlue-yapmas-muemkuen-deildir

[2] “Bu devlet daha ne yapsın ulan?”, http://mehmetefe.com/devlet/ “

[3] ” Bir ‘yemin’ ettim ki dönemem…”, http://www.diken.com.tr/bir-yemin-ettim-ki-donemem/

[4] http://www.bbc.com/turkce/haberler/2015/10/151026_tahir_elci_iddianame

[5] Bir toplumda, bireylerin ezici çoğunluğu; başına bir hál geldiğinde, hukûk düzeninin kendisini koruyacağı; kânûnların, umûmî yarar, eşitlik ve hakkaniyet gibi kâideler gözetilerek ihdas edileceği ve uygulanacağı, kazanılmış hakların korunacağı, kamu yararına aykırı gelişmeler ortaya çıktığında, gerekli düzenlemelerin derhál ─ve, en uygun şekilde─ yapılacağı konusunda tam bir inanca sâhip olduğu takdirde, hukûk güvenliğinin tesis edilmiş olduğu söylenebilir. Böyle bir ülkede, hiç kimseye ve/veya zümreye, kamunun menfaatleri aleyhine yarar sağlan(a)maz.

[6] “Allah size mutlaka emânetleri ehil olanlara vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adâletle hükmetmenizi emreder.” (Nisa, 58); “Zulüm kıyamet gününün karanlıklarındandır”, (Hz. Muhammed (S.A.V), Buhârî, el-Mezâlim), “Küfür ile dünya durur, zulüm ile durmaz” Koçi Bey, Risâle, (Sâdeleştiren: Zuhuri Danışman), Ankara 1985, 5.69.; “Devlet-i Aliyye adl ile ka’imdir.”, “.,. ve illa zulm ile memalik viran olması mukarrerdir.” (Kitab-ı Müstetab); “Adalet bâ’is-i kurb-i hudâdır, nitekim zulm iden Hak’dan cüdâdır (Kitab-ı Müstetab); “Memleket tutmak için çok asker ve ordu gerekir. Askeri beslemek için de çok mal ve servet gerekir. Bu malı elde etmek için halkın zengin olması gerekir. Halkın zengin olması için de doğru kanunlar konulmalıdır. Bunlardan biri ihmál edilirse, dördü de kalır, Dördü birden ihmál edilirse, beylik çözülmeye yüz tutar” (Yusuf Has Hacip, Kutadgu Bilig).

[7] Asılsız Ermeni iddialarından Şeyh Sait ve Dersim isyânlarına, Mustafa Muğlalı Paşa olayından, 1984 yılından buyana bölücü eşkıya tarafından gerçekleştirilen eylemlere; Türkiye ve Türkler konusunda umûmiyetle hasmâne bir tutum içerisinde bulunan Yunanistan ve Ermenistan gibi ülkelerle ilişkilerden, AB ‘nin ─Türkiye’ye, diğer aday ülkelerden farklı muamelede bulunmak gibi─ “çifte standarda dayalı” samimiyetsiz tutumuna yönelik değerlendirmelere kadar, bu konuda “sayısız” denilebilecek kadar çok misál vermek mümkündür.

[8] Meselâ, “ünlü milliyetçi gazeteci yazar”ın mahdumu soruyor; “Türkler, kendileri dâhil neden hiç kimseden hoşlanmıyor?” Tabii, cevâbını da kendisi veriyor. Böylece, “Türklerin ne kadar lüzumsuz, nefret dolu yaratıklar olduğu” konusunda fikîr sâhibi oluyorsunuz! Bir başkası, hemen yanıbaşındaki sütunda, “Türk anneleri ile Alman anneleri arasındaki yirmi fark”ı anlatıyor. Okuduğunuzda, Türk annelerinin ne kadar “hödük”, Alman annelerinin ise ne kadar “kültürlü, eğitimli ve cici” olduğunu öğreniyorsunuz. İnsanın, “ah benim annem de (yâhut, karım da) Alman olsaydı” diyesi geliyor. Tabii, arada bir, gönül okşayıcı, teselli bulmanızı sağlayacak ifâdeler de yok değil. Ancak, rüşvet-i kelâm kabilinden araya serpiştirilen bu “müspet” ifâdelerin, gerçeği teslim etmek için mi, yoksa okuyucuda “yazının objektif olduğu” intibaını uyandırmak için mi konulduğu, tartışmaya açıktır. Bir başka yazı, “Türk erkeklerinin eşlerini niçin mutlu edemediği” üzerine. Yazar, daha başlıkta hükmünü vermiş, sonrası teferruat… Açık söyleyeyim, bu yazıyı okuyacak bir Türk kızı, bir Türk genci ile evlenmeden önce, biraz düşünecektir. Bunun aksini iddia eden, yâni Türk kadınlarının eşlerini mutlu edemediğine yönelik de mebzul sayıda yazı ortalıkda dolaşıyor. Âdetâ, Türk gençlerine, kız/erkek ayırımı yapmaksızın, “aman ha, sakın bir Türk ile evlenmeyin” denilmek isteniyor.

Kezâ, geçenlerde, TV yapımcısı bir arkadaşımın anlattıklarını dinleyince, kulaklarıma inanamadım. Mâhut izdivaç proğramlarından bâzılarında, ekrana çıkarılan kadınlar/erkekler özel yöntemlerle seçiliyor ve ekranda nasıl davranmaları gerektiği konusunda kendilerine eğitim veriliyormuş. Proğram başına ücret de verilen bu insanlara, “ekran başındaki insanları etkileyecek şekilde davranmaları konusunda” sıkı tembihlerde bulunulduktan sonra, ücretleri “söylenilenleri yapma becerilerine göre” tespit ediliyormuş. Sözkonusu arkadaşım, boşanma oranlarındaki artış ile sözkonusu proğramların yaygınlaşmaları arasında da yakın bir ilişki olduğunu ve bunun “Türk Âilesini yıkmak amacıyla” bilerek/istenerek yapıldığını da iddia etti. Öyle ya, âile “toplumun temel yapıtaşı” sayılır. Âile kurumunu yıktıktan sonra, bir milletin en fazla iki-üç nesil sonra inkıraz etmesi, tabii bir neticedir.

Yine, birkaç gün önce, ünlü bir üniversitemizin spor salonuna gitmiştim. Havuzun girişindeki camlı kapıya, çarşaf gibi, bir kaç sayfalık bir yazı yapıştırmışlar. Yazı, oldukça özenli yazılmış. İnternet ortamında da sıkça dolaştırılan bu yazıyı okuduğunuzda, eğer milletinize karşı biraz muhabbettiniz var ise, bütün sinirleriniz ayağa kalkıyor; yok eğer, millî duygularınız zâten zayıf ise, böyle “kültürsüz/medeniyetsiz, en basit görgü kurallarından bile haberi olmayan” iptidâî bir millete mensup olduğunuz için utanç duymamanız ─eminim─ mümkün olmayacaktır. Hülâsa, “Türklük” mefhumu ile ilgili bütün değer ve kavramları “değersizleştirme” sonucunu doğurabilecek basılı/görüntülü yayınlar hakkında ─sayılamayacak kadar çok─ misál vermek mümkündür. 

[9] Sözlük anlamı ‘Bağlantı’ olan “angajman”, askerî anlamda “tehdide karşı verilecek askerî tepkinin şartları” anlamında kullanılmaktadır. Angajman kuralları askeri operasyonların siyasi ve hukuki boyutlarını izah eden metinlerdir. Bir başka deyişle, yetkili bir otorite tarafından çıkarılan ve askeri kuvvetlerin hedeflerini yerine getirirken tâbi olacakları kuralları ve sınırları çizen tâlîmatlardır.

[10] 22 Haziran 2012’de Türk F4 keşif ve eğitim uçağı Suriye tarafından düşürülmüştü. Türk jeti, Akdeniz’in bin 260 metre derinliğinde bulunmuştu. Bunun üzerine, Türkiye ile Suriye arasındaki angajman kuralları değiştirilmişti (Kaynak: http://www.gazetevatan.com/-angajman-kurallari-degisti–ne-demek–460542-gundem/). Buna göre Suriye tarafından gelecek bir ihlal karşısında, hedef uyarıda bulunmadan vuruluyordu. Bu çerçevede 16 Eylül 2013 târihinde bir Suriye helikopteri düşürüldü. 23 Mart 2014’te de Suriye’ye ait bir MIG-23 savaş uçağı Türkiye tarafından düşürülmüştü.16 Mayıs 2015’te ise Hatay’da sınır ihlali yapan Suriye hava aracı Türk savaş uçakları tarafından vurulmuştu. 16 Ekim 2015’te ise Genelkurmay Başkanlığı, Türk hava sahası içerisine giren bir hava aracının düşürüldüğünü açıklamıştı.

[11] Suriye Türkleri, elbette muhalif tarafta yer almışlardır. Çünkü, Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra vatan toprakları dışında kalan bu kardeşlerimiz, Suriye toplumunun en çok ezilen kesimini oluşturmakta idi. Suriye Türkleri hakkında geniş bilgi için bkz. Ahmet Emin DAĞ, Halep Türkmenleri (1918-2008), Yayımlanmamış Doktora Tezi, Marmara Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Türk Tarihi Ana Bilim Dalı Cumhuriyet Tarihi Bilim Dalı, İstanbul, 2010; Fatih KİRİŞÇİOĞLU, Suriye’de İç Savaş Sürerken Suriye Türkmenleri, 21. Yüzyıl Türkiye Enst., Rapor No.: 1, 2013, http://www.21yyte.org/assets/uploads/files/suriye-turkmenleri-rapor-son-pdf_14032013.pdf; Erişim: 05.12.2015; Abdurrahman Mustafa, Suriye Türkmenlerinin “Onur ve Özgürlük” Mücadelesi, Türk Yurdu, Ekim 2015 – Yıl 104 – Sayı 338; Sadun KÖPRÜLÜ, “Suriye Türklerine karşı baskılar, İşkenceler sürmektedir”, http://www.turkmeneliihd.com/YAZARLARfiler/Sadun%20kopurlu/suriyeli%20Turklere%20karsi%20baski.htm; Erişim: 05.12.2015; Nurullah Çetin, “Suriye Türklerini Tanıyalım”, http://www.tarihgazetesi.net/roportajlar/299suriyetuerklerinitanyalm.

html; Erişim: 30.11.2015

[12] Mustafa TEZEL, Ankara Katliâmının Muhtemel Sebepleri Ve Sonuçları Üzerine Bir Değerlendirme http://www.kirmizilar.com/tr/haber-yorum/item/17-ankara-katli%C3%A2minin-muhtemel-sebepleri-ve-sonu%C3%A7lari-%C3%BCzerine-bir-de%C4%9Ferlendirme.html; Erişim: 11.10.2015

[13] Bu konu için bkz. Prof. Joseph Stiglitz & Prof.Dr. Linda J. Bilmes; Üç Trilyon Dolarlık Savaş: Irak Savaşı’nın Gerçek Maliyeti” (The  Three Trillion Dollar War: The True Cost of the Iraq Conflict); ODTÜ Geliştirme Yayınları Vakfı, Ankara, 2009; “Irak ABD’ye pahalıya mal oldu”, http://www.sabah.com.tr/dunya/2013/03/16/irak-abdye-pahaliya-mal-oldu (16.03.2013);

http://www.umke.org/dunya/irak-isgalinin-abdye-maliyeti-1-trilyon-dolar-h908.html

[14] “Suriye Koridoru’nun amacı petrol”,

http://enerjienstitusu.com/2015/07/06/suriyekoridorununamacipetrol/; Erişim: 02.12.2015

[15] “Akdeniz savaş gemisiyle dolu”, http://www.ahaber.com.tr/dunya/2015/12/05/akdeniz-savas-gemisiyle-dolu, Erişim: 05.12.2015; “Kıvılcıma bir kala”, http://www.milliyet.com.tr/kivilcima-bir-kala/dunya/detay/2158776/default.htm, Erişim: 05.12.2015; “Akdeniz savaş gemileri, Suriye savaş uçakları ile doldu. İşte tablo!”, Erişim: http://revizyonhaber.com/akdeniz-savas-gemileri-suriye-savas-ucaklari-ile-doldu-iste-tablo/, Erişim: 05.12.2015

[16] Dayton AnlaşmasıHırvatistan Savaşı ve Bosna Savaşı‘nı sona erdiren antlaşmadır. O zamanki Bosna-Hersek Devlet Başkanı Aliya İzzetbegoviçSırbistan Devlet Başkanı Slobodan Miloseviç ve Hırvatistan Devlet Başkanı Franjo Tudjman tarafından Kasım 1995‘te ABD‘nin Ohio eyaletindeki Dayton kenti yakınında uzlaşma sağlanmış ve14 Aralık 1995‘te de antlaşma resmen imzalanmıştır. Bu antlaşmanın arkasından 1996’da bölgelere NATO güçleri gönderilmiştir. Bu antlaşma ile Bosna-Hersek kantonlara bölünmüş ve ülkenin %49’unu Sırp Cumhuriyeti (Republika Srpska) %51’ini Boşnak-Hırvat Federasyonu’nun (FBIH) kontrol etmesi öngörülmüştür. Ayrıca, Doğu Slavoniya’yı Hırvatistan’ın kontrol etmesi öngörülmüştür. (Kaynak: https://tr.wikipedia.org/wiki/Dayton_Anla%C5%9Fmas%C4%B1, Erişim: 03.12.2015)

Yazar
Mustafa TEZEL

İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Maliye Bölümü'nden mezun olan Mustafa TEZEL, yüksek lisansını Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Maliye Bölümünde yapmıştır. Çalışma hayatına bir kamu bankasında müfettiş yard... devamı

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen