İlhami GÜLER[i]
“Ocak” kavramı, Türk kültüründe emin mekân, hayatiyet, asalet, aile, sağ-salim olmanın kurumsal metaforudur. “Aile Ocağı”, “Sağlık Ocağı”, “Ülkü Ocağı, “Türk Ocağı”, “Ocağına düştüm” vb. deyim ve isimlerinde olduğu gibi. Birine beddua ederken: “Ocağı sönsün” denir. Mehmet Akif Ersoy: “Korkma; sönmez, bu şafaklarda yüzen al sancak / Sönmeden, yurdumun üstünde tüten en son ‘ocak’” derken aileyi kastediyordu. Eğitim, kültür, sanat, mimari, din, bilim, hukuk ve siyaset de, toplumsal hayatı sağ-salim sürdüren ocaklardır. Eskiden bu “ocak”lar mükemmelen yanıyordu, ısıtıyordu, ışıtıyordu, yemek (hizmet) pişiriyordu iddiasında değilim; ancak bir biçimde “tütüyordu”, yani duman çıkarıyordu. Şimdilerde ise dumanları azaldı ve külleri çoğaldı. Şöyle ki:
Eğitim
Örgün veya yaygın olsun, “eğitim”in amacı, -meslek becerisi kazandırmanın ötesinde-; insana doğuştan getirdiği potansiyel kabiliyetlerini aktüelleştirme kapasitesini kazandırmaktır. Çocuklara merak etme ve hayrete düşme duygularını kazandırmaktır. Eğitim, salt bilgi yükleme faaliyeti değildir. Bir filozofun dediği gibi: “Hiç kimse, hiç kimseye hiçbir şey öğretemez; insanlara ancak hangi bilgileri, niçin ve nereden öğrenmeleri gerektiği/ihtiyacı öğretilebilir.” Halkımız, bu gerçeği: “Koyma akıl, akıl değildir”, “Bir kulağından girip öteki kulağından çıkmak” deyimleri ile ifade etmiştir. Türk Millî Eğitimi, başlangıçta ideolojik olarak bir “tür” vatandaş yetiştirme aygıtı iken; muhafazakâr hükümetler döneminde “dindar gençlik/nesil” yetiştirme amacına yönelmiş; son olarak da -internet ve “sosyal medya”nın gelişmesi ile- kimliği, kişiliği, karakteri belirsiz; “buraya (vatan/yurt)” ve “bu toplum”a aidiyet duygusu zayıf; idealist/ideolojik olmaktan çok hazcı/hedonist (egoist) bir nesil ortaya çıkmıştır. Politik-kimlik kavgası yüzünden, mevcut eğitim sistemi yeni kuşaklara “meslek becerisi” bile kazandırmayı becerememiştir. Ülkenin işgücüne ihtiyacı olduğu halde; eğitim sistemsizliği, üniversite mezunu “mesleksiz-işsiz” gençler üretmektedir.
Kültür-Sanat-Mimari
Kültürün özü; dünyanın ve ötekinin farkında olmak, ötekine karşı empati duymak (hem-hal olmak), adâb-ı muaşeret kurallarını bilmek-uygulamak, tolerans sahibi olmak, kendini sürekli geliştirmek-eğitmektir; medeni olmaktır. Kültürün bir unsuru olarak sanat, güzellik duygusunun ve yaratıcılık kapasitesinin tezahürü olarak müzik, sinema, tiyatro, tezhip, tezyinat, resim-heykelciliktir. Mimari, estetik yaşama sanatının yapıya, binaya, şehre yansımasıdır. Mimarinin özü, beton/bina değil; maneviyat/metafiziktir. Merhum Hamdi Tanpınar’ın Beş Şehir ve Turgut Cansever’in Kubbeyi Yere Koymak adlı eserleri, bu hakikati anlatır.
Osmanlı toplumunun kültür-sanat ve mimari tarzı, Cumhuriyet Devrimi ile Batı kültür-sanat ve mimari tarzı ile değiştirilmeye; bazı alanlarda sentezlenmeye çalışılmıştır. Bu da toplumda bir kültür-kimlik-kişilik krizi-kaosu yaratmıştır. Türk toplumu, geleneğin yaratıcı yenilenmesini başaramamıştır. “Kanon”lar yaratarak yenilenme yerine; bir avuç elit, -gerekçelerinin etik-ontolojik tartışmasına girmiyorum- devrimler yapmayı tercih etmiştir. Mehmet Akif, Ziya Gökalp, Hamdi Tanpınar, Peyami Safa, Kemal Tahir gibi yaratıcı yenilenmeyi savunan isimler başarılı olamamış; bu alanlarda Batı ve Gelenek taklitçileri daha çok taraftar bulmuştur. Şairlerden örnek vermek gerekirse, Tevfik Fikret ve Necip Fazıl, birer prototiptir.
Son yıllarda bu alanların hepsinde hızlı bir paçozlaşma yaşanmaktadır. Sosyal ve ulusal medyadaki seviye, bu paçozlaşmanın kültürel alandaki durumunun göstergesidir. “İftira ve küfür”, sosyal medyayı özetlerken; “yandaş” ve “muhalif” kanallarda yuvalanmış aynı düdüğü/borazanı öttüren ekipler, ülke sorunları üzerine sözde “tartışma” yapmaktalar.
Rahmetli filozof mimarımız Turgut Cansever’ın onca boğuşmasına, bağırmasına rağmen son 20 yıldır “yatay mimari” terk edilmiş; rant uğruna şehirlerimiz “beton ormanı”na çevrilmiştir. Belediyeler, şehirlerindeki bir avuç tarihi dokuyu korumakla, bunun kefaretini ödediklerini sanmaktadırlar. Muhafazakâr müteahhitlerin, diktikleri kulelere verdikleri ecnebi adlar (Örneğin: “Gamador Galya”), neyi “muhafaza (!)” ettikleri hakkında bilgi vermektedir. Türkiye’deki şehirlerde İslam’ın damgasını yansıtan “mahalle”ler, “TOKİ” tarafından yok edilerek, meskûnları, güvenli insan “silo”larına dolduruldu. Heykele karşı olan muhafazakâr belediyeler, şehirlerinin-kasabalarının göbeğine kireçten yapılma kabak, karpuz, portakal vb. maketleri diktiler. Ankara’da, şehrin nefes alma yeri olan “Orman Çiftliği-Hayvanat Bahçesi”, teneke-çelikten yapılmış “Anka-Park”a dönüştürüldü ve çürütüldü. Bütün Avrupa şehirlerinde olduğu gibi, İstanbul’da da şehrin merkezinde olan Tren Garı (Haydarpaşa-Sirkeci) yerinden edilerek, mekânları, rant kaygısı ile “otelci”lere satılmaya kalkışıldı…
Bilim-Üniversite
Bilimsel düşünce, doğası gereği, dogmatik teolojinin değil felsefi düşünmenin meşru çocuğudur. Tarihte İslam dünyasında ve Modern Batı’da da bu, böyle olmuştur. Felsefi düşüncenin aktif olduğu dönemlerde İslam dünyasında da bilimsel keşifler yapılmış ve icatlar çıkarılmıştır. Katı dogmatik teoloji egemen olduktan sonra da, farklı, ilginç önerilere karşı: “İcat çıkarma!” düsturu egemen olmuş ve “doğru söyleyeni dokuz köyden kovmuşlar”dır. Batı’da da Felsefi düşünme, teolojik düşünmeyi tahtından indirdikten sonra bilimsel keşifler ve teknoloji gelişmeye başlamıştır. Osmanlı medreselerinde dogmatik teolojik düşünce talim-tahsil ve tedris edildiği (tekrar-taklit-geviş getirme) için, Batı’da meydana gelen bilimsel gelişmeler takip edilememiş ve toplum tarih dışına düşmüştür. Anadolu Türklüğü, “teolojik düşünme” aşamasına dahi geçemeden, mitolojik (mistik/menkıbevi) düşünme aşamasında kalmıştır. Cumhuriyet devrimlerinin, aktif olmayan teolojik düşünme ve felsefi düşünme aşamalarını atlayarak bilimsel düşünmeyi taklit etme girişimi (“Hayatta en hakiki mürşit, ilimdir, fendir” M. K. Atatürk) pek başarılı olamamıştır. Türk üniversiteleri, en fazla, Batı’da yapılan bilimsel keşifleri kendi dilinde veya tercüme yolu ile “ders/tedris” olarak okutmaya çalışmış; genç kuşaklarda ciddi bir merak, keşif, icat tutkusu yaratılamamıştır.
Muhafazakâr yönetimler, üniversiteyi/bilimi değerli bir şey olarak görmüşler; ancak, künhüne, nasıl yapıldığına vakıf olamamışlardır. Üniversite sayısının artırılmasının esas motivasyon kaynağı bilim-teknik değil; inşaat rantı, şehirlere seçim yatırımı, taraftarlara istihdam kaynağı oluşturmasıdır. “Biz sayıları artırdık; siz de kaliteyi artırın” savunması, geçerli değildir. Üniversite sorunu, “sayı” sorunu değil, “kalite” sorunudur: Neyi keşfettin veya ne icat ettin? Türkiye’de sanayinin ve silah teknolojisinin gelişmesinde üniversitenin ciddi bir katkısı yoktur. ODTÜ, Hacettepe, Boğaziçi, İTÜ, Bilkent gibi Türk üniversitelerinin -düşük de olsa- bir zamanlar dünya üniversiteleri sıralamalarındaki yerlerinden oldukça gerilere düştükleri, aleni bir gerçektir. Nitekim 2013-2023 yılları arasında “Akademik Özgürlük Endeksi”nde Türkiye en alttaki yüzde 10’luk dilimde Mısır, Küba ve Kuzey Kore’nin de olduğu sıralamada üçüncü sırada yer almıştır.
Oysa sorun, üniversitelere “rektör” atama meselesine indirgenmiştir. Bugün üniversitelerde “Prof”luk yapanların büyük bir bölümünün kültürel-düşünsel kapasitesi, 30’lu, 40’lı, 50’li yılların “lise” mezunlarının altında seyretmektedir. Otopark binalarından dönüştürülen veya otoban üzerinde inşa edilen “Özel/Vakıf Üniversiteleri”, iyi birer “ticarethane” mesabesindedir.
Din
Mehmet Akif Ersoy’un Safahât adlı manzum eseri, Osmanlı İmparatorluğu çöktüğünde toplumun içinde bulunduğu dinsel hayatın bir terennümüdür. Cumhuriyet kadroları, çöküşten “eski rejim”i sorumlu tutarak “Hilafet-Şeriat ve Tarikat”ı ilga ettiler. Topluma çağdaş-seküler bir kimlik biçtiler. Toplumun kahir ekseriyeti, bu yeni kimliği benimsemeyerek (içerleyerek-uçuklayarak) içine kapandı ve kadim dinsel kimliğine dört elle sarıldı. Tarikatlar yeraltına çekilirken; halkın dini hamiyeti, yeni “cemaat”ler yarattı. Diyanet teşkilatı, devletin, dini kontrol altında tutma işlevini üstlendi. İmam-Hatip Liseleri ve İlahiyat Fakülteleri ise, mevcut dini geleneği/teolojiyi, bir “tecdit”e tabi tutmadan, böyle bir vüsatı olmadığı için talim ve tedris etmeye koyuldu. “Bizim oğlan, ‘Bina (Arapça gramer kitabı)’ okur; döner döner yine okur” serzenişi ve “Et-tekraru ahsen; velev kâne yüz seksen=180 kere de olsa; tekrar, iyidir” düsturu, aynen devam etmektedir.
70’li yıllardan itibaren, sivil olarak tarikat ve cemaatlerde kendini ifade eden dindarlar, “Millî Görüş” partileri ile siyasete yöneldiler. Belediye yönetimlerinde ortaya koydukları hizmetler ile de halkın güvenini kazandılar. 90’lı yıllarda merkezi hükumete ortak olmaları, askeri vesayet bürokrasisinde rahatsızlık yarattı (28 Şubat). 2000’li yılların başından itibaren “Millî Görüş”ten kopan bir ekip, “gömlek değiştirerek” AK Parti’yi kurdu. Son 20 küsur yılda dinin toplumdaki değerini Fetullah Gülen’in önderliğindeki “Hizmet Hareketi”nin “apolitik” görünümlü politik icraatları (devlete sızma) ve sonunda ortaya koyduğu “15 Temmuz Darbesi” girişimi; tarikatların holdingleşmesi ve AK Parti’nin, dinin -adı konmamış- “siyasal temsili” olarak (İslamcılık) ortaya koyduğu politik performans belirledi. İtikadı (“Amentü”) ve ibadâtı (“İslam’ın Beş Şartı”) tam olanın “dini bütün” olduğu varsayılarak; ahlak, büyük ölçüde görmezlikten gelindi. Hamdi Tayfur’un yayınlamış olduğu Dip Dalga-1 ve Dip Dalga-2 kitapları, bir biçimde din eğitimi almış dindar kesimden insanların dinden nasıl ve hangi gerekçeler ile soğuduklarını anlatmaktadır. Seküler kesimlerde de bu soğuma “Deizm”, “Agnostisizm” ve “Ateizm” olarak dillendirilmektedir: “‘İslam’ buysa; ben ‘Müslüman’ değilim.” Max Horkheimer, bu gerçeği şöyle ifade eder: “Ne var ki, bir doktrinin yüzey görüntüsü, hatta temel tezi, çoğu zaman, bu doktrinin toplumda oynadığı rol konusunda hiçbir ipucu vermez… İsa’nın doktrini de -kendi içeriği ve anlamına karşın- Haçlılardan çağdaş sömürgeciliğe kadar en gözü dönmüş saldırganlığın aracı olmuştur.” (M. Horkheimer, Akıl Tutulması. Çev: Orhan Koçak. İst. 2023. s. 121.)
Türkiye’deki bu gelişmeleri, dünyanın içinde bulunduğu genel durumdan soyutlayarak anlamak mümkün değildir. Modernite (Aydınlanma-Endüstri Devrimi) öncesinde insanlar, kolayca dindar olabiliyorlardı. Dindarlığın kaynağı, insanların ihtiyaçlarını doğadan karşılamaları (lütuf, rızık, nimet, rahmet…) ve doğa ile iç içe yaşamaları idi. Ruh/vicdan, diri (hayy) olduğu için, Tanrı’ya ve Ahirete kolayca inanabiliyordu. Aydınlanma ile birlikte Tanrısal olan “ruh”tan beyinsel/bedensel/biyolojik olan “zekâ”ya (zihin/mind), yani hesaplamaya (matematiğe-mantığa) geçildi: Bilim-Teknoloji. Teknoloji, insanları kendi eli ile yarattığı bir fanusa (Tekno-City) hapsetti. İnsanın ayağı yerden kesildi ve uçmaya başladı. “Ne oldum delisi oldu” ve Tanrı’ya kafa tuttu ve onu unuttu: “Tanrı Tutulması (M. Buber)” yaşandı. Hatta O’nun “öldüğü” ilan edildi. Bunu da, derin psikolojik kavrayışı olan Nietzsche görebildi. “Güç İstenci” ve “Ebedi Dönüş (Nihilizm)”, Batı insanının (“Sarışın Canavarlar”-Nietzsche) Dünya Görüşü (Metafizik) Utulitarizm ve Pragmatizm ise -“uğrundalık” değil; “için”lik olarak (H. Arendt)- ahlak/yaşam felsefesi olarak kendini siyaset, hukuk ve iktisatta somutlaştırdı (Kapitalizm-Ulus-Devlet). Kolonyalizm, iki Dünya Savaşı, Nazizim/Faşizm, Komünizm… ve son olarak Gazze Katliamı, bu felsefenin somut sonuçlarıdır.
Teknolojinin son aşaması olarak dijitalleşme, “Dataizm” olarak Batı tarafından bütün insanlığın son dini olarak lansa edilmektedir (“Homo Deus”, Y. N. Harari). Bedenin-beynin, teknolojiye eklemlendiği bu aşamada (“Post-Hümanizm”), artık Ruh’un ve Hakikat’in, dolaysıyla da Dinin-Tanrı’nın yeri yoktur (Post-Truth). Herkes, elindeki telefonun içine düşerek kalbi, kalbura çevrildi. Tanrının öldüğü; ona bağlı, onun işi olan Ruh’un buharlaştığı bu ortamı, yine Nietzsche (Böyle Buyurdu Zerdüşt adlı kitabında) derin sezgisi ile: “Çöl, genişliyor; vay haline çölü görmezden gelenlerin” diye teşhis etmişti. Böyle bir dünyada (Zeit-Geist) ruh/vicdan kalmadığı için; sonuç olarak din-iman da kalmaz. Bireysel performans (narsizm), ötekinin kovulması, mahremiyetin mahvı, şeffaflaşma, palyatiftik, pornografi, depresyon, haz ve hız, insanların genel karakteri haline geldi (Byung-Chul Han). Çünkü peygamberin uyarısını ancak vicdanı diri olanlar anlayabilir (36/70). Çölde saksı mesabesinde küçücük vahalar (vidan-din) olabilir: Gazze katliamı, dünyanın birçok yerinde protesto edilmekte; Amerika’da vicdanlı bir asker kendini Pentagon’un önünde yakarken Araplardan hiç ses çıkmıyor; Türkiye’de de İsrail’i protesto için sokaklara “Coca-Cola” dökülüyor.
Hukuk
Avrupa’da gelişen “Hukuk Devleti”, vicdanın, dinin ve ahlakın ürünü değil; menfaatin altın kuralı olan “Ayağıma basma; ayağına basmayayım” ilkesine dayanır. Bu ilke, yaklaşık 300 sene süren din, sınıf ve ırkçılık iç-çatışmalarının, savaşlarının doğurduğu yorgunluğun sonucu olarak geliştirilmiştir. Tehlikenin “yakın” olduğu yerlerde (içerde) uygulanır; tehlikenin “uzak (öteki)” olduğu yerlerde ise (dış politika) uygulanmaz; haydutluk yapılır.
İslam’da ise “hukuk”, el-Hakk olan Allah’ın sıfatının tecellisi olarak hak, hakkaniyet, hakikilik, insaflı olmaktır. Vicdanın ve imanın yansıması olarak ahlaktır. Hukuk kurma çabası, yeryüzünde “Tanrılık”, “Rahmanilik” rolü oynamaktır. Kendi kendini kandırma tehlikesi olan vicdanın sübjektifliğinden kaçarak ilkeye, kuruma, kurala, otoriteye (devlet) yaslanmaktır. Suçu ve cezayı mümkün olan oranda objektif olarak tanımlama/kurala bağlama yerine; hâkime iki-üç kat “takdir yetkisi (nesafet)” vermek; vicdansız toplumlarda rüşveti ve iltiması artırır. “Kanun” veya “KHK”, zorbalığın veya kendini kandırmanın ürünü olabilir; ancak hakkaniyet-hukuk, adalet, insaf idesi (Gözü Bağlı Kız, Kılıç, Terazi), daima yukarda/başın üstünde sallanmalıdır. Kanunsuzluk, kanundan daha beter olduğu gibi; kanunu uygulamamak veya etrafını dolanmak ise sahtekârlıktır. Muhatabı kim olursa olsun, onun hakkını ve hukukunu teslim edemeyen kişi, insan ve Müslüman olamaz. “Biz” diyebilmenin “hakiki-dip/derin” kriteri dil, ırk, inanç (mezhep-meşrep), ideoloji (parti) vb. değil insaf, adalet ve ahlaktır.
Türkiye’de “hukuk”, Batı’da olduğu gibi menfaatin altın kuralına bağlı olarak oluşmadığı gibi; vicdan, iman, ahlak saikleri ile de oluşmamaktadır. Çünkü bunların kaynağının kuruduğunu, yukarda “din” ocağının sönmesi bahsinde izah ettik. Türkiye’de “devlet” gücünü ele geçiren siyasal ekip/esnaf, kendi iradesini, güç istencini, çıkarını, çıkardığı “kanun”lar ile “hukuk” kılıfının içine sokmaktadır: “Minareyi çalan; kılıfını hazırlar.” “Hile-i Şeriyye” ve “kitabına uydurma” deyimleri, halkımızın hukuksuzluğunu ifade eder. Trafikteki “şerit değiştirme” refleksi/yoğunluğu, toplumumuzun, hukuka itibar etmediğinin somut göstergesidir. Dün böyleydi; bugün daha da beter.
Siyaset
Siyaset, özü itibarıyla bir toplumun kendini oluşturması, koruması ve devam ettirmesi çabasıdır. Bu da güç, rıza ve adalet ile yapılır. Kur’an’da siyasetin güvenlik boyutu “Cihat”, rıza ve adalet boyutu ise “Sözleşme (Ahit/Akit)”, “Emanet”, ve “Emaneti ehline vermek” olarak vazedilir. Dış düşmanlara karşı güçlü olmak gerektiği gibi; içerde de rıza ve adalet yaratılması zorunludur. İç politika, rıza ve adaleti terk edip zorbalığa ve zümre çıkarına yöneldiğinde; siyaset, “Rahmani/Ahlaki” niteliğini kaybedip şeytanileşir (şeytana uyulur). Muaviye, bu tarz siyaseti İslam tarihinde ilk olarak icra eden kişi; Makyavelli ise, bu tarz siyaset yapmayı “teori”leştiren ilk kişidir.
Sandık/seçim ve demokrasi, iç siyaseti, yarış-rekabet halinde oyun kurallarına göre yapmaktır. Siyasetin hukuk, din (istismar), sanat, kültür, bilim alanlarını istila ederek “her şey”leşmesi, onun maksadını çürütür. Kamu maslahatı yerine kişisel veya zümresel iş, iaşe, çıkara dönüşmesi de, onun amacını felç eder. Türkiye Cumhuriyeti’nin, politik-kültürel bir devrim ile kurulmuş olması, başta siyasetin “her şey”leşmesini doğurduğu gibi; siyasetin temeli olan “dost-düşman” ayrımını, ahlak (adalet-zulüm) üzerine değil; inanç/din ve dil üzerinden yapmayı doğurmuştur. Böylece siyaset, başından beri “kimlik siyaseti” olarak icra edilmektedir. Vicdanın büyük ölçüde buharlaşması ile de siyaset, kamu maslahatı temininden çok; kişisel veya zümresel çıkar maksimizasyonuna dönüşmüştür. 70’li yılların canını vermeye hazır sahici politik kimlikleri olan Partizan, Militan, Devrimci, Akıncı, Ülkücü, Mücahitleri, şimdilerde gerçek kimliğini ve yüzünü dahi gösterme cesareti olmayan çakal karakterli “Troll”lere dönüşmüş durumda. Siyasetin özü olarak “idare-i maslahat” deyimi, Türkçede “sahtekârlık” anlamına kaymıştır. Siyaset, büyük oranda mesleksiz muhterislerin mesleği haline dönüşmüştür.
Ekonomi
Son 20 yılda büyük ölçüde siyaset-bürokrasi aracılığı ile “kamu hazinesi”nden (rant, emlak, vakıf, faiz, döviz, borsa…) zengin olma; emek-alın teri, risk-ticaret, üretim-icat çıkarma ve meslek ile (gerçek ekonomi) kazanç sağlamanın yerini aldı.
Sonuç
Marifet, meziyet, Müslüman olmak, insan olmak; ocak kurmak, ocak yakmak, ocak tüttürmek, tütmesi için odun atmak ve üflemektir; ocak söndürmek değil. Bugün “AB-Evi”ni dünyanın gerisinden ayıran temel husus, toplumsal hayatı barış içinde tutabilmek için köklü ocaklar/kurumlar kurmuş olmalarıdır. Dünyanın her yerinde bu kıtaya mülteci göçünün arkasındaki gerçek budur. “İnsanın namuslu ve cesur olmasının alameti -gerektiğinde- kendine saldırabilme ve düşmanını takdir edebilme yetisidir” (Nietzsche). Kur’an’da şöyle der: “Ey iman edenler! Allah için hakkı titizlikle ayakta tutun. Adalet ile şahitlik eden kimseler olun. Bir topluma olan kininiz (düşmanlığınız), sakın sizi adaletsizliğe sevk etmesin” (5/8).
———————————–
Kaynak:
https://www.perspektif.online/turkiyede-kullenen-ocaklar/
[i] Prof.Dr., Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi