Ziya Gökalp ile Nihal Atsız milliyetçi düşüncede iki ayrı ekolü oluşturur. Gökalp kültürel milliyetçilik, Atsız soy milliyetçiliği önermiştir.
Bu iki ideoloji dışında Kemalist Milliyetçilik (Sümer-Etrüsk-Hitit uygarlıklarına bağlı Anadoluculuk) ve 1071 Milliyetçiliği (Yahya Kemal-Nurettin Topçu Anadoluculuğu) da Türkiye’de etkili düşünce ekolleri olarak kabul edilebilecektir.
1071 tezini ve eski Anadolu uygarlıklarını esas alan ekolleri kenara bırakırsak, Türkiye’de milliyetçilik temelde iki ekolün (Gökalp ile Atsız ekolleri) arasında gidip gelmektedir.
Gökalp, “Dili dilime, dini dinime uyan” diyerek bir milliyetçilik tanımı yapmıştır. Gökalp’in hedefi Türkiye Cumhuriyeti’nin oluşum sürecinde “Türk Milleti” tarifine varmaya yönelmektedir. Gökalp’in tezi, erken dönem “Türk-İslâm sentezi” karakteri taşır.
Atsız ise soyculuğu esas alarak (ırk kavramını da hararetle kullanır) “Türk” tanımı yapar ve “Turan” perspektifli milliyetçiliğe varır.
Gökalp’e göre Osmanlı bir Türk devleti olmayıp, bir Türk-Arap devletidir. Bu kapsamda Türklerin Araplarla birlikte kurdukları devlet olarak tanımladığı Osmanlı’yı ÜMMET DEVRİ’nin yansıması sayar ve Cumhuriyet ile Milletleşmeyi hedefler. Gökalp’te Milletleşme, Kabile devrinden ve daha sonra gelen Ümmet devrinden sonraki toplum aşamasıdır. Arapların ayrılmasıyla ortaya çıkan ANAVATAN’ın sınırlarının belirginleşmesi nedeniyle Türklük tanımı Gökalp’in zamanının toplumsal yapısına uygun olarak gerçekleşmiştir. Kürtlerin Türklerle birlikte hareket etmesi, Arapların bile isteye Türkiye devleti dışında kalması, bu tarifi kolaylaştırmıştır. Müslümanlık ve Türkçe, Türk kimliğini belirleyen iki unsur olarak görülmüştür. Bu yaklaşım Gökalp’in Türklüğü “kültür birliği”, “din birliği” ve “dil birliği” olarak kabul etmesinden kaynaklanmaktadır. Nitekim Cumhuriyet’in kuruluşu sürecinde Lozan ile Türk etnik kökenli Ortodoks Karamanlıların Yunanistan ile mübadele edilmesi, “din birliği” arayışının yansıması olmuştur.
Gökalp, Müslümanlık tesiriyle farklı etniklerin Türkçeyi konuşacağını ve bu yolla Türkleşeceklerini ummuştur:
“Milleti meydana getiren fertler, bugün milletin diliyle konuşanlar değildir. Yarın bu dille konuşacak olanlar bu zümrenin içindedir. Mesela bugün Pomaklar Bulgarca, Girit’teki Müslümanlar Rumca konuştukları hâlde yarın Müslümanlığın tesiriyle Türkçeyi öğrenecekler ve bugünkü dillerini terk edeceklerdir. O halde bir milletin fertleri yalnız dilleriyle değil, dinleriyle de belli oluyor.” (Gökalp; Türkleşmek İslâmlaşmak Muasırlaşmak, sadeleştiren: Yalçın Toker, 2013: 56).
Ancak vakıa Ziya Gökalp’in dediği gibi olmamıştır. Örneğin Kürtler Türkiye Cumhuriyeti’nin 100. yılına 1 kala topyekûn olarak Türkçe konuşan bir toplum haline gelmemiştir. Bunun da üstüne Türkiye’ye giren yeni göçmen dalgası ülkede Arapça havzası oluşturacak şekilde yerleşmekte ve milli kimliğin Gökalp’in öngördüğü şekilde inşa edilemeyeceğini kanıtlamaktadır.
Bu durumda Türklük için başka bir tanıma müracaat gerekmektedir. Bu başka tanım Atsız’ın perspektiflerini daha dikkatli incelemeyi gerektirmektedir. Atsız, Türk kimliğini soy, dil, kültür bağı ile tanımlamaktadır. Atsız yazı hayatının başlarında soy-ırk meselesinde daha radikaldir: “Afrikanın ortasından kapkara bir zenciyi al; üç yaşında Türkiye’ye getir, Türkçeyi mükemmelen öğrensin… Başka dil
bilmesin ve ben Türküm desin… Bu Türk müdür?” diyen Atsız, sonraki yazılarında bu yaklaşımını esnetir. “Türk Ülküsü” kitabında Türk soyundan gelmese dahi kendi ırkını ileri sürmeyerek Türklüğe tabi olanlara Türk dediği görülmektedir. Nitekim Mehmet Âkif hakkında şöyle yazmıştır:
“İstiklâl Marşı şairi Mehmet Akif’in babası Arnavut, ülküsü de Türkçülüğe aykırı olan ümmetçilik olduğu halde hangi Türkçü Mehmet Akif için Türk değildir demiştir? Mesele (…) Mehmet Akif kadar Türk olabilmektedir.”
Gökalp ile Atsız arasında ortaya çıkan bu derin fark, milliyetçi camiada uzun seneler çatışma üretmektedir. Ancak her iki ideolog da bir noktada buluşmaktadır. Gökalp’in “dinde Türkçülük” görüşleri toplumda makes bulamamaktadır. Atsız’ın İslâm Peygamberi Hz. Muhammed’e (asv) “Arap peygamber” demesi ve uslubundaki hürmete aykırı ton, sözlerini toplum nezdinde değersiz kılmaktadır.
Öte yandan Anadolu Milliyetçiliği’nin (Yahya Kemal-Nurettin Topçu) tefekkürü de İslâm’a mensup Oğuzları esas alarak bir tarih inşa etmekle beraber, Anadolu’da 1071 öncesi yerleşik Türkleri izah edememektedir.
Kemalist Tarih Tezi ise, eski çağdaki Hitit, Urartu, Etrüsk, Sümer uygarlıklarını “Türk” saymış, Batı uygarlığına “uygarlığın temeli Anadolu’dur” demek istemiştir. Ancak bu tanımlama, o dönemin idarecilerini bir gerçekle muhatap kılmıştır. İdareciler, İstiklâl Savaşı vererek vatanı kurtaran Müslüman Türklerin dinî aidiyetlerini “çağdaş toplum” vasfından uzak bir sosyo-kültürel yapı olarak karşılarında görmüştür. Dolayısıyla hem toplumun “köylülüğü” hem de “dindarlığı”, çağdaşlaşmanın önünde duran engel olarak kabul edilmiş ve aşılması gereken sosyal dinamik sayılmıştır. Sosyal dinamik, toplumun bir aşamadan diğerine geçmesini, yani köy toplumundan kent toplumuna veya cemaat toplumundan cemiyet toplumuna geçişi imler. Yani sosyal dinamik, toplumdaki değişimi ifade eder. Cumhuriyet’in milliyetçilik ideolojisi bu değişimin gerçekleşmesinde siyasî/idarî/hukukî araçların katalizör rolü oynaması için topluma müdahale etmeyi meşru görmüştür. Bu müdahale, toplumun geleneksel kurumlarına (tekke, cemaat, getto toplumsallıklar, hemşehricilik, çok evlilik yoluyla akrabalaşma, vs) daha çok sahip çıkmasıyla neticelenmiştir.
İşte bu etkenler Türkiye’de Milliyetçilik ideolojisinin entelektüel taban bulmasını engellemiştir.
Hanif Türk tezi ise yukarıdaki dört milliyetçilik tezinin hem eleştirisi ve hem de daha üst bir paradigmada inşasını amaçlamaktadır.