Türklerde Tanrı, yeri ve göğü yaratan, kendisi “Tanrı” olarak her şeyin yaratıcısı, yöneticisi, belirleyicisi olan, Tek, eşi ve dengi olmayandır. O, yarattığı âlemde bütün mahlûkların hâkimi, egemeni olarak hareket eder. Bununla beraber mahlûklarına davranışlarında özgürlük de verir. Mahlûklar arasında tatbik edilsin diye “Töre” olarak kural indirir. Bu Töre’yi yaşamak konusunda insanlara ihtiyar (seçme) kudreti verir. Fakat yeryüzünde insanları başıboş bırakmaz. Bu nedenle gökte Tanrı nasıl Tek ise, yerde de yönetimi üstlenecek hükümdarın egemenliğinin Tek olmasını diler. Bu doktrin Cengiz Han’ın ”Ben Tanrı’nın kırbacıyım. Eğer bir günah işlememiş olsaydınız, Tanrı sizi cezalandırmam için beni yollamazdı. Nasıl gökte tek bir Tanrı varsa, yerde de tek bir han olmalıdır.” ifadesinde ortaya konmaktadır. Aynı doktrin Bilge kağan anıtı doğu yüzü 2. satırda: “Üstte mâvi gök, altta yağız yer yaratıldığında ikisinin arasında kişioğlu yaratılmış. İnsanoğullarının üzerinde de atalarım, dedelerim Bumin Kağan, İstemi Kağan tahta oturmuş” şeklinde ifade edilmiştir.
Türklerin bu doktrini Tanrı-mahlûk ayrımını esas almaktadır. Türk teo-politiği, Tanrı’nın yeryüzünde hükümdar kıldığı kişinin “açları doyurmak, yoksulu giydirmek suretiyle az milleti çok eylemesi”ni Töre olarak benimsemektedir.
Oysa tasavvufta “Çokluğun Birliği” tasavvuru vardır. Bu teoride öncelikle mahlûk alanının “eksik” yani kemâle ermemiş olduğu bir öncül olarak kabul edilir. Ekrem Demirli çokluk–Birlik ilişkisini şöyle anlatır:
“Tasavvuf edebiyatının “Birliğe gel!” diye başlayan çağrıları bu durumu anlatır. Allah’ın mutlak birliği ile bu birliğe yaklaşabilmenin yolu olarak insanın kendi kemaline ulaşmasıdır, sözü edilen şey. İnsanın ahlâken yetkinleşerek “birliğe” ulaşması, onun âleme, cemiyete ve kısaca hayata bakışını kökten değiştirir (…) Çokluk “başka” ve başkalık anlamındaki gayriyet veya ikilik iken, birlik ayniyet ve teklik anlamında kullanılır. “Ayniyet” kendinden yabancı görmemek anlamına gelir. Bunun nedeni, çokluğun gerçekte bâtıl olması sebebiyle Hakk’ın birliğinin tek ve gerçek hakikat olmasıdır. Sadece Hak varsa her şey mazhardan fazla bir şey değildir. Bu durumda metafizikçi sufiler âlemdeki çokluğu birlik lehinde ortadan kaldırarak nihai kemale doğru terakki ederler. Artık âlemdeki hiçbir şeyi “başka” görmemek, kimseyi “yaban” saymamak ve her insanı bir seviyede tutmak ahlakın yetkinliğinin delili hâline gelir. Bütün insanları kardeş bilmek veya bütün âleme emanet gözüyle bakmak, bu birlik anlayışının istilzam ettiği insanlık ahlakıdır. Seyr ü sülukun merhalelerinden birisi olan “babamız Âdem’i tanımak” insanlar arasındaki çokluğu ve farklılığı birliğe irca etmek demektir. Bu bakımdan düşüncede birlik ilkesi, eşyayı olduğu hâl üzere görmek noktasına vardığında insanın görmesinde, duymasında, sözünde, kısaca bütün etkinliklerinde birlik hâkim anlayış hâline gelir.” (Ekrem Demirli, Tanrı ve Âlem: Birlikte Çokluk, Çoklukta Birlik, Sabah Ülkesi Dergisi, Sayı: 51, 2017).
Görüldüğü üzere tasavvufun “birlikte çokluk-çoklukta birlik” ilkesi gerçekte Türk teo-politiğindeki “Çokluğun Töre’de Birliği” ilkesiyle çatışmakta ve hatta Töre’nin ordu-millet tasavvurunu esnetmektedir. Türk Töresi, insanlığın bir norm düzenine sahip olması için ordu-millet teşkilatlanması getirirken, tasavvuf tüm insanlığı çokluk (kemâlden yoksun) saymakta, “Birliğe ermek” için onların bir sülûkta tekâmül etmesini önermektedir. Ekrem Demirli’nin işaret ettiği üzere “çoklukta birlik” düşüncesinde, “âlemdeki hiçbir şeyi ‘başka’ görmemek, kimseyi ‘yaban’ saymamak ve her insanı bir seviyede tutmak ahlakın yetkinliğinin delili hâline gelmektedir.”
İbn Arabi’nin Türk teo-politiğini anladığını ancak askerî bir Teklik öğretisi olan bu teolojiyi kısmen dönüştürerek yeniden sistemleştirdiği ifade edilebilecektir. İbn Arabi’nin öğrencilerinden Sadreddin Konevî’ye göre yaratma, yaratan ile yaratılan arasında bir yönüyle benzerlik bir yönüyle de farklılaşma meydana getirir. Konevî’nin bu yargısı Miftâhu’l-gayb’da belirttiği temel iki ilke dolayısıyladır: “Bir şey kendisinden farklı ve ona zıt bir ürün meydana getirmez.” “Herhangi bir şeyden bütünüyle kendisine benzeyen bir şey meydana gelmez.” Nedenselliğin reddi ile Tanrı-âlem arasındaki ilişkinin sürekliliğine vurgu yapmak amaçlanmış, bunu izahta “tecdîd-i halk” yani Tanrı’nın âlemi bir defa da değil sürekli ve her ân yeniden yaratması fikri devreye sokulmuştur ki bu durumda âlem -Eş’arîlerin cevher-araz teorisinin temel cümlelerinden biri olan- Tanrı karşısında iki anda baki olmayan arazlar toplamı olarak kalmaktadır. Dolayısıyla Konevî’nin yaratma teorisiyle, Tanrı’nın her ân eşyâyı yarattığı ve Tanrı’nın her ân eşyâ ile birlikte olduğu fikrini temellendirmeye çalıştığı söylenebilir. (İslâm Düşünce Atlası).
Sadreddin Konevî’nin Türk teo-politiğini Mâtürîdîlik’ten arındırdığı ifade edilebilecektir. Zira “Konevî, Allah’ın akıl yoluyla bilineceği düşüncesini reddetmekte, Allah’ın hakikatinin yalnızca kendisi tarafından bilineceğini söylemektedir. Allah’ın özü ve esası
insan için her zaman bilinmez olarak kalacaktır. Sonsuzluk, sonlu bir bilgiyle bilinemez. Allah, mutlak varlık ve birliktir. Ama insan, Allah’ın isimlerini ve sıfatlarını düşünmeli ve bu yolla bilgisindeki aczi azaltmaya çalışmalıdır. Allah, yalnız isimleri ve sıfatları
(esma’ül-hüsna) vasıtasıyla bilinebilir. İnsanın duyuları vasıtasıyla idrak ettiği herhangi bir şeye dair verdiği hüküm eksiklerle olduğu gibi Tanrı hakkındaki hükümleri de eksiktir.” (Dorian DEMETJA, Sadreddin Konevî’nin Bilgi Anlayışı, Uludağ Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Felsefe ve Din Bilimleri Anabilim Dalı İslâm Felsefesi Bilim Dalı Yüksek Lisans Tezi, Bursa 2015: 41).
Konevî’ye göre insanın akılla Tanrı’ya varması mümkün değildir; insan ancak Tanrı’nın bildirmesi veya gerçek bir keşif ile bilebilir. Konevî’nin “Tanrı akılla bilinemez” ifadesi Hz. İbrahim’in Tanrı’yı akılla bilmeyi mümkün kılan araştırması ile nakzedilebilecektir. Kur’an, Hanifliğin tarihteki örneği olarak Hz. İbrahim’i, Ashab-ı Kehf’i göstermiş; Mâtürîdîlik ise Tanrı’nın akılla bulunabileceğini teo-politik olarak kabul etmiştir.
Anlaşılacağı üzere, tasavvufun “çoklukta birlik-birlikte çokluk” yaklaşımı Türk Töresi’ndeki teolojik bakışı dönüştürmekte ve hatta onu tekâmül etmemiş “çokluğun” (yani yığınların” kaba inancı olarak kodlamaya müsait bir zemin inşa etmektedir.