Türklerin İslamlaşma Sürecine Dair Bazı Tabular ve Algılar

“Türklerin İslamlaşması herhangi bir olay veya kısa bir döneme indirgenecek kadar basit bir süreç değildir. Ancak toplum hafızasında yer edinen ve sıklıkla kullanılan birkaç cümle ile sürecin açıklanması, yüzyıllar alan bu dönemin anlaşılmasını daha da güçleştirmektedir. Bu nedenle dönem kaynaklarına daha fazla hakim olarak, toplum hafızasında yanlış algılamalara sebep olmayacak şekilde tarih yazımımızı ve anlatımımızı yeniden şekillendirmemiz elzem görünmektedir.”

***** 

kirmizilar.com

Yrd. Doç. Dr. Oktay BERBER*

Türklerin İslamlaşması, Türk tarihini ilgilendirdiği kadar dünya tarihini de önemli ölçüde ilgilendiren bir süreçtir. Bu süreç ile ilgili olarak toplumun eğitim seviyesi belirli bir olgunluğa erişmiş bireylerinin pek çoğunda tabu haline dönüşmüş çeşitli bilgilerin mevcut olduğunu görmekteyiz. Ancak Türklerin İslamlaşma süreci ile ilgili tabu haline dönüşen bu bilginin önemli bir kısmında problemler söz konusudur. Problemlerin kaynağında ise, başta tarih yazımı ve anlatımımızdaki çeşitli unsurların rolü olduğunu söylemek mümkündür. Bu kısa yazımız çerçevesinde problemlerin tamamını ele almak imkansızdır. Burada yalnızca Türklerin İslamlaşma süreci ile ilgili çok bilindiği iddia edilen ve bu iddialardan kaynaklı olarak toplum hafızasında yer edinen bazı tarihsel olaylar sorgulanmaya çalışılacaktır.

Türklerin İslamlaşma süreci ile ilgili Fuad Köprülü’den bugüne kadar çalışmalar yapılmıştır. Yaşayan üstad tarihçilerimizden Sayın Ahmet Yaşar Ocak’ın ifadeleriyle, Türklerin İslamlaşması ile ilgili çalışmalar, Osmanlı tarihi ile ilgili araştırmaların yanında son derece azdır. Ahmet Yaşar Ocak’ın “Türkler ve İslamiyet: Türklerin Müslümanlığı Tarihine Dair Bir Sorgulama” adını taşıyan çalışmasında[1], bir yandan konu ile ilgili Türkiye ve Türkiye dışında bugüne kadar yapılan önemli araştırmalar sıralanırken, diğer yandan sürecin iyi anlaşılamadığına ve sürecin ele alınış biçimine dair ciddi bir eleştiri yapılmaktadır.

Yukarıda sözü edilen toplum hafızasında tabu haline dönüşen bilgilerin pek çoğu, bugün önemli bir kısmı Türkçeye çevrilmiş dönemin tarihi kaynakları ile sorgulanabilir niteliktedir. Burada Türklerin İslamlaşma süreci ile ilgili sıklıkla duyulan üç cümle sorgulanacaktır:

Türkler 751 yılındaki Talas Savaşı’ndan sonra İslamiyet’e geçmeye başlamıştır.

İtil Bulgarları, İbn Fadlan’ın bölgeye gelişinden sonra Müslüman olmuştur.

Türkler, 10. yüzyıldan itibaren kitleler halinde İslamiyet’e geçmeye başlamıştır.

Burada aktarılan cümleler, konu ile ilgili az-çok bilgisi olan hemen herkesin onaylayacağı ibarelerdir. Ancak bu cümlelere bahis konusu olan dönem kaynaklarında aynı bilgiler mevcut mudur?

“Türkler 751 yılındaki Talas Savaşı’ndan sonra İslamiyet’e geçmeye başlamıştır” cümlesini ele almak için Talas Savaşı’nın anlamını, savaşın öncesini ve sonrasını iyi kavramak mecburiyetindeyiz. Müslüman Arapların Hz. Ömer ve Hz. Osman dönemindeki hızlı fetih hareketleri ile İslam Devleti, İran coğrafyasına hakim olmaya başlamıştır. 636 yılında Kadisiye, 637 yılında Celula ve 642 yılındaki Nihavent Savaşı ile birlikte İslam Devleti, İran bölgesini ele geçirmiştir. İşte bu gelişmelerden sonra Maveraünnehir bölgesine ulaşan İslam ordusu ile Türkler karşılaşmıştı. Siyasi olarak iki tarafı karşı karşıya getiren 7. yüzyılın ortalarından itibaren ilişkilerin kesilmediğini söyleyebiliriz. Hatta Emevi dönemi bu ilişkilerde mücadele süreci olarak da bilinir[2]. İşte bu dönemde bölgesel yönetici veya şehirlerin başındaki vali gibi görev yapan bazı Türk yöneticilerin ve küçük bir kısım Türk grubunun İslamiyet’i kabul ettiklerini görmekteyiz. O halde “mücadele süreci adı verilen bu dönemde Türkler içerisinde neden İslamiyet’e geçenler olmuştur?” sorusuna bir cevap bulmak gerekecektir.

Bahsettiğimiz bu mücadele süreci içerisinde gösterilen ve sıkça dile getirilen bir husus da “Türklerin kılıç zoruyla İslamiyet’e geçtiği” ile ilgilidir. Dönemin İslam kaynakları incelendiğinde böyle bir hadisenin olmasının veya bu hadisenin Türklerin önemli bir kısmı ile ilişkilendirilmesinin doğru olmadığı kanaatine varabiliriz. Eğer bahsedildiği şekilde 7. yüzyılın ikinci yarısında Türklerin zorla İslamiyet’e geçirilmesi söz konusu olsa idi, oldukça dostane ilişkilerin kurulduğu Abbasi döneminde Türklerin İslamiyet’e geçişi ile ilgili olarak dönem kaynaklarında oldukça sorunsuz bir süreç dile getirilirdi. Örneğin, en-Narşahî tarafından 943-944 yılında Sâmânî hükümdarına takdim edilen Târîh-i Buhârâ adlı eserde;

“…Her seferinde Buhârâ halkı Müslüman oluyor, Araplar geri dönünce tekrar irtidât ediyorlardı. Kuteybe üç defa onları Müslüman yapmış idi. Ancak her seferinde dinden dönmüş, kafir olmuş idiler…”[3] şeklinde bir anlatım mevcuttur. Buradaki anlatımdan yola çıkılarak Türklerin zorla Müslümanlığının mümkün olamayacağını veya daha doğru bir ifadeyle kalıcı olamayacağını söyleyebiliriz.

İkinci Göktürk Devleti döneminin sonları yaklaştığında Çin’de T’ang hanedanlığı hakimiyeti elinde bulundurmaktaydı. T’ang hanedanlığı dönemi (618-907) ise Çin tarihinin eski dönemleri içerisinde en parlak zaman dilimlerinden biri olarak sayılmaktadır. Bu dönem içerisinde Çin’in ticari, siyasi, askeri ilişkiler yoluyla Asya içlerine uzanmaya çalıştığını biliyoruz. İşte İkinci Göktürk Devleti’nin son dönemlerinde Orta Asya denilen Türkistan’a sahip olmaya çalışan Çin karşısında Türkler ittifak arayışı içerisindeydiler. Çünkü bu dönemde özelikle Batı Türkistan’da bulunan Sarı Türgişler, tek başına Çin tehlikesini uzaklaştıracak güce sahip olmadığı gibi, Maveraünnehir bölgesinde de siyasi birlik mevcut değildi. Bu dönemde Doğu Türkistan’ın ise Çin denetiminde olduğunu görüyoruz. Doğu Tükistan’ı elinde tutan Çin Valisi’nin buradaki baskıları neticesinde Türgiş Kağanı Su-lu ölmüş, bundan sonra Türgiş Devleti’nin birliği bozulmuştur. Bunu fırsat bilen Çin birlikleri bölgeye hakim olmak istemişti. Çin, 747 yılında büyük bir askeri birliği Batı Türkistan’a göndermiştir. Ancak Arap kuvvetleri (Abbasiler) ile işbirliği içerisine giren Issık Göl Karlukları, 751 yılında Talas şehri yakınlarındaki Atlah mevkisinde Çin ordusunu yenmiştir. Bunun neticesinde T’ang hanedanı askerleri Türkistan’dan çekilmek zorunda kalmıştır. Öyle ki Çin kuvvetlerinin Batı Türkistan hedefiyle bundan sonra hareket etmedikleri görülmektedir. Burada Türgişler de Karluk hakimiyetini tanımış, ancak bir süre sonra Türgişler, daha batıya Seyhun (Sir Derya) bölgesine gelmişlerdir[4].

Talas Savaşı öncesini ticari ilişkiler kapsamında değerlendirdiğimizde, başta İpek Yolu olmak üzere çeşitli yollarla İslam dünyası ve Türk dünyası arasında gelişmiş bir ticari ağ olduğunu söylememiz gerekir. Buradan hareketle şu sorunun sorulması, meselenin aydınlatılmasını sağlayacaktır: “Müslüman Araplar ile ticaret yoluyla ilişki kuran Türkler, yalnızca ticaret çerçevesinde mi ilişki kurmuştur?” Bu soruyu şöyle de sorabiliriz: “Müslüman Araplar ile ticaret yapan Türklerin İslam dünyası hakkında başka herhangi bir fikri, algısı, tanımlaması olmaması mümkün müdür?” Kısaca söyleyecek olursak, sosyolojik açıdan Türklerin ticaret yaptığı Müslüman Araplar ile ticaret dışında herhangi bir ilişkisi olmadığını ileri sürmek imkansızdır. Ayrıca İpek Yolu’nun basit bir ticaret ağı olmadığı, kültürlerin farklı bölgelere taşınması açısından ciddi bir işlevi olduğunu da unutmamak gerekir. Kültür aktarımındaki rolü ile ilgili en önemli kanıtlardan birisi, İpek Yolu’nun Çin’deki başlangıç noktalarından birisi sayılan Xian’da yapım yılı 8. yüzyıl ortaları olan Xian Büyük Camii’dir. Xian’da İslami kültürün henüz 8. yüzyıldaki varlığı, önemli bir ipucu niteliğindedir. Süreci bu şekilde açıkladığımızda, 751 yılında yaşanan Talas Savaşı hadisesini anlamak daha kolay olacaktır. Neticede 751 Talas Savaşı, Türklerin İslamiyet’e geçmeye başladığı bir olay değil; Türklerin İslamlaşma sürecinde önemli bir basamaktır.

Talas Savaşı’ndan sonraki süreç de Türklerin İslamlaşması açısından önemlidir. Çünkü bu süreç doğru analiz edilirse, Türklerin İslamlaşma süreci ile ilgili oluşan “Türklerin siyasi devamlılığı için İslamiyet’e geçmesi bir zorunluluktu” şeklindeki algının yanlış veya eksik olduğu anlaşılacaktır. Çünkü aynı ihtiyaçlar İslam dünyası için de geçerlidir. Tarihi sürece kısaca bakacak olursak, 9. yüzyılın ortalarına doğru Abbasi Devleti’nin bir parçalanma süreci yaşadığını görürüz.

Özellikle Harun er-Reşid’in ölümünden sonra onun vasiyetine uyulmaması ve belirlenen kişilerin halifelik makamına getirilmemesi, Abbasilere bağlı şehirlerde huzursuzluklara yol açmıştır. Bununla birlikte Azerbaycan’da başlayan 816-837 yılları arasındaki Babeki hareketi[5] ile uğraşan devlet ekonomik ve siyasi olarak çok büyük güç kaybetmişti. Abbasi devleti yalnızca bu isyanı bastırmak için altı ordu göndermiş, ancak başarısız olmuştu. Ayrıca Basra bölgesinde zenci köleler isyanı ile Taberistan’daki Karînîler isyanı da söz konusu idi. Bütün bunların etkisiyle devlet gücünü toparlayabilmek için ıkta uygulamasını daha da yaygınlaştırmak zorunda kalmıştır. Babeki hareketinden etkilenen tarikatlar birbirleri arasında güç mücadelesine girişmişlerdi. Gittikçe güçlenen yerel yöneticiler, merkezden bağımsız hareket etmeye başlamıştı. Abbasi devleti sarsılan gücünü toparlayabilmek için daha önceden beri var olan bir uygulama olarak Türklerin belirli mevkilere getirilmesine devam etmiştir. Böylelikle Türk yöneticiler zaman içerisinde daha etkin konuma gelerek nüfuz sahibi olmuşlardır. Bütün bu gelişmeler ise gerek yöneticiler, gerekse toplumsal huzursuzluk yoluyla devletin merkezi otoritesinin zayıflamasına yol açmış ve Abbasiler 9. yüzyıl ortalarında parçalanma sürecine girmiştir.

Türklerin İslamlaşma süreci ile ilgili tabu haline gelen ikinci cümle ise, “İtil Bulgarları, İbn Fadlan’ın bölgeye gelişinden sonra Müslüman olmuştur” ifadesidir. İtil Hükümdarı İlteber, Abdullah b. Baştû el-Hazarî adındaki elçiyi Abbasi Devleti’ne elçi olarak gönderir. Elçinin ilettiği mektupta; İlteber’in meşruiyetinin tanınması, Bulgar ülkesindeki insanların ihtiyaçları ve Hazarlara karşı müdafaa için kullanılmak üzere yapılacak kale inşaatı için kaynak talebinde bulunulmaktadır. Abbasi Halifesi El-Muktedir, içerisinde İbn Fadlan’ın da bulunduğu bir elçilik heyetini görevlendirmişti. Heyet 921 yılında yola çıkmış, Oğuzlara ve oradan da 922 yılı içerisinde Bulgarlara ulaşmıştır. Bu seyahat sonucu kaleme alınan İbn Fadlan’ın seyahatnamesinde ise, burada sorgulamasını yaptığımız “İtil Bulgarları, İbn Fadlan’ın bölgeye gelişinden sonra Müslüman olmuştur” ifadesinin doğru olmadığını gösterecek anlatım mevcuttur:

“…Ben gelmeden önce hükümdarın camisinin minberinde onun adına hutbe ‘Ey Allahım, Bulgarların hükümdarı Yiltivar’ı islah et’ şeklinde okunuyormuş. Ona ‘Hükümdar sadece Allah’tır. Minberde Alla’tan başkası bu adla anılamaz’… Bunun üzerine ‘benim adıma nasıl hutbe okunması caiz olur’ dedi. Ben de ‘senin ve babanın adı ile’ dedim. Hükümdar ‘babam kafirdi. Onun adının minberde söylenmesini istemem. Benim adımı da bir kafir verdiğine göre, adımın da hutbede zikredilmesini arzu etmem’…”[6]

Fadlan’ın seyahatnamesinde aktarılan bu bilgilere bakıldığında, kendisi gelmeden önce Bulgar ülkesinde bir cami olduğu ve hutbe okunduğu görülecektir. Dolayısıyla bir İslam geleneği olarak hutbe okunması[7] İbn Fadlan’ın Bulgar ülkesine gelmeden önce Bulgarların İslamlaşmaya başladığını bize göstermektedir. Ayrıca Bulgar hükümdarı İlteber’in babasından bir kafir olarak bahsetmesi de İdil Bulgarlarının Müslümanlığı ile ilgili önemli bir bilgidir. Ayrıca Musevi olarak bilinen Hazar ülkesine dair Fadlan’ın aktardığı bilgiler de oldukça kıymetlidir. Seyahatnamede Hazarların ülkesinde İdil’in bir yakasında Müslüman halkın yaşadığından, buradaki Müslümanların ibadetinden açıkça bahsedilmektedir[8]. Bütün bu bilgiler neticesinde, toplumda tabu haline gelen bilginin aksine, İdil bölgesinin İslamlaşma sürecinin İbn Fadlan’dan önce başladığını söylemek mümkündür.

“Türkler 10. yüzyıldan itibaren kitleler halinde İslamiyet’e geçmeye başlamıştır” ifadesi ise, Türklerin İslamlaşma süreci ile ilgili en sık duyulan cümlelerden birisidir. Cümlede aktarılan bilginin kaynağı olarak İbn Miskaveyh, “iki yüz bin çadır Türkün Müslüman olduğu”nu ileri sürmektedir. Benzer şekilde İbnü’l-Esir de el-Kâmil Fi’t-Târih adlı eserinde 960-961 yılını işaret ederek, “bu yılda Türklerden yaklaşık iki yüz bin oba İslam dinine girdi”[9] şeklinde bilgi aktarmaktadır. Burada bahsi geçen büyük grup, Oğuz adı verilen gruptur ve Oğuzların hem Türklüğün kaderindeki, hem de Türk-İslam kültürünün oluşumundaki etkisi göz ardı edilmemelidir. Öncelikle söylemek gerekir ki, bu iki kaynak dışında başka herhangi bir dönem kaynağında “iki yüz bin çadır” olarak adlandırılan çok büyük bir grubun İslamiyet’e geçişi ile ilgili bilgi bulmak mümkün değildir. Ayrıca en-Narşahî’nin Târîh-i Buhârâ adlı eserinden alıntılayarak kullandığımız yukarıda var olan aktarım, 960 yılı dolaylarında böyle bir geçişin mümkün olamayacağını göstermektedir. Çünkü yukarıdaki anlatımda, Halife’nin her seferinde Buhara halkını Müslüman yaptığı, ancak o gittikten sonra halkın tekrar eski dine döndüğü bilgisi mevcuttu. Sonuç olarak, tarih yazımımız ve anlatımımız içerisine giren, İbn Miskaveyh ve İbnü’l-Esir’den kaynaklı görünen “Türklerin kitleler halinde Müslümanlığı”nın oldukça sorunlu bir bilgi olduğunu söyleyebiliriz. Kitleler halinde Müslümanlık ile ilgili olarak şöyle bir soru da akla gelebilir: “Türkler, eğer 960 yılı dolaylarında bu kadar büyük gruplarla (kitleler halinde) İslamiyet’i benimsedi ise, bu tarihten yaklaşık 150 yıl sonra faaliyetlerini gerçekleştiren Ahmed Yesevi’ye ve Yesevîlik ekolüne ne gerek vardı?”

Bu kısa yazı çerçevesinde söylenebilir ki, Türklerin İslamlaşması herhangi bir olay veya kısa bir döneme indirgenecek kadar basit bir süreç değildir. Ancak toplum hafızasında yer edinen ve sıklıkla kullanılan birkaç cümle ile sürecin açıklanması, yüzyıllar alan bu dönemin anlaşılmasını daha da güçleştirmektedir. Bu nedenle dönem kaynaklarına daha fazla hakim olarak, toplum hafızasında yanlış algılamalara sebep olmayacak şekilde tarih yazımımızı ve anlatımımızı yeniden şekillendirmemiz elzem görünmektedir.

 


* Eskişehir Osmangazi Üniv. Fen Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü, Genel Türk Tarihi Anabilim Dalı Öğretim Üyesi. El-mek: [email protected]

[1] Ahmet Yaşar Ocak, “Türkler ve İslamiyet: Türklerin Müslümanlığı Tarihine Dair Bir Sorgulama”, AİBÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Semih Tezcan’a Armağan, c. 13, S. 13, s. 251-260.
[2] Süreç ile ilgili bk. Carl Brockelmann, İslam Ulusları ve Devletleri Tarihi, Çev. Neşet Çağatay, TTK Yay., Ankara 2002, s. 43-54; Nesimi Yazıcı, İlk Türk-İslam Devletleri Tarihi, Ankara Üniv. İlahiyat Fakültesi Yay., Ankara 1992, s. 15-16.
[3] Ebû Nasr Ahmed b. Muhammed el-Kubâvî, Târîh-i Buhârâ, Çev. Erkan Göksu, TTK Yay., Ankara 2013, s. 74-75.
[4] Talas Savaşı hakkında daha ayrıntılı bilgi için bk. Ahmet Taşağıl, “Talas Savaşı”, Diyanet İslam Ansiklopedisi, c. 39, İstanbul 2010, s. 501.
[5] Babekî hareketi ile ilgili ayrıntılı bilgi için bk. Sebahattin Çelik, “Abbasiler Döneminde Hurremiye Mezhebi ve Babek İsyanı”, Balıkesir Üniv. Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, S. 15 (2006), s. 95-106; Ebulfez Elçibey, “Babek ve Azerbaycan Direniş Hareketinin İlk Dönemleri”, Çev. Muhammet Kemaloğlu, Gümüşhane Üniv. Sosyal Bilimler Dergisi, S. 8 (Haziran 2013), s. 23-45.
[6] İbn Fadlan, İbn Fadlan Seyahatnâmesi Tercümesi, Haz. Ramazan Şeşen, Bedir Yayınevi, İstanbul 1975, s. 46-47.
[7] Hutbenin İslam geleneğindeki yeri ile ilgili bk. Mustafa Baktır, “Hutbe”, Diyanet İslam Ansiklopedisi, c. 18, İstanbul 1998, s. 425-427.
[8] İbn Fadlan Seyahatnâmesi Tercümesi, s. 79.
[9] İbnü’l-Esir, El-Kâmil fi’t-Târîh Tercümesi, VIII, Bahar Yay., İstanbul 1991, s. 460.

Yazar
Kırmızılar

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen