Prof.Dr. Zekeriya Kitapçı
Giriş
İslâm dininin bir hidâyet fırtınası hâlinde Orta Asya’da yayılışı ve Türk boylarının bir insan seli hâlinde birbirleri arkasından Allah’ın hidâyetine koşmaları sâdece Türk tarihinin değil, belki İslâm tarihinin, bundan da öte dünya tarihinin en önemli olaylarıdan biridir. Zira Türk boylarının İslâm dinine girmeleri, bu sâyede onların eski dünya kıtalarının kesiştiği büyük kültür ve medeniyet merkezlerinde, çok daha büyük dünya imparatorlukları kurmalarından sonra; dünya siyasî ve askeri konjonktüründe, İslâm dininin lehine büyük değişmeler olmuş ve İslâm dini, müstesna bir siyâsî güç ve kudret hâline gelmiştir.
Bu açıklamalardan sonra üzerinde önemle durulması gereken acı bir konu daha vardır. O da Türklerin büyük kitleler hâlinde İslâm dinini kabul etmeleri meselesinin hâlâ yeteri kadar aydınlatılmamış olmasıdır. Millet varlığımızın önemli dönüm noktalarıdan biri olan bu büyük olayı ve buna bağlı büyük gelişmeleri, Türk tarihçilerinin yeteri kadar aydınlatmadıkları görülmektedir. Türk tarihçileri bu önemli konuyu bizim daha ziyâde “Talas Nazariyesi” dediğimiz ve resmi okul kitaplarına kadar geçen bir görüşle açıklamaya çalışmışlardır.[1]Onların yüzeysel diyebileceğimiz bu görüşlerine göre; Talas Savaşında (751) Çinlilere karşı harbeden Türkler; İslâm dini ile “Gök Tanrı” veya “şamanizm” inançları arasında tek tanrıya inanma, yaratılış, kaza-kader cennet, cehennem, vs. gibi daha nice konularda büyük benzerlikler olduğunu görmüşler ve neticede Müslüman olmuşlardır.[2]Oysa dinler arası benzerlikler Musevîlikle Hıristiyanlık veya Hıristiyanlıkla İslâm dini arasında da görüldüğü gibi büyük çatışma ve ihtilaflara sebep olmuştur. Zira tarih boyunca hiçbir din ne olursa olsun kendi “çekim sahasına” bir başka dinin girmesine müsaade etmemiştir.[3]
Türklerin Müslümanlığı şüphesiz bir “Büyük Oluşum”dur. Bu oluşumun başlangıç yılları Hz. Peygamber’in ilk Peygamberlik yıllarına kadar uzanmaktadır. Zira yeni araştırmalar Türklerin, Hz. Peygamber’in ilk çocukluk yıllarında Mekke’ye geldiklerini ve “Haşim Oğullarının”, Hz. Peygamber’in mensup olduğu kabileye sığındıklarını, onların, ünü Arabistan’ın sınırları aşmış kılıç ustaları olduklarını, dolaysıyla birçok Türk asıllı Sahâbe, Tabiin ve Tebea Tabiin’in bulunduğunu ortaya koymuştur. Bunun gibi, İslâm’da ilk kadın şehit olan Sümeyye’ninde Türk asıllı bir câriye olduğu yolunda ciddi görüşler bulunmaktadır.[4]Bu bakımdan Türklerin Müslümanlığı, İslâm’ın ilk yıllarında başlamış ve bu büyük oluşum bazı iniş ve çıkışlarla hicri 349/960’lı yıllara kadar yani üç asır devam etmiştir. Bu uzun devirler içinde İslâm dini Türk yurtlarında kıyasıya bir mücâdele vermiş ve en sonunda Türk boyları yüzde yüzlere varan bir çoğunlukla Müslüman olmuşlardır. Türklerin Müslümanlığı veya bu “Büyük Oluşum” bize göre iki büyük merhaleye ayrılmaktadır.
Birinci Merhale: İslâm dininin Türk yurtlarında yerleşme gelişme ve olgunlaşma devridir. Bu merhale yukarda da ifâde edildiği gibi Hz. Muhammed’in ilk “Peygamberlik” yıllarında başlamış ve Emevilerin kanlı “Doğu İhtilâli” ile yıkılmalarına kadar devam etmiştir.
İkinci Merhale: İslâm dininin Türk dünyası ve bütün Türk boyları arasında yayılması, Türklerin yüzde yüzlere varan bir çoğunlukla Müslüman olmaları ve bu yüce dinin Türkler için bir yaşayış, bir kültür ve medeniyet hâline gelmesidir. Bu devirler bize göre; Abbâsilerin ilk kuruluş yıllarında başlamış el-Memun ve el-Mutasımla sûrat bulmuş, Samânîlerle zirvelere tırmanmış ve Karahanlılarla altın devrini yaşamış ve bir “İlâhi Destan” haline gelmiştir.
Birinci Merhale: İslâm Dininin Türk Yurtlarında İlk Yerleşme Yılları ve Kuteybe b. Müslim
Esasen İslâm dininin dış ülkelere götürülmesi ve yabancı milletler arasında yayılması için ilk ciddi teşebbüsler, bizzat bu dinin kurucusu Hz. Peygamber tarafından başlatılmıştır. İslâm Peygamberi, özellikle Medineye hicret ettikten sonra (622) daha ziyade dışa dönük bir kısım ciddi tebliğ faaliyetlerine girişmiş, bu arada çağdaş devlet başkanları ve bölgedeki nüfuzlu kimselere kısa ve fakat özlü “tebliğ mektupları” göndermiştir.[5]Hz. Muhammed’in bu manada Çin hükümdarlarına hatta[6]Türk büyüklerine de bir tebliğ mektubu gönderdiği ve onun bu mektubunun “Türkçe” olduğu rivâyet edilmektedir.[7]
Hz. Peygamber’in vefatından sonra O’nun tebliğ davasına sahip çıkan ve dünyanın dört bir ucuna yayılan sahabelerin bir çoğu da İslâmiyet’i yaymak için Türk yurtlarına gelmişler ve buralarda şehit olmuşlardır.[8]
Mâmâfih, Hz. Peygamber’in vefatından sonra girişilen fetih hareketleri ve doğuda, özellikle Irak ve İran cephelerinde kazanılan büyük zaferlerden sonra Müslüman Araplar ve İslâm dini bu ilk hamlede Ceyhun nehrine ulaşmış bulunuyordu (642).[9]Ceyhun nehri ise bütün Eski ve Orta çağlar boyunca “Âriler”le, “Tûranîler” arasında geleneksel bir sınır olarak kabul edilmiştir.[10]
İlk fetih dalgalarıyla Ceyhun kıyılarına gelen Müslüman Araplar, her ne kadar Ceyhun nehrini geçerek Türkler arasında İslâm dini yayılması için bir kısım tebliğ faaliyetlerinde bulunmuşlarsada, bunda kayda değer bir başarı elde edememişlerdir. Müslüman Arapların bu gayr-i ciddi durumları bir tarafa, Türkler arasında İslâmiyet’in yayılması için ilk ciddi teşebbüsler değerli Arap komutanı Kuteybe b. Müslim tarafından başlatılmıştır.
Kuteybe, Haccac b. Yusuf tarafından Türkistan’ı fethetmek üzere, Horasan’a vali olarak gönderildikten sonra (705) bir hakikatı keşfetmişti. O da siyasi Arap hakimiyetinin Türk yurtlarında yerleşmesi için mutlaka, ama mutlaka İslâm dininin Türkler arasında yayılması gerekiyordu. Aksi halde her biri usta birer asker olan bu insanları uzun süre siyasî bir idâre altında tutmak mümkün olmazdı. Bu bakımdan Kuteybe, tenkid edilecek birçok yönleri olmasına rağmen Türk yurtlarında Baykent, Buhara ve Semerkant gibi bölgenin büyük şehirlerinde, hemde ilk defa sistemli bir “İslâmlaştırma kampanyası” başlatmış ve bunu bıkmadan usanmdan büyük bir azim ve kararlılık içinde sürdürmüştür.
Kuteybe Buhara’da had-i zâtında bir İslâm inkılâbı yapmıştır. O eski ve orta çağlar boyunca, “Ârî, Samî ve Hindi dinlerinin merkezi ve buluşma yeri olan bu şehirde, İslâmiyet’in önüne çıkan bütün dinleri yasaklamış, mabedleri kapatmış, buralardaki heykelleri parça parça etmiş ve halkın tek tercih: olarak, hemde kesin bir şekilde Müslüman olmalarını istemiştir. Bu İslâmiyet namına bir terör değilmi idi? Değerli Tarihçi Narşahi buna “hayır!” demekte ve şu ilginç yorumlarda bulunmaktadır;
“Böylece onlar, ister istemez Müslüman olmuşlardı. İşte, İslâm dini bu şekilde Buhara’da yayılmış ve halk da şeriatın hükümlerini uygulamaya mecbur olmuştu. Böylece şehirde küfrün bütün izleri silinip süprüldü. Zerdüştlüğün alametleri yok olup gitti; bunların yerine bir çok mescid yapıldı. Kuteybe bu yolda büyük gayretler sarfetti ve İslâmiyet’e uymakta ihmâli görünenleri cezalandırmayı da ihmal etmedi.”[11]
İslâm dininin Buhara’da yerleşmesi Orta Asya için de çok önemli bir merhale olmuştur. Zira Buhara, İç Asya’ya gidecek dinler için her zaman ileri bir karakol durumunda idi. Bu bakımdan İç Asya’ya giden Ârî, Sami ve Hindî dinler, İç Asya’ya olan bu uzun ve zorlu yolculuktan önce Buhara’ya gelmişler burada çok sağlam bir şekilde yerleşme imkânı bulduktan sonra ancak İç Asya’ya ulaşabilmişlerdir. Bu bakımdan; İslâm dininin Buhara’da yerleşmesi, Orta Asya Türk dünyası için de bir baht ve aydınlık gelecek olmuştur.
Değerli Arap komutanı, Hacca b. Yusuf’un vefatından sonra (714) olumsuz yönde gelişen olaylara daha fazla dayanamamış ve Fergane’de kendi silâh arkadaşları tarafından ne zayık ki boynu vurulmuştur (714).[12]Burada karşımıza çok önemli bir soru çıkmaktadır. Acaba Kuteybe b. Müslim, Türk yurtlarında başlattığı bu İslâmlaştırma kampanyasında başarılı olmuş mudur? H. A. R. Gibb bu soruya olumlu cevap vermekte ve şöyle demektedir;
“Kuteybe Orta Asya’da İslâm dininin sonraki nüfuzunun dayanacağı sağlam temeli atmış ve bir eser vücuda getirmişti. Her ne kadar İslâm binasının üst kısımları daha sonraki yılların şiddetli fırtınalarına dayanacak derecede kuvvetli değil idiyse de temeli çok iyi atılmıştı. Fakat binanın yapımındaki hata sadece mimara da yüklenmemelidir. Ancak mimar, hayatının son senelerinde herşeyi askeri şan ve şöhrete fedâ etmiş ve İslâm binasını tamamlamadan ölmüştür.”[13]
Emeviler Devrinde Türk Yurtlarında İslâmiyet
Süleyman b. Abdü’l-Melik’in vefatı üzerine Ömer b. Abdü’l-Aziz hiç bir muhalefete uğramadan halife olmuştur (717).[14]Bu inadına dindar Emevi Halifesi, İmparatorluğun geniş hudutları içinde yaşayan muhtelif milletler ve bu arada Türk yurtlarında İslâm dinini yaymak için çok geniş ve müessir bir irşad kampanyası başlatmıştır. Böylece dil, din, ırk ve kültür bakımlarından farklı olan bu kavimleri, âdil, hakperest bir düzen ve siyâsî devlet otoritesi altında birbirleri ile kaynaşmış, sosyal bünyesi sağlam ve çok kuvvetli, ideal bir İslâm toplumu haline getirmeyi düşünmüştür. Bu bakımda o, F. Köprülü’nünde dediği gibi İslâm; adâletini ve Müslümanlığı yayma idealinin tek temsilcisi olarak kabul edilmiştir.[15]
Ömer b. Abdü’l-Aziz, Kuteybe’nin Türk yurtlarında diktiği İslâm fidanının yetişmesi için çok büyük bir gayret sarfetmiş ve onun zamanında İslâm dininin yayılması bir devlet politikası hâline gelmiş ve bu sayede Türkler arasında İslâm dinine karşı çok güçlü bir yönelme başlamıştır. Hatta onun bu özel politikası sebebiyle başta Semerkant Türk beyi Akşit Guzek (Oğuzbek) olmak üzere bir çok Türk beyleri Müslüman olmuşlardır.[16]
Fakat Emevilerin vergiden başka hiç bir şey düşünmeyen gözü dönmüş bürokrat ve vergi tahsildarları bütün inadları ile başta Horasan valisi Abdullah b. Cerrah el-Hâkemî olmak üzere bu adil İslâm halifesinin karşısına dikilmiş, onun İslâmlaştırma kampanyasını büyük ölçüde sabote etmişlerdir. Böylece Türklerin külli manada Müslüman olmaları için bir altın fırsat da böylece kendiliğinden uçup gitmiş oluyordu.
Diğer taraftan Türk militarizminin yeni temsilcileri olan Türgişlerin tarih sahnesine çıkmaları ile siyasî dengeler bir kere daha Türklerin lehine değişmiştir. Zira despotik Arap valileri ve gözü dönmüş vergi memurlarının zulmünden bezgin bir hâle gelen Müslüman Türkler ve Türk aristokratları bu defa kurtuluşu Türgişlere meyletmekte görmüşler ve onları, Aşağı Türkistan (İslâmi kaynaklarda Maveraünnehir) işlerine müdâhale etmeye çağırmışlardır.
Yerli halkın büyük ölçüde Türgişlere meyletmesi siyasî Arap idâresini bir hayli tedirgin etmiş, bundan da öte onları bir hayli sarsmıştır. Bundan en fazla etkilenen de Emevilerin Horasan valisi Eşres b. Abdullah es-Sülemi (727-729) idi. Bu bakımdan o, uzun bir süre düşündükten sonra en sonunda Türk yurtlarında yeniden ve eskilere göre, “çok daha ciddi bir İslâmlaştırma kampanyası açmaya karar vermiştir. Artık bundan böyle bu yeni Müslüman olmuş muhtedilerden kesinlikle vergi alınmayacak, onlara güzel muamele edilecektir.[17]
Evet Eşres’in bu yeni inisiyatifi ile başlatılan İslâmlaştırma kampanyasının başına çok ciddi bir insan, bir Müslüman olan Ebû Saydâ ve arkadaşları getirilmişti. İslâmlaştırmanın asıl merkezi, o devirlerde çoktan bir Türk şehri haline gelmiş ve Türk asıllı beyler ve aristokratlar tarafından idâre edilmekte olan Semerkant olacaktı. Semerkant ve çevresinde girişilen İslâmiyeti tebliğ hareketi çok başarılı olmuş ve kısa zamanda onbinlerce kişi İslâm dinini kabul etmiştir. İslâm dininin Türkler arasında, hemde baş döndürücü bir şekilde yayılması vergiden başka bir şey düşünmeyen Arap tahsildarlarını şoke etmiş ve soluğu binbir şikayetle Eşres’in huzurunda almışlardır. Öyle ya, yerli halk Müslüman olursa vergiyi kimden alacaklardı. Bu bakımdan Türklerin İslâm dinine yönelmeleri derhal durdurulmalı idi. Eşres ne yazık ki bu ağır baskılar karşısında geri adım atmak mecburiyetinde kalmış ve bu hayırlı İslâmlaştırma kampanyasına kesin bir şekilde son vermiştir. Hatta bu hususta dahada ileri gidilmiş, değil gayr-i müslimler, yeni Müslüman olan Türklerden bile çok ağır vergiler alınmıştır. Bu bir manada tam bir facia idi.[18] Zira Müslüman kitleye karşı inatla sürdürdükleri bu mücâdeleyi başarıyla kazanan malum çevreler her türlü himâyeden mahrum zavallı muthedilerden çok acı bir şekilde intikamlarını almışlardır. Taberi bunların vergi toplamak bahanesiyle işledikleri zulum ve bundan da öte işkenceleri şöyle anlatmaktadır;
“Âmiller haraç tahsil etmede çok aşırı gittiler. Onlar asilzâdeleri (Türk büyüklerini) horladılar, hakir gördüler. Dihkanlara ağır ceza verdiler, elbiseleri yırtılıp yakıldı, kemerleri boyunlarına bağlanarak sürüklendiler, Müslüman olmuş pek çok biçare ve fakir kimseden bile cizye aldılar. Böylece onlarda Türk hanlarından yardım istemeye mecbur oldular.”[19]
Türk yurtlarındaki bu sıkıntılı durum, değerli Emevi devlet adamlarından Nasr b. Seyyar’ın Horasan’a vali olarak gelmesine kadar devam etmiştir (737).[20] Yeni Vâli, Türk yurtlarındaki kargaşa ve karışıklıkların giderilmesi ve muhtedilerin karşı karşıya kaldığı problemlerin kökünden çözülmesi ve onların emniyet ve huzura kavuşturulmaları için “Merv Deklerasyonu” ile[21] çok ciddi tedbirler almış ve İslâm dininin Asya’ya giden yolunu tamamen açmışsa da bu hiç bir zaman verimli olmamıştır. Zira, Türk yurtlarında uzun zamandır faaliyet gösteren Abbâsilerin yer altı teşkilatının başlatmış olduğu halk ihtilâli ile Emeviler Devleti yıkılıp gitmiştir (750). Böylece İslâm dininin İç Asya ve Türk boyları arasındaki yeni yayılma dönemi Abbasîlere kalmış oluyordu. Bu devirlerde İslâm dininin Türk yurtlarındaki durumu tespit edebildiğimiz kadarı ile şöyle idi:
- İlk Arap fetihleri ile Ceyhun havzasına giren İslâmiyet Emeviler devrinde çok uzun ve sürekli bir mücâdeleden sonra Aşağı Türkistan’da hiç kimsenin söküp atamayacağı bir şekilde yerleşmiştir.
- Müslüman Türkler bu devirlerde nüfusunun büyük ölçüde çoğunluğunu Türklerin oluşturduğu ve genellikle Türk beyleri tarafından idâre edilen Baykent, Buhara ve Semerkant şehirlerinde çok kuvvetli bir güç hâline gelmiştir.
- İslâm dini yavaş yavaş müesseseleşmeye başlamıştır. Ribatlar bunun en güzel örneği idi.
- Mahalli Türk beylerinin çok büyük bir kısmı, meselâ Nizek Tarhan, Sul Tekin, Tuğ Şad, Akşit Guzek, Divasti, Bedr Tarhan, Müslüman olmuşlardır.
***
İkinci Merhale: İslâm Dininin Türk Dünyası ve Bütün Türk Boyları arasında Yayılışı – Abbasiler Devri
Abbasîler, Ebû Müslim el-Horasâni’nin önderliğinde ve bir “halk ihtilâli” ile iktidara geldikten sonra, İç Asya ve Türkler arasında İslâmiyet’in yayılması için yeni bir devir başlamıştır. Zira Abbasîler; kendilerine iktidara giden yolu açan “Doğu Halkı”na (Horasan) ve bu arada Orta Asya Türklüğüne çok daha sıcak ve samimi davranmışlar, yeni devletin kurulma ve şekillenmesinde Türkleri kendileri için çok yakın bir destek olarak görmüşlerdir. Bu ise bir manada, İç Asya ve Türk boyları arasında İslâm hidâyetine giden yolun açılması ve Türkler arasında İslâm dininin yayılması için yeni ve köklü bir devrin başlaması idi.
İlk Abbasî halifelerinden biri olan Ebû Cafer el-Mansur, (754-775) doğu Türklüğü ile sosyal ve dini ilişkilerin gelişmesinde çok güzel adımlar atmış ve Türklerin askeri ve idarî manada göreve gelmelerini sağlamıştır.[22] Bunun Türk yurtlarına İslâm namına çok iyi bir mesaj olarak kabul edilmesi gerekmektedir. Onun yerine hilâfet makamına geçen oğlu el-Medi (775-785) bu manada babasının yolunda yürümüş “Doğu halkına” Türklere büyük ilgi göstermiş ve onlara elçiler göndererek onların Müslüman olmalarını ve kendi itaatı altına girmelerini istemiştir. el-Mehdi onlara gönderdiği davet mektubunda şöyle diyordu: “Eğer sizler Allah’ın birliği ve O’nun Rasûlünü kabul ederseniz, bundan büyük faydalar elde edeceğiniz gibi, bendende yardım görürsünüz.”
Mamafih devrin çağdaş tarihçilerinden İbn Vâzıh el-Yakûbi’nin bu husustaki kıymetli rivâyetlerinden öğrendiğimize göre el-Mehdi’nin İslâm’a çağrı elçisi gönderdiği Türk hükümdarları arasında Kâbul Soğd, (Semerkant) Toharistan, Bamıyan, Fergâne, Uşrusan’a, Sicistan, Taşkent beyleri, hatta büyük Türk hükümdarı Tarhan, Tokuzoğuz hükümdarı Hakan da bulunuyordu.[23] Bunların hepsi el-Mehdi’nin itaatına girmişler ve diğer bir ifâde ile Müslüman olmuşlardır. Hatta bu mahalli Türk beylerinden Karluk asıllı Toharistan Yabgusu el-Mehdi’nin bizzat özel yaklaşımı ile Müslüman olmuştur.[24]
Fakat bu devirlerde İslâm dininin İç Asya’da yayılmasında yeni yeni gelişmeler olmuştur. O da daha sonraları Asya bozkırlarında İslâm hidâyet meşalesini tutuşturacak olan İslâm tasavvuf ve mistisizminin İç Asya kapılarını çalmaya, şöhreti dünyayı dolduran büyük veli ve mürşidlerin Türkistan’ın iç kısımlarında ferdi tebşîr hareketine başlamış olmalarıdır. Orta Asya Türklüğünün dini ve milli hayatında daha sonraları çok önemli bir yeri olan ve bu yolla Müslüman Türkler arasında yeni bir iman neşesi ve coşkusu yaratan bu tasavvuf? tebşîr hareketleri hakkında W. Barthold şöyle demektedir;
“İslâm dünyasının ister içinde ister dışında ferdî İslâm misyonerliğinin ortaya çıkışı, İslâm tasavvufunun ortaya çıkışı ile yakından ilgilidir. Sufiler İslâmiyet’i yaymak amacı ile bozkırlardaki Türklere gidiyorlardı. Hatta son devirlere kadar, her vakit bunların propagandası, medreselerde İslâm ilimleri öğreten fakihlere nispetle daha başarılı oluyordu.”[25] Zira bu; “şeyhler ile İslâm tasavvufunun diğer temsilcileri, göçebeler arasında çok büyük bir tesir meydana getirmişlerdir. Üstelik bugün bile bozkırlarda halâ en çok onların taraftarları bulunmaktadır.”[26]
Abbasi halifelerinin en büyüklerinden biri olan el-Memun devri (813-833) İslâm dininin İç Asya ve Türkler arasında yayılması için çok önemli kilometre taşlarından biri ve bir altın devir olmuştur. Zaten ana tarafından Merâcil adında bir Türk câriyesinden olan el-Memun[27] dayızâdeleri olan Türklere ve Orta Asya Türklüğüne her zaman büyük bir ilgi göstermiş ve onların büyük ölçüde Müslüman olmalarını sağlamıştır. Nitekim el-Belâzurî, el-Memun’un Türkler; Türk hükümdar ve hakanlarını İslâm dinine kazandırmak için gösterdiği ciddi gayret ve teşebbüsler hakkında şu ilginç açıklamalarda bulunmakta ve şöyle demektedir;
“el-Memun, daha halife olmadan önce henüz Müslümanlığı kabul etmemiş olan Türklere karşı gazalar yapılmasını ve onların Müslüman olması için çaba sarfedilmesini emrederdi. Onlardan Müslümanlığı kabul edenlere daha çok yumuşak davranır, izzet ve ikramlarda bulunurdu. Hele hele Türk hükümdarlarından biri Müslüman olupta kendisini ziyârete gelmiş ise, el-Memun ona izzet ve ikram için ne yapacağını şaşırır kalırdı. Onları âdeta lutuf ve ihsanlara boğardı.”[28]
el-Memun’dan sonra, onun yerine üvey kardeşi el-Mutasım halife olmuştur (833-844).[29] el- Mutasım da ana tarafından Türk olan ilk Abbasî halifelerinden biri idi. Anası ise Mâride Hatun’dur. Mâride, kendi devrinde ve hilâfet çevrelerinde Türk olmanın gururunu bir milli şuur ülküsü içinde yaşamış en ulu Türk analarından biri idi. Onun yüksek gayretleri ve oğlu el-Mutasım’a aşıladığı yüksek idealler, her hâlükarda “Türk olma”-“Türk kalma” ve “Türk gibi yaşama” şuuru sâyesinde Bağdad ve hilâfet ülkelerinde yeni bir “Türkler Devri” başlamıştır ki bu Arap İslâm tarihinin akışınıda değiştirmiştir;
el-Mutasım devri İslâm dininin gerek İç Asya ve Türkler arasında yayılması ve gerekse henüz yeni yeni Müslüman olan bu Türk âileleri ve onların çocuklarının Bağdad’a askeri görev için davet edilmeleri, Orta Asya’nın İslâmlaştırılmasında çok önemli bir dönüm noktası olmuştur. Değerli tarihçi el-Belâzurî, el-Mutasım devrindeki bu hayırlı gelişmeler hakkında bizlere çok özlü bir şekilde şu bilgileri vermektedir;
“Daha sonra el-Mutasım Billah halife oldu. O da aynı şekilde davrandı. O kadarki sonunda onun askerlerinin büyük çoğunluğu, Aşağı Türkistan, Soğd, Fergâne, Uşrusana, Şaş ve başka başka yerlerin halkından oluştu. Bunların hükümdar (ve hakanları) onun karşısına geldiler, Müslüman oldular ve İslâm dini buralarda yaşayan insanlar arasında hâkim bir din oldu.”[30]
İslâm Hidâyet Güneşinin Turan Yurdunu Aydınlatması
Gerçekte İslâm dininin bir hidayet coşkusu hâlinde İç Asya Türklüğüne taşıyan “Samâniler” adıyla İslâm tarihine geçen ve “Tûran yurdu”nda ilk defa bir devlet kuran İran asıllı bir hanedan âilesi olmuştur. Devletin asıl merkezi, eski ve orta çağların en büyük din ve kültür merkezi olan Buhara şehri idi.[31] Samâniler Devleti’nin gerçek manada ilk kurucusu ve ilk hakiki hükümdarı olan İsmail b. Ahmed, yeni devletin kaderini büyük ölçüde Türk aristokratlarına bağlamıştı ve ordu ise tamamen Türk muhârip unsurundan oluşuyordu[32] O, bu yeni disiplinli ordusu ile İç Asya ve sınır boylarında İslâmi bir terimle “Daru’l-Harb”te yaşanan “kâfir Türklere” karşı yeni bir gaza ve cihad devri başlatmıştır.
İsmail b. Ahmed, kâfir Türklere karşı yaptığı bu gaza ve cihâd seferlerinde onların İslamiyete karşı direnmelerini kırmış ve bu sâyede İslâmiyet İç Asya’ya yol bulmuştur. Zira genellikle Samanilerin kontrolüne geçen büyük yol güzergâhları ve buralarda temin edilen emniyet ve huzur sayesinde Baykent, Buhara ve Semerkant gibi Aşağı Türkistan’ın büyük şehirlerinde yaşayan Müslüman tâcir ve veliler göçebe Türklere daha kolayca ulaşma imkanı bulmuşlardır. Nitekim bu konularda yaptığı uzun izahlarda W. Barthold şöyle demektedir;
“Aşağı Türkistan’dan gelen birçok kimse, bu barış ve emniyet ortamından yararlanarak bozkırlarda yeni yeni koloniler kurmaya başlamışlardır. Daha önceleri buralarda genellikle Soğdlular ticârî koloniler kuruyorlardı. Ne varki İslâmiyet Aşağı Türkistan’da köklü bir din hâline geldikten sonra bu defa Müslümanlar Soğdların bu eski ticâri koloni kurma hareketini devam ettirmişlerdir. Seyhun nehrinin aşağı kısmında Cend, Huvara Yenikent adındaki üç Müslüman şehri işte bu şekilde meydana gelmiştir. Arap coğrafyacılarının verdikleri bilgilere göre, bu şehirlerin halkı Müslüman olmakla berâber, henüz İslâmiyet’i kabul etmemiş olan Oğuz Türklerinin idâresi altında bulunuyordu.”[33]
Müslüman Karahanlılar Tarih Sahnesinde
Samanîlerden sonra, Türkler arasında İslâmiyet’in yayılması misyonuna Karahanlılar sahip çıkmışlardır.[34] Onlar aynı zamanda, daha sonra boy gösterecek ve koca bir devlet kuracak olan Selçuklu ve Osmanlı gibi iki büyük Türk boyununda ilk hidâyet öncüleri idi. Onların iman coşkusu ve kurdukları bu yeni devlet; İslâm’ı kucaklama, onu aziz kılma, onu yeni yeni iklimlere götürme ve henüz Müslüman olmamış Türklere, Allah’ın hidâyetine giden yolu açmada Hz. Peygamber devri ve yeni sahabe neslini hatırlatıyordu.[35]
Türk İslâm tarihine “Karahanlılar” adıyla geçecek ve Müslüman Türkün adını, altın harflerle tarihe yazdıracak olan bu yeni “Müslüman Türk Devleti” sâyesinde İslâmiyet, Türkler arasında yeni bir hidâyet fırtınası ve bir iman kasırgası hâline gelecek ve Türkler artık yüzde yüzlere varan bir çoğunlukla Müslüman olacaklardı. Karahanlılar Devleti’ne bu yüce şerefi kazandıran ise, bu hanedan ailesinden daha genç yaşlarda bir ilâhî irâde doğrultusunda Allah’ın hidâyetine ulaşan ve daha sonra bu mutluluğu bütün kavmi ile paylaşmak için ömrü boyunca cihad meydanlarında at koşturan ve bunda büyük ölçüde başarılı olan Abdü’l-Kerim Saltuk Buğra Han olmuştur.
Gerçekte küçük Saltuk Tekin’in bir ilâhî irade ile Müslüman olması, Türk tarihinin olduğu kadar, İslâm tarihininde en önemli olaylarından biridir. Zira Müslüman Türkler, bu hayırlı gelişmelerden sonra, artık bir çok yönden zafiyet alâmetleri göstermeye başlayan İslâm dünyasına yeni, genç, dinamik bir güç olarak girmeye hazırlanıyorlardı.
Bu bakımdan Saltuk Buğra Han’ın Müslüman olması, sıradan küçük bir olay değil, bundan da öte bir “Destan”dır. Bu destan Türk milletinin maşeri vicdanına mal olmuş ve onun yaratıcı dehâsıyla kendi adıyla anılan bir “Tezkere” hâline gelmiş ve Türk milleti onun bu hâli ve bütün sıcaklığı ile kıyamete kadar yaşayıp gitmesini istemiştir.
Evet “Saltuk Buğra Han Tezkeresi” olarak daha sonra yazıya geçen bu destanî olayda da anlatıldığı gibi, Küçük Saltuk’u hidâyete ulaştırma görevi bir yüce Peygamber tarafından, belki bir ilâhi irâde icâbı, Sâmânilerden Ebû Nasr adında dindar bir Tanrı kuluna verilmişti. Bu zât bir gece rüyâsında Hz. Peygamber’i görmüş ve O’ndan şu buyruğu almıştır;
“Kalk hemen Türkistan’ın yolunu tut! Orada Saltuk Tekin hidâyete ulaşmak için senin delâletini bekliyor.”[36]
Diğer taraftan Saltuk’un ferdi hayatında da çok ilginç olaylar olmuştur. Zira Ebu Nasr’ı Türkistan’a gönderen O ilâhi irâde, bu defa Saltuk için tecelli etmiş ve genç Karahanlı prensi; bir gece yatağında uyumaya çalışırken rüya ile gerçek arasında ilâhi bir ses duymuştur. Temel İslâmî kaynaklardan İbnü’l-Esir’in bildirdiğine göre; “O bir gece şöyle bir rüya gördü. Sanki bir adam gökten inmiş, sonra da ona güzel bir Türkçe ile hitab ederek;
– Müslüman ol! Dünya ve ahiret mutluluğuna ulaş ve kurtul!” demiştir.[37]
Ebu Nasr, bu ilâhî tebliğ görevini aldıktan sonra Kaşgar’a gelmiş, hiç beklenmedik bir ortam ve zaman içinde Saltuk Tekin’le karşılaşmış, ona Allah’ın dinini tebliğ etmiş ve böylece o da Müslüman olmuştur (932 veya 940).
Saltuk Buğra Han, bu şekilde Müslüman olduktan sonra İslâm dininin, Türkler arasında yayılması için yeni bir devir başlamıştır. Zira gönlü ve kalbi hemcinslerinin Müslüman olması için yanıp tutuşan bu genç Karahanlı hükümdarı, bundan sonraki hayatını Türklerin Müslümanlığına adamış ve onun bu yoldaki bitmez tükenmez gayretleri sonucu artık Türkler, yüz binleri belki milyonları aşan büyük kitleler halinde Müslüman olmuşlardır. Nitekim temel İslamî kaynaklar ve onların hicri 349-960 yılı olaylarının beyanı sırasında Türkler arasındaki bu büyük İslâmî gelişmeler şöyle dile getirilmiştir. “Türklerden bu yılda, yaklaşık 200.000 çadır (oba) halkı Müslüman oldu”.[38]
Başta İbnü’l-Esir olmak üzere temel İslâmî kaynakların verdiği bu rakam çok büyük bir sayı olarak kabul edilmelidir. Zira her bir obada on kişinin yaşadığı göz önüne getirilirse bu takdirde en az iki milyon Türkün ihtida etmiş olması gerekir ki bu her hâlükarda çok çarpıcı bir rakamdır. Bu şüphesiz İslâm dininin doğuda Türkler arasında sessiz sedâsız, muazzam bir zafer kazanması demekti.
Diğer taraftan “Doğu”da İslâm dini, Türk boyları arasında böyle parlak bir zafer kazanırken “Batı” hilâfet merkezinde çok önemli şeyler oluyordu. Zira İslâm dünyasına İran şiîliği bir kabus gibi çökmüş, hilâfet makamı İran Şiî Devleti Büveyhilerin tahakkümü altına girmişti. Bu ise İslâm dünyası için kara bir felâket olmuş ve Müslüman halk “Doğudan” gelecek yeni zinde güçlerin beklentisine girmişti. Nitekim W. Barthold bu durum hakkında şu isabetli yorumu yapmaktadır: “İslâm dininin koruyucuları (Halife vs.) o zaman Bağdad’ta bütün idâreyi ellerine geçirmiş olan şiî Büveyhilerin hâkimiyetine son vermek için doğu tarafından gerçek İslâm fâtihlerinin çıkmasını bekliyorlardı”.[39]
Doğuda İslâm dininin Türkler arasında kazandığı bu büyük dini zafer, Türk milliyetçiliğinin büyük simasi Kaşgari’ye de büyük ümidler vermiştir. Zira o bu beklenmedik gelişmelerden çok derin bir heyecan duymuş ve duygularını şu şekilde belirtmiştir; “Gördüm ki devlet güneşini Cenab-ı Hak Türk burçları üzerine doğdurmuş, felekler onların mülkleri üzerine deveran eder olmuştur. Onlara Türk adını Cenab-ı Hak kendisi vermiş, mülk ve saltanatı onlara müyesser kılmıştır. Bundan sonra onları, asırların hükümdarı kılmış, dehrin dizginlerini onların eline vermiştir. Böylece Yüce Tanrı Tükleri bütün kavimlerden üstün tutmuş hak yolunda onlara güç kuvvet vermiştir. Allah onlara sığınanların bütün dileklerini vermiş onları kötülerin şerrinden korumuş ve onlara kötülük edenlerin de belâsını vermiştir”.[40]
Kaşgari bu hususta daha da ileri gitmekte ve doğuda çıkacak bu ilâhî ordu hakkında, hem de muttasıl bir senetle Hz. Peygamber’den bizlere şu hadisi nakletmektedir:
Hz. Peygamber’den rivayet edildiğine göre, şanı yüce olan Allah şöyle demiştir; “Benim bir ordum vardır, onlara Türk adını kendim verdim ve onları doğu cihetine yerleştirdim. Her hangi bir kavme öfkelendiğim zaman işte bu Türkleri onların üzerine musallat eder (ve onları bu şekilde yola getirir) im”.[41]
Mamafih, başta Saltuk Buğra Han olmak üzere Buğra Han Harun, Togan Han, Ebû’l-Muzaffer Tamgaç Han ve Ebu şuca’ Arslan Han ve onların soyundan gelen gazi hükümdarların, İslâm dininin İç Asya ve Türkler arasında yayılması yolunda çok büyük hizmetleri olmuş ve böylece Türkler yüzde yüzlere varan bir çoğunlukla Müslüman olmuşlardır. Çağdaş İslâm coğrafyacısı el-Makdisi 966’lı yıllarda yazdığı eserinde Karahanlı hakanlarının Allah’ın dininin aziz olması yolunda yaptıkları böylesine yüce hizmetlerinden büyük bir gurur duymakta ve şöyle demektedir;
“Doğu iklimi, (Karahanlıların yaşadığı yerler) iklimler arasında, büyük adamları ve âlimleri en çok olan, hayrın kaynağı, ilmin karargâhı, âlimlerin ocağı, ayrıca İslâm’ın muhkem dayanağı ve en güçlü kalesi sayılan bir iklimdir. Bu iklimin hükümdarları; (Karahanlı hakanları) hükümdarların en büyüğü, ordusu; orduların en hayırlısıdır.
Bu iklimlerde mekân tutanlar ise; kuvvetleri yüce, görüşleri doğru, isimleri ulu, malları bol, ayrıca: at, asker ve parlak zafer sâhibi kimselerdir. Hz. Ömer’e de bildirildiği gibi onların elbiseleri demirden, yiyecekleri kurutulmuş etten, içkileri ise buzdandır. Buralarda fakihler, hükümdarlar derecesinde saygı görür, burada köle olanlar, başka yerde hükümdar olur”.[42]
Buraya kadar olan açıklamalarımızda ilk defa derli toplu olarak Türklerin Müslümanlığı üzerinde durulmuş ve temel kaynakların bu konulardaki rivâyetleri büyük bir titizlikle incelenmiş ve bir büyük terkib hâlinde okuyucuların istifâdesine sunulmuştur. Bu konulardaki yapmış olduğumuz bu değerlendirmelere son vemeden önce söylemek istediğimiz bir temel gerçek daha vardır. Şöyleki:
Türklerin büyük kitleler halinde Müslüman olmaları Türk milleti için âdeta yeni bir Ergenekon olmuştur. Türklerin ulu cedleri, milli destanlarımızda da beyan edildiği gibi, kendilerini çevreleyen demir dağları, akıllara durgunluk verecek bir irâde gücü ile eriterek nasıl Asya bozkırlarına taşmışlar, büyük devlet ve imparatorluklar kurmuşlarsa, Türkler İslâm dinine girdikten sonra da aynı şeyleri yapmışlardır. Onlar da bu yeni iman gücü ile batıya doğru yeni bir ilâhi yürüyüşe geçmişler, bir cihan hakimiyetine giden yolun ilk öncüleri olmuşlar bundan da öte bu sâyede birçok büyük devlet ve imparatorluklar kurmuşlardır.
Bu bakımdan Türklerin büyük kitleler hâlinde Müslüman olmaları bir “Hidayet Bayramı” olarak kabul edilmeli ve bu mukaddes olay her sene yaz aylarında milli bir coşku ve kolektif bir heyecan halinde bir “İlâhi Şükran Günü” olarak kutlanılmalıdır.
Zira bu büyük ve ilâhi olay, Çin Seddi ve Kaşgar önlerinden Adriyatik sâhillerine kadar bütün Türklük dünyası, başta Türkiye Cumhûriyeti olmak üzere, Azerbaycan, Özbekistan, Türkmenistan, Kırgızistan, Kazakistan gibi Türk Cumhuriyetleri, hatta dünyanın dört bir tarafına yayılmış olan sadece Türkler değil, kendini Türk bilen ve bunu kalbinde hisseden bütün insanlar tarafından tam bir bayram havasında kutlanmalıdır. Bu aynı zamanda dünya Türklüğünün “işte”, “aşta”, “fikirde” birleşmesinde bir çimento rolünü görecek ve bundan da öte Türk dünyasını aynı iman coşkusu ile çarpan tek bir kalb ve bir yürek hâline getirecek, onları ayrıca şiîlik, Vahhabilik gibi yıkıcı ceryanlardan da koruyacaktır.
Prof.Dr. Zekeriya Kitapçı
Selçuk Üniversitesi Eğitim Fakültesi / Türkiye
Makale, Türkler Ansiklopedisi, Cilt: 4 Sayfa: 263-270’de yer almaktadır.
https://www.altayli.net/turklerin-musluman-olusu.html/4 sayfasından.
KAYNAKLAR
♦ ARSAL, S. M., Türk Tarihi ve Hukuk, İstanbul, 1974, s. 52, Yıldız, H. D., İslâmiyet ve Türkler, İstanbul, 1976.
♦ BARTHOLD, W., İslâm Medeniyeti Tarihi, nşr. F. Köprülü, Ankara, 1963.
♦ BARTHOLD, W., Orta Asya, Türk Tarihi Hakkında Dersler, Hzr. K. Y. Kopraman, A. I. Aka, Ankara, 1975.
♦ BARTHOLD, W., Türkistan, Hzr. H. D. Yıldız, İstanbul, 1981.
♦ BUĞRA, M. Emin, Şarki Türkistan Tarihi, Ankara, 1987.
♦ BÜCHNEN, V. F., Sâmânîler, İA, X, s. 140.
♦ ÇUBUKCU, A., Türk İslâm Kültürü Üzerine Araştırmalar ve Görüşler, Ankara, 1987. DÂNİŞMEND, İ. H., Türk Irkı Neden Müslüman Oldu? Konya, 1978.
♦ EBERHARD, W., Çin Tarihi, Ankara, 1974.
♦ El-Ya’kubî, İbn Vazıh, Târihu’l-Yakûbi, Beyrut, 1960.
♦ El-Belâzuri, Fütûhu’l-Büldan, tah. A. E. et-Tabbah, Ö. E., et-Tabbah, Beyrut, 1958.
♦ El-Kaşgarî, Divanü’l-Lugat it-Türk, İstanbul, 1333, s. 292.
♦ El-Makdisi, Ahsenü’t-Tekâsim, nşr. De Goeje, Leiden, 1877.
♦ Es-Suyûti, Tarihu’l-Hulefâ, Mısır, 1952.
♦ Es-Seâlibi, Letâifü’l-Meârif, Mısır, 1960.
♦ El-Mesudî, Mürûc ez-Zeheb, tah. M. M. Abdü’l-Hamîd, Mısır, 1964.
♦ Et-Taberi, Tarihu’l-Umam ve’l-Mulûk, tah. M. E. İbrahim, Beyrut, 1967.
♦ GENÇ, R., Karahanlı Devlet Teşkilâtı, İstanbul, 1981.
♦ GİBB, H. A. R., Orta Asya’da Arap Fütuhatı, Çev. M. Hakkı, İstanbul, 1930.
♦ GÜNGÖR, Erol, Tarihte Türkler, İstanbul, 1999.
♦ HAMİDULLAH M., Çin İle İlk Devir Müslüman Ülkelerinin Temasları, İÜ., İTED., İstanbul, 1975, sy, 1-2, sf. 142.
♦ HAMİDULLAH, M., Mecmau’l-Vesâik es-Siyâsiyye, Beyrut, 1969.
♦ HİTTİ, P. K., The Arabs, Chicago, 1962.
♦ İZMİRLİ, İ. H., Hz. Peygamber ve Türkler, II. Türk Tarih Kurumu Kongresi, İstanbul, 1943, s. 1013-1044.
♦ İbnü’l-Esir, el-Kâmil fi’t-Tarih, Beyrut, 1965.
♦ İbnü’l-Verdi, Tetimme el-Muhtasar fî Ahbal i’l-Beşer, Beyrut, 1970.
♦ KAFESOĞLU, İ., Eski Türk Dini, İstanbul, 1973.
♦ KİTAPÇI, Z., Türk Boyları Arasında İslâm Hidayet Fırtınası, Konya, 2001.
♦ KİTAPÇI, Z., The First Challange of the Turks Against the Arabs, T. D., İstanbul, no: XXXII, s. 896 vd.
♦ KİTAPÇI, Z., Orta Asya’da İslâmiyetin Yayılışı ve Türkler, Talas Nazariyesinin Çöküşü, Konya, 1998.
♦ KİTAPÇI, Z., İlk Müslüman Türk Hükümdar ve Hakanları, Konya, 1996.
♦ KİTAPÇI, Z., Mukaddes Çevreler ve Eski Hilâfet Ülkelerinde Türk Hâtunları, Konya, 1995. KİTAPÇI, Z., et-Türk fi Muellefât el-Câhız, Beyrut, 1972.
♦ KİTAPÇI, Z., Hz. Peygamber’in Hadislerinde Türkler, Konya, 1996.
♦ KÖSEOĞLU, N., Türk Dünyası Tarihi ve Türk Medeniyeti Üzerine Düşünceler, İstanbul, 1990. MUİR, S. W., The Caliphate, its Rise Dicline and Fall, Beyrut, 1963.
♦ NARşAHİ, Tarih-u Buhara, Mısır, 1965.
♦ Nizamü’l-Mülk, Siyâsetnâme, Ankara, 1990.
♦ ÖGEL, B., Türk Mitolojisi, Ankara, 1997, I.
♦ ÖZTUNA, Y., Büyük Türkiye Tarihi, İstanbul, 1997.
♦ PRİTSAK, O., Karahanlılar, İA., II, s. 251.
♦ RASONY L., Tarihte Türklük, Ankara, 1971, s. 199, Lewis, B., The Arabs in History, London, 1964.
♦ SEVİNÇ, N., Türklerin İslâmiyet’e Geçişini Kolaylaştıran Sebebler, TDA. Dergisi, İstanbul, 1980, no: I.
♦ SHABAN, M. A., The Abbasid Revolution, Cambridge, 1970.
♦ SHAW, Stanford, J., History of the Ottoman Empire and Modern Turkey, Cambridge, 1976. TOGAN, Z. V., Kuran ve Türkler, İstanbul, 1971.
♦ TURAN, O., Türk Cihan Hakimiyeti Mefkûresi Tarihi, İstanbul, 1969.
♦ YUSUF, S. M., İslamic Studies in Islamic History and Culture, Lahore, 1970, s. 67.
DIPNOTLAR
[1] Yakın devir Türk tarihçilerinin bu konudaki görüşleri için bkz. Kafesoğlu, İ., Eski Türk Dini, İstanbul, 1973, s. 30 vd; Güngör, Erol, Tarihte Türkler, İstanbul, 1999, s. 65, 66; Ögel, B. Türk Mitolojisi, Ankara, 1997, I, s. 100; Arsal, S. M., Türk Tarihi ve Hukuk, İstanbul, 1974, s. 52, Yıldız, H. D., İslâmiyet ve Türkler, İstanbul, 1976, s. 36, 37, Köseoğlu, N., Türk Dünyası Tarihi ve Türk Medeniyeti Üzerine Düşünceler, İstanbul, 1990, s. 44; Dânişmend, İ. H., Türk Irkı Neden Müslüman Oldu? Konya, 1978, s. 67; Sevinç, N., Türklerin İslâmiyete Geçişini Kolaylaştıran Sebebler, TDA. Dergisi, İstanbul, 1980, no: I, s. 5 vd., Togan, Z. V., Kuran ve Türkler, İstanbul, 1971, s. 17, Öztuna, Y., Büyük Türkiye Tarihi, İstanbul, 1997, I, s. 139, Çubukcu, A., Türk İslâm Kültürü Üzerine Araştırmalar ve Görüşler, Ankara, 1987, s. 12; Turan, O., Türk Cihan Hakimiyeti Mefkûresi Tarihi, İstanbul, 1969, I, s. 139 vd.
[2] Kitapçı, Z., Orta Asya’da İslâmiyet’in Yayılışı ve Türkler, Talas Nazariyesinin Çöküşü, Konya, 1998.
[3] Bu konudaki büyük münakaşalar için bkz. Tartışılan Değerler Açısından Türkiye (Bildiriler), Ankara, 1996, s. 179.
[4] Geniş bilgi için bkz. Kitapçı, Z., Saadet Asrında Türkler İlk Türk Sahabe Tabiî ve Tebea Tabiîleri, Konya, 1997, s. 46 vd.
[5] Hamidullah, M., Mecmau’l-Vesâik es-Siyâsiyye, Beyrut, 1969.
[6] Eberhard, W., Çin Tarihi, Ankara, 1974, s. 204, Hamidullah M., Çin İle İlk Devir Müslüman Ülkelerinin Temasları, İÜ., İTED., İstanbul, 1975, sy, 1-2, sf. 142.
[7] İzmirli, İ. H., Hz. Peygamber ve Türkler, II. Türk Tarih Kurumu Kongresi, İstanbul, 1943, s. 1013-1044.
[8] Kitapçı, Z., Orta Asya’da İslâmiyet, s. 186.
[9] Et-Taberi, Tarihu’l-Umam ve’l-Mulûk, IV, s. 167, Krş. Kitapçı, Z., The First Challange of the Turks Against the Arabs, T. D., İstanbul, no: XXXII, s. 896 vd.
[10] Hitti, P. K., The Arabs, Chicago, 1962, s. 80.
[11] Narşahi, Tarih-u Buhara, s. 73.
[12] Et-Taberi, VI, s. 521, Kitapçı, Z., et-Türk fi Müellefât el-Cahız, Beyrut, 1972, s. 71.
[13] Gibb, H.A.R., Orta Asya’da Arap Fütuhatı, Çev. M. Hakkı, İstanbul, 1930, s. 48, Ayrıca krş. Rasony L., Tarihte Türklük, Ankara, 1971, s. 199, Lewis, B., The Arabs in History, London, 1964, s. 76, Muir, S. W., The Caliphate, its Rise Dicline and Fall, Beyrut, 1963, s. 377.
[14] Es-Suyûti, Tarihu’l-Hulefâ, Mısır, 1952, s. 228, el-Mesûdi, Müruc ez-Zeheb, III, s. 183.
[15] Barthold, W., İslâm Medeniyeti Tarihi, nşr. F. Köprülü, Ankara, 1963, (İzahlar), s. 107.
[16] Kitapçı, Z., İlk Müslüman Türk Hükümdar ve Hakanları, Konya, 1996, s. 107.
[17] Shaban, M. A., The Abbasid Revolution, s. 110, krş. Barthold, W., Türkistan, s. 245.
[18] Geniş bilgi için bkz. Kitapçı, Z., Orta Asya’da İslâmiyet, s. 307 vd.
[19] Et-Taberi, VII, s. 56, el-Belâzuri, Futuhu’l-Buldan, s. 625, İbnü’l-Esir, el-Kâmil fi’t-Tarih, V, s. 148, 154.
[20] Et-Taberi, VII, s. 56, el-Belâzuri, Futuhu’l-Buldan, s. 625, İbnü’l-Esir, el-Kâmil fi’t-Tarih, V, s. 148, 154.
[21] Yusuf, S. M., İslamic Studies in Islamic History and Culture, Lahore, 1970, p. 67.
[22] Es-Seâlibi, Letâifü’l-Meârif, Mısır, 1960, s. 20.
[23] El-Ya’kûbî, Tarih, II, s. 465 vd., Krş. Kitapçı, Z., et-Türk fi müellefât, el-Câhız, s. III.
[24] El-Ya’kubî, II, s. 436.
[25] Barthold, W., Orta Asya Türk Tarihi, s. 94.
[26] Barthold, W., Türkistan, s. 323, Krş. Shaw, Stanford, J., History of the Ottoman Empire and Modern Turkey, Cambridge, 1976, I, s. 153, “Sufizm Whichad Converted Most of the Turkish Nomad to Islam in Central Asia. ”
[27] Kitapçı, Z., Mukaddes Çevreler ve Eski Hilâfet Ülkelerinde Türk Hâtunları, Konya, 1995, s. 61.
[28] El-Belâzurî, Fütühu’l-Büldan, s. 606, Krş. Yusuf, S. M., Studies’in Islamic History and Culture, s. 63.
[29] Es-Suyuti, Tarihu’l-Hulefa, s. 306.
[30] El-Belâzuri, s. 606.
[31] Büchnen, V. F., Sâmânîler, İA., X, s. 140.
[32] Nizamü’l-Mülk Siyâsetnâme, Ankara, 1990, s. 134-135.
[33] Barthold, W., Orta Asya, s. 79.
[34] Karahanlılar hakkında bilgi için bkz, Pritsak, O., Karahanlılar, İA., II, s. 251 vd. Genç, R., Karahanlı Devlet Teşkilâtı, İstanbul, 1981; Buğra, M. Emin, Şarki Türkistan Tarihi, Ankara, 1987, s. 177.
[35] Kitapçı, Z., Türk Boyları Arasında İslâm Hidâyet Fırtınası, s. 198.
[36] İbnü’l-Esir, IX, s. 82.
[37] Tezkere hakkında geniş bilgi için bkz. el-Karşi, Mülâkat es-Sürah, s. 130 vd, Gerenard, M. F., la Legend de Saltuk Buğra Han, Journal Asiatıge, Paris, 1900, XV; Turan, O., Satuk Buğra Han Destanı, Ülkü Dergisi, sy. 74-79-80, 82, 88, Arnold, T. W., The Preaching of İslam, s. 218; Banarlı, N. S., Türk Edebiyatı Tarihi, İstanbul, 1971, I, s. 266, Turan, O., Selçuklular ve İslâmiyet, İstanbul, 1971, s. 147, 187.
[38] İbnü’l-Esir, VIII, s. 532, İbn Imad el-Hanbeli, Şezerat, II, s. 379, 418, İbnü’l-Cevzi, el-Muntazam, VI, s. 395; Cevdet Paşa, Kısas-ı Enbiya, III, s. 136, İbnü’l-Verdi, Tetimme el-Muhtasar fî Ahbal i’l-Beşer, Beyrut, 1970, I, s. 430.
[39] Barthold, W., Orta Asya, s. 114.
[40] El-Kaşgarî, Divanü’l-Lugat it-Türk, İstanbul, 1333, s. 292.
[41] El-Kaşgari, s. 2.
[42] El-Makdisi, Ahsenü’t-Tekâsim, s. 260.