Türkü; önceleri Türk kelimesinin “î” âidiyet ekini alarak “Türkî” şeklinde telaffuz edilmesinden sonra, bu söz zaman içinde lisânımızın söyleyiş güzelliğine uymuş, “i” harfinin küçük ünlü uyumunca hançerimizde biçimlenip yuvarlaklaşarak “ü” hâline gelmesiyle Türkiye Türkçesinde “Türkü” şeklinde telaffuz edilmiş ve dilimizi mesken tutmuş olan turkuaz bir sevdâ nefesidir.
Muhtelif Türk boylarında farklı kelimelerle adlandırılmış olan türkülerimize; Âzeri Türkleri, “mahnı”; Özbekler, “türki, halk koşigi”; Kazaklar, “türik, “türkî, halık âni”; Kırgızlar, “eldik ır”; Türkmenler, “aydım”; Tatarlar, “halk cırı, beyit”; Başkurtlar, “halk yırı”; Uygur Türkleri de “koşak, nahşa, koça nahşisi” demektedir. Türkülerimiz, Adriyatik’ten Çin Seddine Türk Dünyası’nın dört bir yanını gül bahçelerine çeviren bize âit nağmelerin en içli gülümsemesidir.
Türkülerimiz; halkın sanat gücünü, mûsikî yeteneğini, hikmet sırrının irfânî özelliklerini ve edebî güzelliklerini yansıtmakta olup, türkü adını alan ilk manzûmeye XV. asır başlarında Horasan’da rastlandığı ve Anadolu’daki ilk türkü örneklerinin ise XVI. yüzyılda kayıt altına alındığı ifâde edilen Türk milletinin en eski nazım biçimlerinden birisidir.
Türkülerimiz; Türk adından doğduğu ve “Türk’e âit, Türk’e has” anlamına geldiği için bize münhasır olan sözleriyle, muhteşem ezgileriyle insanımızı yüreğinden yakalayan ve halkımızın ruh dünyasında coşkun ırmaklar gibi çağlayan bu aziz ve asil milletin gönül sesidir.
Türkülerimiz; bizleri Türkçenin müstesnâ güzellikleriyle buluşturan, tertemiz bir kaynaktan çıkan berrak pınarlar misâli muazzam bir ritim, mükemmel bir âhenk, müstesnâ makamları ve havalarıyla kalplere akan, “İsrâfil’in Sûru gibi heybetli bir dille” hissiyâtımızı kıyâma durduran, bizleri dînî değerlerimizle, millî kimliğimizle, medenî birikimimizle, irfanî geleneğimizle, insânî hasletlerimizle ve edebî kıymetlerimizle buluşturan hudutsuz bir kültür hazînesidir.
Türkülerimiz, insanımızın ses ve söz dehâsını ortaya koyan; büyük zaferler, zorlu seferler, bin bir acı ve gözyaşıyla harmanlanmış hâdiseler ve hicretlerle târihî serencâmımızı yüreğinde saklayan; doğumdan ölüme sayısız duygu, düşünce, sezgi ve hükümleri ince, zarif ve lâlif tasvirlerle, sımsıcak ifâdelerle ve “ana sütü gibi ak, ana sütü gibi helâl” kelimelerle anlatan millî hâfıza merkezidir.
Türkülerimiz; kader birliğimizi, müşterek acı ve sevinçlerimizi, toplumu millet hâline getiren değerler manzûmesi olan ve millî kültür temeline oturan âidiyet duygumuzu ve mensûbiyet şuurumuzu tarihin derinliklerinden alıp dize dize, ezgi ezgi geleceğe taşıyan kültür köprülerimizin temel taşlarından birisi ve millî kimliğimizin en güzel göstergesidir.
Nevzat Kösoğlu’nun “Türk’ü, türkülerle tanırız” dediği, “Birlikte türkü söyleyebildiklerimiz benim milliyetimdendir” hükmünü ifâde ettiği ve Muzaffer Sarısözen’in “Millî birlik ve berâberliğimiz bağlamanın telleri arasında gizlidir” hükmünü dile getirdiği türkülerimiz; Ahmet Hamdi Tanpınar’ın tanımlamasıyla “Türk insanının yazılmayan romanıdır.”
Türk kültürünün ve tarihinin mirası, hem ferdî, hem de içtimâî bakımdan hayâtımızın aynası, ruhumuzun mayası, sözün ve nağmenin hası olan türkülerimiz; daha doğmamışlarla yaşayanların ve Âhiret Yurdu’na göçenlerin gönüllerini aynı sevdâ sofrasında buluşturan, medeniyet kültürümüzün genetik kodlarını içinde saklayan ve “Biz bu türkülerin milletiyiz” târifinde ifâdesini bulan Türklük fermânıdır.
Türkülerimiz; hayâllerimizi, ideâllerimizi, duygu ve düşüncelerimizi, gelenek ve göreneklerimizi dile getiren; hayâtı algılayış ve değerlendiriş biçimimizi şekillendiren ve ‘gülzâr-ı vatan’ diye tesmiye ettiğimiz binlerce yıllık kültür ve edebiyat destânıdır.
Türkülerimiz; medeniyetimizden, harsî değerlerimizden, törelerimizden, tarihî müktesebâtımızdan, anlam ve kavram haritalarımızdan ve ecdadımızdan tevârüs ettiğimiz; ahlâk, erdem ve fazîleti; ihlâs, takvâ ve asâleti; tevâzu, tevekkül ve teslîmiyeti; vefâ, dostluk ve nezâketi; merhamet, şefkât ve zarâfeti; sabır, sadâkât ve samîmiyeti; sağduyu, kararlılık ve metâneti; diğerkâmlık, civanmertlik ve izzeti, yiğitlik, vakar ve cesâreti; aşk, sevdâ ve muhabbeti, ferâset, basiret ve mârifeti, vatan, bayrak ve devleti, … hâsılı bizi “biz” yapan kadim özelliklerimizi hikmet diliyle ve bağlamanın teliyle anlatan Türk kültürünün mücellâ aynasıdır.
Türkülerimiz; “Ağzımızda anamızın ak sütü” olan Türkçenin gönül imbiğinden şiir olarak süzülen, “akl-ı selîm, kalb-i selîm ve zevk-i selîm” gergefinde şekillenen, yüreklerde pişip notalarının âhengiyle zenginleşen bir nazım birimidir. Türkülerimiz; herkesin anlayabileceği sâde bir dille, tabii bir söyleyişle ve hece ölçüsüyle seslendirilen, insanımızın müşterek hâfızasındaki soylu düşünceler ve turkuaz duygularla hemhâl olduktan sonra yılların sinesinde demlenen, ağızdan ağıza, kulaktan kulağa, kuşaktan kuşağa aktarılarak ve bâzı değişikliklere uğrayarak sözlü gelenekle günümüze kadar gelen, bu sebeple çoğunlukla ilk söyleyeni, yazanı, türkü yakanı, çığıranı belli olsa da zamanla unutularak anonimleşen, genellikle saz / bağlama eşliğinde ezgili bir biçimde terennüm edilen ses, söz ve nağme güzellikleriyle gönül tellerimizi titreten ve hikmet sırrını kendi içinde gizleyen manzum eserlerdir.
Türk milletinin ismiyle müsemmâ olan, şiirle nağmeyi buluşturan ve “hayatın sürekliliği içinde bir yığın değişmeye rağmen dâimî kalan aslî yanımızı ifâde eden” türkülerimiz, insanımızın yaşadığı her türlü hâdiseyi ve bu olayların millet vicdanındaki yansımalarını “mine’l-mihrâb ile’l-bâb” tecessüm ettirerek dile getirdiği gibi; yürek devletimizin hissiyâtını kıyâma durdurur. Türkülerimiz; insanımızın ve halkımızın her hâlini, derdini, çilesini, sevincini, hüznünü, melâlini, kederini, ıstırâbını, ayrılıklarını, kavuşmalarını, hastalıklarını, beşerî ve İlâhî aşklarını, sevdâlarını, dînî ve millî duygularını dile getirir. Türkülerimiz; Türk milletinin kahramanlıklarını, tarihî zaferlerini, bozgunlarını, bir vatan parçasının elden çıkmasını, felâketlerini, tabii âfetlerini terennüm etmenin yanında; insanımızın yokluklarını, yoksulluklarını, kadere boyun eğmelerini, zulme ve haksızlığa isyanlarını, vefâsızlığa sitemini, feleğe kahrını, ümitlerini, endişelerini, dünyaya eyvallah etmeyen tavırlarını, ölümü, hasreti, gurbeti, sılayı, hayâtı, âhireti, cânı, cânânı, … hülâsa her türlü beşerî duygusunu ve düşüncesini kalplere dokunan bir hissiyatla, vurgulu bir söyleyişle, içli bir anlatımla, hüzünlü ifâdelerle, yanık ezgilerle ve lirik nağmelerle terennüm eden edebî hayatımızın turkuaz tuğralarıdır.
İnsanımızın yürek sızısını hisli sözler, garâmî ifâdeler ve dokunaklı ezgilerle dile getiren, bir yürek yangınında sonra ortaya çıkan, bâzen tasavvûfî bir neşveyle, bâzen beşerî bir sevgiyle, bâzen tahassür dolu muhabbetle, bâzen hüzün ve efkâr yüklü ilhamlarla ve bâzen de sevinç ve coşku nağmeleriyle her hâlimize tercüman olan türkülerimizde neler anlatılmaz ki… Kimi zaman; “Seher vakti çaldım yârin kapısını / Baktım yârin kapıları sürmeli / Boş bulmadım otağının yapısını / Çıka geldi bir gözleri sürmeli” türküsündeki esrarlı hikmetleri, “Al almanın beşini / Topla eteğin peşini / Yalınız yatamam ben / Verin benim eşimi” deyişinin derûnda yatan mânâ derinliği, “Ayrılık hasretlik kâr etti câna / Seher yeli Sultanımdan ne haber / Selâmım tebliğ et kutb-i cihâna / Seher yeli sevdiğimden ne haber”dizelerindeki sûfî muhabbete, hâl dilinin âşinası insân-ı kâmillerin kelimelerin yüreğindeki sırları açıklamasıyla nigehbân oluruz.
Aşk ateşinde yandığımız, sevdâ kirmenine dolandığımız, hayâliyle heyecanlandığımız, devamlı ismini andığımız sevgilimiz ve kalbimizden geçse de kelimeler dökemediğimiz melül mahzun duygularımız kimi zaman türkülerimizin; “Garip bir kuştu gönlü / Elimden uçtu gönlüm / Saçının tellerine / Takıldı düştü gönlüm” nağmelerinde, kimi zaman “Bugün ben bir güzel gördüm / Bakar Cennet sarayından / Kamaştı gözümün nûru / Onun hüsn-i cemâlinden” sözlerinde, kimi zaman “Ervâh-ı ezelden Levh-i Kalemde / Beni bir vefâsız yâre yazmışlar / Herkes dosta yazar arz-ı hâlini / Benimkini ürüzgâra yazmışlar” ezgisinde, kimi zaman “Gönül gel seninle muhabbet edelim / Araya kimseyi alma ha gönül / Ya benim kimim var, kime yalvaram / Kaldır gönlündeki karayı gönül” ifâdesinde ve kimi zaman da “Yenice yolları bükülür, gider / Zülüf ak gerdana dökülür, gider / Yiğidin sevdiği güzel olursa / Bir ömür ardından sökülür gider” dizelerinde dile gelir ve bir günlük değil bir ömürlük sevdâları anlatır.
Özümüz, sözümüz, tadımız, tuzumuz, yürek sızımız, gönül sazımız, hasretlerimiz, hasletlerimiz türkülerimizde dile gelir. Türkülerimiz kimi zaman; “Şu mübarek günde küsmek olur mu / Uzat ellerini bayramlaşalım / Tanrı selamını kesmek olur mu / Uzat ellerini bayramlaşalım” derken bayramın kültürümüzdeki yerini ve bayramın barışma, küslükleri hitama erdirme ve sevgileri çoğaltma günleri olduğunu kendi lisanıyla dile getirirken, kimi zaman “Gurbeti mesken mi tuttun / Gittin, beni de unuttun / Yoksa başka yâr mı buldun / Bir selâm gönder bâri / Bayramdan bayrama” diyerek vefâsız yâre sitemlerini gönderir, kimi zaman da “Bugün bayram günü derler âlem eğlenir / Sen bizim yaylaya gel başın için / Dertliler oturmuş, derdin söyleşir / Etme intizârın gül başın için” diyerek “seher bülbülü” gibi âh-ı efgân eder.
İnsanımızın duygularını ezgilere yaslarken gönül diliyle seslendiği, ses ve söz bayrağımız olan türkülerimizde kimi zaman; “Göç göç oldu göçler yola dizildi / Uyku geldi elâ gözden süzüldü / Şimdi bildim elim yârden üzüldü / Ağam nerden aşar yolu yaylanın” uzun havasıyla hâlini arz-ı hâl ederken, kimi zaman “Gayrı dayanamam ben bu hasrete /Ya beni de götür ya sen de gitme / Ateşin aşkına canım yakma çıramı / Ya beni de götür ya sen de gitme” feryâdıyla düşüncesini terennüm eder, kimi zaman da “Tutam yâr elinden tutam / Çıkam dağlara dağlara / Olam bir yâreli ceylan / İnem bağlara bağlara” türküsüyle hayâllerini dile getirir. Kimi zaman “Gesi bağlarında dolanır”, kimi zaman “İnce giyerim ince” der, kimi zaman “Kara tren gecikir belki hiç gelmez” türküsünü terennüm eder, kimi zaman da türkülerimiz “Cevizin yaprağı dal arasında / Güzeli severler bağ arasında bağ arasında / Üç beş güzel bir araya gelmişler / Benim sevdiceğim yok arasında” diyerek, ya da “Şu dağları delmeli / Un edip elemeli / İçerim kan ağlıyor / Yârimi görmeyeli” nağmeleriyle yahut “Ela gözlüm ben bu elden gidersem / Zülfü perişanım çöz melul melul / Kerem et gönülden çıkarma beni / Ağla gözyaşını sil melul melul” dizeleriyle sevgilisine duyduğu hasreti ve aşkı çok yalın, samîmi ve sımsıcak ifâdelerle anlatır.
En mahrem duygularımızı emânet ettiğimiz türkülerimiz kimi zaman; “Hanaylar yaptırdım döşetemedim / Çifte kumruları eş edemedim / Zalım felek ile baş edemedim / Konma bülbül konma çeşme başına / Şu gençlikte neler geldi başıma” der, kimi zaman “Şu karşı yaylada göç katar katar / Bir güzel sevdâsı serimde tüter / Bu ayrılık bize ölümden beter / Geçti dost kervanı eyleme beni / Şu benim sevdiğim başta oturur / Bir güzelin derdi beni bitirir /Bu ayrılık bize ölüm getirir / Geçti dost kervanı eyleme beni” diye Mecnûn olup yollara düşer, kimi zaman “Yüce dağ başında yağan kar idim / Yağdı yağmur, güneş vurdu eridim / Evvel yârin sevgilisi ben idim / Şimdi uzaklardan bakan ben oldum” diye kendini kahreder, kimi zaman “Sarardım ben sarardım / Senin için sarardım / Baş yastıkta göz yolda / Her geçene sorardım / Al dağlar yeşil dağlar / Gurbette yârim ağlar” diye inler, kimi zaman “Tanburam rebâb oldu / Ciğerim kebâb oldu / İstedim vermediler / Bir zâlim sebep oldu” diyerek hâlini arz eder, kimi zaman “Nazlı yârden bana bir haber geldi / Eğer doğruyusa büktü belimi / Dediler ki yârin yâd eller almış / Kadir Mevlâm nasip eyle ölümü / Seher yıldızı, ayırdı bizi / Perişân eyledi dost ikimizi” diyerek içini döker, kimi zaman “Hangi bağın bağbanısan gülüsen / Aldın aklım, ettin beni deli sen / Kırk yıl geçse gene benim yârimsen / İsterem ki bir gün evvel gelesen amman / Öldüm, bittim, eridim, kül oldum amman / O senin aşkın elinden bayıldım amman / Sesin aldım, yüzünü de gördüm, ayıldım amman” nağmeleriyle derdinin dermânını âşikâr eder, kimi zaman da “Gide gide bir söğüde dayandım / O söğüdün allarına boyandım / Ben o yâre dağlar kadar güvendim / Ölem ben ölem ben / Kurban olam ağzındaki dile ben” diyerek melâl burçlarını mesken tutar…
“Yurdumuzun tapusu” olan ve “her mısraını bin yılda yoğurduğumuz” türkülerimiz kimi zaman dağlarla sohbet eder ve “Başı duman pâre pâre / Yol ver dağlar yol ver bana / Gönlüm gitmek ister yâre / Yol ver dağlar yol ver bana / Karlı dağlardan aşmadım / Ben o yâre hiç küsmedim /Daha ümidim kesmedim / Yol ver dağlar yol ver bana” diyerek yüce dağlardan yardım ister,kimi zaman “Dağlar dağımdır benim / Gam ortağımdır benim / Çok söyletmen ağlarım / Yaman çağımdır benim / Oy dağlar, dağlar, dağlar / Başı dumanlı dağlar / Göğsü çimenli dağlar / Yol verin yâre gidem / Dinsiz, îmansız dağlar” nidâsıyla dağlara seslenir,
Türkülerle kimi zaman insanımız; tarih boyunca sadâkat, vakar, sevgi, barış, umut ve mutluluk sembolü olan, gökyüzünün özgürlük sevdâlıları olarak tanınan, kültürümüzde kutsal sayılan ve duygu aktarımında bir sembol olarak kullanılan turnalara hâlini arz etmiş; “Yüce dağ başından uçan turnalar / Var mı sizin vatanınız eliniz / Bir selam var, göndereyim yârime / Bizim köye uğrar ise yolunuz” diyerek yâre göndereceği selâmı turnalarla yollamış; kimi zaman “Allı turnam bizim ele varırsan / Şeker söyle, kaymak söyle bal söyle / Eğer bizi suvâl eden olursa / Boynu bükük, benzi soluk yâr söyle” diyerek derdini turnalarla paylaşmış, kimi zaman “Bir çift turna gördüm durur dallarda / Seversen Mevlâyı kalma yolarda / Sizi bekleyen var bizim ellerde / Bizim ele doğru gidin turnalar / Fazla gitmen bizim köye varınca / Selâm söylen eşe dosta sorunca / Sağ selâmet menzîline varınca / Benden yâre selam söylen turnalar” diyerek kendisinden aldığı haberi ve selâmını yâre götürmesini istemiş; kimi zaman “Turnam nerden gelirsin, aslı Maraş’tan / Kanadın ıslanmış yağmurdan, yaştan / Sen hiç korkmaz mısın alıcı kuştan” derken, kimi zaman “Telli turnam selâm götür / Sevgilimin diyarına / Üzülmesin ağlamasın / Belki gelirim yarına” diyerek sevgilisinin umut kandillerini söndürmemeye çalışmış; kimi zaman; “Telli turnam sökün gelir / İnci, mercan yükün gelir / Elvan elvan kokun gelir / Yâr oturmuş yele karşı” dizeleriyle yâr hasretini turnalarla paylaşmış; kimi zaman “Allı turnam, ne gezersin havada / Devrildi arabam, kaldım burada / Gülüm gülüm, kırıldı kolum / Tutmuyor elim, turnalar hey” diye hâlini turnalar anlatmış, kimi zaman; “Havalanma telli turnam / Uçup gitme yele karşı / Zülüflerin tel tel olmuş / Döküp gitme ele karşı” diyerek turnaları yavuklusunun yerine koymuş; kimi zaman “Yemen ellerinden beri gelirken / Turnalar Ali’mi görmediniz mi / Hava üzerinde semah ederken / Turnalar Ali’mi görmediniz mi” demiş, kimi zaman da “Aman turnam aman Ali misin sen / Yoksa Hacı Bektaş Velî misin sen / Ali sevilmez mi, deli misin sen” diyerek Hazreti Ali (k.v.) Efendimizi turnayla simgeleştirmiştir.
İrfânî lisanımızın önemli unsurlarından birisini olan, hâlimizi gönül dilimizle irşâd etmek için hikmetli sözlerle çok önemli tavsiye ve tembihlerde bulunan türkülerimizin derûnî mânâlarını düşündüğümüzde bizlere çok önemli îkazlar yaptığını, iksirli nağmelerle bizleri kemâlât ufkuna doğru götürdüğünü ve bir cümleyle bizi bizden aldığını idrâk ederiz. “Azrâil serime çöktüğü zaman / Kırılır kanadım kol yavaş yavaş / Mevlâm nasip etsin din ile îman / Akar gözlerimden sel yavaş yavaş / Yüksek uçan gönül yorulur bir gün / Nizam terâzisi kurulur bir gün / Herkesin ettiği sorulur bir gün / Döner mi yâ Rabbi dil yavaş yavaş” türküsü bizlere ne de çok şeyler anlatmakta, “Her nefsin ölümü tadacağını” dile getirmekte ve Âdemoğluna Hesap Günü’nü de hatırlatmaktadır. “Daha senden gayri âşık mı yoktur /Nedir bu telâşın vay deli gönül / Hele düşün devr-i Âdem’den beri / Neler gelmiş geçmiş say deli gönül / Günde bir yol duman çöker serime / Elim ermez gidem kisb u kârıma / Kendi bildiğine doğrudur deme / Var iki kâmile sor deli gönül / Gördüm iki kişi mezar eşiyor / Gam gasavet gelmiş, boydan aşıyor / Çok yaşayan yüze kadar yaşıyor /Gel de bu rüyâyı yor deli gönül / Mevlâm kanat vermiş uçamıyorsun / Bu nefsin elinden kaçamıyorsun / Ruhsâtî dünyadan geçemiyorsun / Topraklar başına vay deli gönül” türküsünü dinlediğinizde; nefsin arzusunun fânî dünya olmasına rağmen, mecbûrî istikametin kabristan ve Âlem-i Bekâ olduğunu, “Bir ağaç gölgesinde dinlenip giden yolcu misâli” Âlem-i Fenâ’da ebediyen değil, belli bir müddet kalacağımızı idrâk eder, kulluk mükellefiyetimizi, mezarı ve Mahşer’i tepeden tırnağa hatırlarız.
Türkülerimiz; “Uzun ince bir yoldayım / Gidiyorum gündüz gece / Bilmiyorum ne hâldeyim / Gidiyorum gündüz gece” dizeleriyle “İki kapılı bir han” olan dünya hayatını anlatır, kimi zaman “Dost dost diye nicesine sarıldım / Benim sâdık yârim kara topraktır / Beyhude dolandım boşa yoruldum / Benim sâdık yârim kara topraktır” derken, âkıbetin mevt olduğunu dile getirir, kimi zaman; “Can ellerinden gelmişem / Fânî mekânı neylerem / Ol mülke meylim salmışam / Ben bu cihanı neylerem” dizeleriyle Bâkî Âlem olan Âhiret Yurdu’na muhabbetini terennüm eder, kimi zaman da “Kurey suyu yan gider / Açma yarem kan gider / Buna tabib neylesin / Ecel gelmiş can gider” diyerek yaşanmış bir hikâyeyi yanık ezgilerle anlatır. “Gökler yüksek toprak derin / Rüzgâr eser serin serin / Senin olsun çiçeklerin / Hızlı hızlı giden yolcu / Bu mezarda bir garip var / Bak taşına acı acı / Bu mezarda bir garip var”türküsü gibi, “Bana ne yazdan bahardan / Bana ne borandan kardan / Aşağıdan yukarıdan / Yolun sonu görünüyor / Bu dünyanın direği yok / Merhameti yüreği yok / Kılavuzun gereği yok / Yolun sonu görünüyor / Geçtim dünya üzerinden / Ömür bir nefes derinden / Bak feleğin çemberinden / Yolun sonu görünüyor / Azrâil’im gelir kendi / Ne ağa der ne efendi / Sayılı günler tükendi / Yolun sonu görünüyor” türküsü de bizleri aynı duygu ve düşüncelere götürmez mi? “Bir insan ömrünü neye vermeli / Savrulup gidiyor ömür dediğin / Yolda kalan da bir yürüyen de bir / Savrulup gidiyor ömür dediğin”türküsünün yüreğindeki mânâyı şuur plânında idrak edenler “Gün Akşama Yaslanmadan” akıllarını başlarına almazlar mı, ömür sermâyelerini beyhude işlere harcarlar mı, yoksa hesap gününe kendini hazırlamak için çalışmazlar mı, ne dersiniz?
Dr. Mehmet GÜNEŞ
(Devam edecek)