Hayatın aynası olan türkülerimiz; insanımızın yaşadığı sıkıntıları, çektiği acıları, çâresizlikleri, sıla hasretini, gurbetin çekilmez derdini, memleket ahvâlini, fakir fukaranın perişan hâlini, sosyal meselelere âit görüşlerini, yiğitliği mertliği, alçak gönüllüğü, doğruluğu-dürüstlüğü, dostluğu-arkadaşlığı, birliği-beraberliği, kardeşliği, barışı-muhabbeti, aşkı-sevdâyı, saygıyı-müsâmahayı, adâleti-izzeti, hayâl kırıklıklarını, emperyalistlere kinini, insân haklarını, milletimizin hasletlerini ve hayatı bir çırpıda özetleyen düşüncelerini en latif nağmelerle, çok anlamlı dizelerle ve çok etkileyici edebî bir lisanla dile getirmiştir.
Bütün bu konuları bestelediği türkülere nakış nakış işleyen, çok zarif bir biçimde sazıyla ve sözüyle terennüm eden ve insanımızın duygularını kendine özgü ezgileriyle “Bağlama denilen üç tel bir tahta”ya[1] söyleten Maraş’ın en ünlü halk ozanı Âşık Mahzûnî Şerif’tir. Kahramanmaraş’ın Afşin İlçesi’nin Berçenek (şimdiki adı Tarlacık) Köyü’nde dünyaya gelen[2] 17 Mayıs 2002’de vefât eden ve asıl adı Şerif Cırık olan Âşık Mahzûnî Şerif, nesilden nesile aktarılacak olan türküler yakan, ezgileri ve dizeleriyle yüreklere dokunan ve yıllar yılı dilden dile dolaşan unutulmaz pek çok türkü bestelemiştir.
“Bir milletin türkülerini yapanlar, o memleketin kanunlarını yapanlardan daha güçlüdür” diyen bir düşüncenin müntesibi olan halk ozanları; mazlumların kısılmayan Dâvûdî sesi, zifiri karanlıklarda bile gerçekleri gören gönül gözü, zulme karşı çıkan mertlik eli, Hakk’ı savunan dili ve sazın tellerinden yayılıp yüreklere dokunan ezgilerin sâhibi olan milletimizin bağrına bastığı çok özel ve yiğit insanlardır. “Sermâyem derdimdir servetim âhım” diyen ve çok güçlü bir ozan olan Âşık Mahzûnî Şerif’in toplumun her kesimi tarafından sevilmesini sağlayan ve kendisine haklı bir şöhret kazandıran türküleri gerek edebî değer bakımından, gerekse nağme güzellikleri ve çeşitliliği açısından, gerekse de âşık edebiyatı yönünden çok önemli bir yere sâhip olup, türkülerinin birçoğu TRT repertuarında yer almıştır. O, “Üç kapının ikisinden şâir çıkan”[3] Maraş / Afşin / Elbistan toprağında yetişmiş, haksızlığa, zulme isyan etmiş, gönül dilimizin tercümanı olmuş, bozuk düzenin adâletsizliğini haykırmış, sözünü zulüm düzeninde dudaktan, gözünü daldan budaktan sakınmamış olan yiğit bir adamdı. Mahzûnî Şerif kendisini şöyle târif etmiştir:
“Beni merak edip şüphe duyanlar
Kendin’ bilmezlerin telaşıyım ben
Aslım Horasan’dan, toprağım Afşin
Elbistan düzünün bir taşıyım
Bir gün aşıkların kara gününde,
Ah çekip dolaştım sevda çölünde
Kur’ân da okudum mürşit önünde
Saz çalıp söyleyen Bektaşiyim ben”[4]
Mahzûnî Şerif’in türküleri; kimi zaman coşkulu nağmeleriyle gümrah ırmaklar gibi gönülden gönüle taşıp çağlamakta, kimi zaman dumanlı dağların ardındaki gurbet ellerde garip kalanlar gibi âh u zâr edip ağlamakta, kimi zaman her bir mısraıyla Anadolu insanının yaşadığı acıları ve dertleri terennüm edip yürekleri dağlamakta, kimi zaman da sevdâ gergefinde dokuduğu içli dizeler ve dokunaklı ezgilerle âşıkların hâl-i pür melâlinin ve kalplerden geçen duyguların anlaşılmasını sağlamaktadır. Mızrâbı tellere değdirince yüreklerimize de dokunan Mahzûnî Şerif’in türküleri bâzen;
“Bana yücelerden seyreden dilber
Siyah kirpiklerin ok mu cânânım
İnsaf et yüzünü yüzüme dönder
Istırâbın sonu yok mu cânânım
Gönül sevdi benim günahım nedir
Yandım hasretine bunca senedir
Mecnun’um derdinden derdim fenadır
Izdırâbın sonu yok mu cananım”[5]
diye sitem eder, bâzen “kağıda yazılamayan aşk”ın hudutsuz ummânından seslenir ve;
“Kanadım değdi sevdâya
Kondum kondum uçamadım
Aşk şarabın doya doya
Yandım yandım içemedim
Oy tabip şu yarayı sar sarabilir isen
Sevda ateşten bir kale var varabilir isen
İçmişem sarhoşum dünden
Bayram ederim bugünden
Âşıkların köprüsünden
Döndüm döndüm geçemedim”[6]
der, bâzen gariplerin “gamlı yaslı gönüllerini”;
“Kara gözlüm karlar yağdı başıma
Gözlerimden akan yaşlar sel oldu
Yüzlerimde şubat ayı esiyor
Gülmeyeli nice nice yıl oldu
Banadır feleğin mihneti kastı
Ömür bülbül imiş öttü de sustu
Yıllar sonra gördüm zalım bir dostu
Ezelden el idi gene el oldu”[7]
diye âh eder, bâzen;
“Tükenmek bilmiyor kara günlerim
Gel buna bir çare bul Leylâ Leylâ
Düştüm hasretine yanar inlerim
Susadım bir yudum su Leylâ Leylâ
Acımazsan böyle yalnız kalırım
Eğer ister isen kurban olurum
Kefenim bulunmaz belki ölürüm
Gözün yaşı ile yu Leylâ Leylâ”[8]
diye gönlündeki duyguları saza ve söze dökerek inler, bâzen “Yaprak gazel olmuş durmuyor dalda” dizesinin sırrıyla hemhâl olan ve kökü çok derinlerde bulunan ayrılık ve gurbet derdini;
“İşte gidiyorum çeşm-i siyahım
Önümüzde dağlar sıralansa da
Sermayem derdimdir servetim ahım
Karardıkça bahtım karalansa da
Haydi dolaşalım yüce dağlarda
Dost beni bıraktı ah ile zarda
Ötmek istiyorum viran bağlarda
Ayağıma Cennet kiralansa da”[9]
diye hasret yanığı duygular, çok içli dizeler ve estetik ezgilerle terennüm eder, bâzen “Başı pâre pâre dumanlı dağlar”la dertleşirken;
“Karlı dağlar kara bulut içinde
Yaylası hüzünlü yöresi bir hoş
Sevdalı yolcular umut içinde
Hayalın düğünü töresi bir hoş
Han sarhoş hancı sarhoş
Yolda yabancı sarhoş
El çek tabip kalbimden
İçimdeki sancı sarhoş”[10]
diyerek hâlini dile getirir, bâzen; doğduğu, çocukluk ve gençlik yıllarını geçirdiği köyüne / memleketine duyduğu özlemi Avusturalya / Melbourne’deyken yazıp besteler ve;
“Oy göresim geldi Berçenek seni
Dumanlı dumanlı oy bizim eller
Nasıl unuturum körpe yavrumu
Dumanlı dumanlı oy bizim eller
Oturup ağlasam delisin derler
Bizim elin yiğitleri bol olur
Çalar davulları dizgin dol’olur
Ölüm bizim için tozlu yol olur
Dumanlı dumanlı oy bizim eller
Oturup ağlasam delisin derler”[11]
diye ifâde eder ve vatan hasreti çeken yüreklerin dili olur, bâzen;
“Mevlâm gül diyerek iki göz vermiş
Bilmem ağlasam mı, ağlamasam mı
Dura dura bir sel oldum erenler
Bilmem çağlasam mı, çağlamasam mı
Yoksulun sırtından doyan doyana
Bunu gören yürek nasıl dayana
Yiğit muhtaç olmuş kuru soğana
Bilmem söylesem mi söylemesem mi”[12]
diye insanımızın düştüğü, düşürüldüğü ahvâli tasvîr eder, bâzen;
“Dokunma keyfine yalan dünyanın
İpini eline dolamış gider
Gözlerimin yaşı bana gizlidir
Dertliyi, dertsizi sulamış gider
Kimi hızlı gider uzun yol tutar
Kimi altın satar kimi pul yutar
Kimi soğan bulmaz kimi bal yutar
Kimi parmağını yalamış gider”[13]
diyerek Anadolu insanının fakirliğinin, çaresizliğinin ve kurşûnî hüzünlerinin dert ortağı olur, bâzen;
“Parsel parsel eylemişler dünyayı
Bir dikili taştan gayrı nem kaldı
Dost köyünden ayağımı kestiler
Bir akılsız baştan gayrı nem kaldı
Padişah değilem çıksam otursam
Saraylar kursam da asker yetirsem
Hediyem yoktur ki dosta götürsem
İki damla yaştan gayrı nem kaldı”[14]
diye hayıflanır, bâzen “uzun ince bir yol” da cûşâ gelir ve;
“Bugün ben Şâhımı gördüm
Bir elinde Zülfükâr var
Dâne dâne dükülüyor
Dillerinde kehribar var
Mahzûnî geçeyim dedim
Ecelden içeyim dedim
Dünyadan göçeyim dedim
Sevdiğimden intizar var”[15]
derken melül mahzun olur, bâzen de “iki kapılı bir han”da bir ezan ve salâ arasında yaşanan hayatta, gündelik telaşlar içindeki bin âh ile son eyvah arasında kalınacağını, “Küllü nefsin zâikatü’l-mevt.”[16] İlâhî hükmünce “Her nefsin ölümü mutlaka tadacağı”nı ve sayılı nefeslerden oluşan ömür sermâyemizin bir gün mutlaka hitama ereceğini;
“Eğer bana gel gel olsa Yüceden,
Çırpar kanadımı uçar giderim,
İsteğim yok gündüz ile geceden,
Ben bir Mahzûnî’yim naçar giderim”[17]
diyerek, yalan dünyanın en yalın gerçeğini de, mezar taşına hakkedilen bu mısrâlarla dile getirmiştir.
453 kırk beşlik ve 12 uzun çalar LP olmak üzere 465 plâğı ve bu plâkları da içine alan 70 albüm kaseti bulunan[18] ve besteleyip havalandırdığı türküler dört hâneli rakamlara yaklaşan Âşık Mahzûnî Şerif’in plâk ve kasetlere okuduğu türkülerden bâzıları şunlardır: “İnce ince bir kar yağar / Fakirlerin düzüne”, “Şikâyetim var Âşık Veysel’e / Yeniden dillenen âşıklar varmış”, “Daha anamdan doğmadan / Neden ben ihtiyar oldum”, “Bana yücelerden seyreden dilber / Siyah kirpiklerin ok mu cânânım”, “Berçenek’ten yaya geldim / Aman doktor bak bebeğe”, “Değme tabip sızılıyor yaralarım yaralarım / El değdikçe bozuluyor yaralarım yaralarım”, “Senin diplomana hiç benzemiyor / Değme doktor değme yaram başkadır”, “Hızlı hızlı giden yolcu / Bu mezarda bir garip var”, “Kara gözlüm nisan ayı gelince / Gene yolumuzda gurbet görünür”, “Kırma hatırımı gül yüzlüm benim / Gül olsan da gün gelir ki solarsın”, “Ben de bir insan oğluyum / Bırak beni konuşayım”, “Kâmil olan kalmaz naçar / Gam yeme gönül gam yeme”, “Ey erenler bir kamile danıştım / Er olana edep erkan hoşumuş”, “Ben cânandan ayrı gezdim ağlarım / Derdimi dökerim esen yellere”, “Sana hasret sana hayran gönlümüz / Sarı saçlım mavi gözlüm nerdesin”, “Sanki ömrüm bir bilmece / Bitmez tükenmez geceler”, “Uyan çoban uyan sürüde kurt var / Mor koyun yaralı kuzu perişan”, “Vardım gittim gurbet eli dolaştım / Gözümün yaşını durduramadım”, “Yaz baharım döndü kışa / Eller merhametsiz oldu”, “Benim de canımı Allah yarattı / Yaradan’ı inkâr etsem olmuyor”, “Yaşamaya geldim ben de dünyaya / Elimden kolumdan bağlama beni”, “Ulan yalan dünya senden usandım / Kimler gelip geçti mâzinde senin”, “Dünya dedikleri mezarlık imiş / Bilmem ki ne zaman güldürür beni”, “Kirvem bu yıl bu dağlarda / Sensiz yazın tadı m’olur”, “Bu yıl benim yeşil bağım kurudu / Dolu vurdu yaprakları çürüdü”, “Dünya bana ben dünyaya alıştım / Felek alışmadı huyuma benim”, “Boşuna aldandım dünya ben sana / Emmi, dayı, hısım, yar senin olsun”, “Bu ne biçim adalettir / Öldürecek zam fakiri”, “Bitsin artık dövüş kavga / Haydi haydi Türk milleti”, “Tanrım bana ömür vermiş boşu boşuna / Vücuduma bir can girmiş boşu boşuna”, “Medet Allah, yâ Muhammed, yâ Ali / Yusuf kuyusunda zindana düştüm”, “Gül yüzlü cânânım senin elinden / Gizli gizli yaşım dökülmektedir”, “Seyyah oldum pazar pazar dolaştım / Bir tüccara satamadım ben beni”, “Sana bir gün olsun gülmedi hayat / Kaderi berbat merdo, burası gurbet”, “Doğudan batıya bir ses yükselir / Yiğitler, yiğitler bizim yiğitler”, “Kader böyle imiş böyle yazılmış / Gidiyorum kara gözlüm ağlama”, “Kan döktürür silah satar / Amerika katil katil”, “Uzaktan yakından yuh çekme bana / Sana senin gibi baktım ise yuh”, “Dört yılda bir bizim köyden gideli / Söz verdi de Keyfo ağam gelmedi”, “Madem dünyaya dargınsın / Mamudo kurban niye doğdun”, “Gaşların arasından / Domdom kurşunu değdi”, “Muhammed gülüşlü Ali bakışlım / Afşin ellerinde Yemliha’m kaldı”, “Yolcu yolun düşer ise / Gel bizim Afşin eline”, “Berçenek’ten çıktım yayan / Dayan ey dizlerim dayan”, “Ne uzaktır şu Maraş’a / Benim köyüm dertli köyüm”, “Ceyhan suyu gibi bahar ayında / Niye dolu dolu akar gözlerin.”, “Yine bahar geldi nedir Yaradan / Bilmem neden yaprak açmaz güller oy”, …
Âşık Mahzûnî Şerif, “Sen bir Ağrı Dağı’sın Karakoç Baba, bense yanında küçük bir tepe” diye nitelediği ve “Üstat” dediği Abdurrahim Karakoç’a bir mektup yazmış ve mektubun sonuna da şu şiirini eklemiştir;
“Güzel Elbistan’ın eski arslanı
Yıllar böyle geldi geçti Karakoç
Bunca beddin günahkârın içinde
Felek gardaş beni seçti Karakoç
Siz bir bağda en kızarmış üzümken
Ben koruk’tum bütün bağlar bizimken
Türkmen’in güzeli iki gözümken
Obamız Nurhak’tan göçtü Karakoç
Bilirsin ki yok gönlümün dönesi
Kekik kokar Ketizmen’in sinesi
Tarih bin dokuz yüz elli senesi
Deli gönlüm sevdâ içti Karakoç
Sana ne söylerim bilmem ne derim
Benim gibi doğdu gitti pederim
Der Mahzûnî ellerinden öperim
Çünkü sana varmak güçtü Karakoç”[19]
Bayram Bilge Tokel Bey’in Kanal 7 ve Ülke Tv’de yaptığı “Gönül Dağı” programlarına Abdurrahim Karakoç ve Âşık Mahzûnî Şerif iki kez misâfir olmuştur. Mahzûnî Şerif, ‘Türk şiirinin ve ideâlizmin son efsânesi’ olan Abdurrahim Karakoç için; “Sevgili Üstadım Karakoç sanat hayatına benden önce başladı. Ondan etkilenmedim desem yanlış olur” demiştir. Maraş’ın yetiştirdiği haksızlığa, sömürüye ve zulme başkaldıran, samîmi, inanmış, yiğit ve vatansever iki yüce gönüllü insan, birisi çok büyük bir şâir, diğeri çok büyük bir halk ozanı olan; Karakoç ve Mahzûnî’nin birlikte katıldığı bir başka “Gönül Dağı” programında ise Âşık Mahzûnî Şerif Abdurrahim Karakoç’a hitâben yazdığı şu şiiri okumuştur:
“Elbistan yiğidi Karakoç Baba
Kumanyalar bizde azık değil mi?
Bizim yöremizin gerçek diliyle
Haksıza gözümüz kızık değil mi?
Atına binmeyi bilmeyen tatar
Kendi hayalinde ciritler atar
Beşimiz tok on binimiz aç yatar
Böyle bir sisteme yazık değil mi?
Sülalem sermemiş yırtılmış sergi
Vallahi dediğim değildir yergi
Hırsıza kaç kurtul, mazluma vergi
Böyle bir adalet kazık değil mi?
Az değildir Karakoç’dan aldığım
Boşa mıydı Mahzûnîlik bulduğum
Sen ben söylemezsek kurban olduğum
Bizdeki ozanlık bozuk değil mi?”
Abdurrahim Karakoç’un stüdyoda bulunduğu, Mahzûnî Şerif’in telefonla canlı yayına bağlandığı bir başka “Gönül Dağı” programında ise; “Sevgili Karakoç Elbistan tarihi kadar Anadolu tarihinin de yirminci yüzyıla sunduğu Hakk’ın son lütuflarından birisidir. O yüce dostun hem çağdaşı hem meslektaşı, hem de hemşerisi olmak şu elli yıllık sanat ve ozansı hayatımda hep gururum olmuştur.” ifâdesini kullanmıştır. Abdurrahim Karakoç da Mahzûnî için; “Hemşerim olmasından gurur duyuyorum. İkimiz de kendi çizgimizde yiğitçe, mertçe inandığımızı yorumladık, inandığımızı söyledik. Ama hiç kimseye zarar vermeyi hedeflemedik, yapıcı olduk.”[20] demiştir.
17 Mayıs 2002’de Âşık Mahzûnî Şerif’in ölümü üzerine Abdurrahim Karakoç da şu yazıyı kaleme almıştır:
“Cuma günü bir program için Konya’ya gidiyordum… Şehre girmek üzereyken telefonum çaldı… Arayan oğlumdu ve Âşık Mahzûnî’nin vefât ettiği haberini verdi… Bir süre dalıp gittiğimi hatırlıyorum… İlk aklıma gelen ; “Bir gün bu dünyadan adım silinir / Hani bizim Mahzûnîmiz derler oy” türküsü oldu.
Kıymetli hemşerim Âşık Mahzûnî adı unutulmayacak büyük bir ozan, türkülerimize kendi çeşnisini yükleyen büyük bir ses ve saz ustasıydı. Mahzûnî’yi kimileri hiç anlamadı… Kimileri de yanlış anladı. O bir Türkiye âşığı idi… Memleket sevgisiyle karılmış mayası bazen köpürdü, taştı, dengesizliklere karşı sanatını kullandı… Adam gibi adamdı…
Yanlışları olmuştur. Hangimizin yanlışı yok ki… Amma mertti, samimi idi, dost canlısıydı…
Elbistan-Afşin adı anıldığında gözlerinin yaşardığını gördüm… Daha birkaç ay önce telefon etmişti; ‘Bu sene beraberce bizim ellere gidelim, beş-on gün gezelim, hasret giderelim’ dediydi. Söz vermiştim, ne yazık ki kısmet olmadı… Beni üzen bir husus da Mahzûnî’nin Türkiye dışında vefât etmesi oldu… Hep gurbetten söz ederdi, gurbette vefât eyledi…
Mahzûnî benden 6 yaş küçüktü… Gençliğimizde tanışır, sohbet ederdik… Yaşlandık ve o benden daha önce gitti bâkî âleme… Allah taksiratını affetsin…
Son görüşmemizde bâzı yanlışlarından nâdim olduğunu, dost bildikleri tarafından istismâr edildiğini yana-yakıla anlatmıştı… Zâten ben de biliyordum öyle olduğunu…
Mahzûnîler az yetişir bu topraklarda… Rahmeti bol Mevlâm rahmetini esirgemez inşallah…”[21]
Âşık Mahzûnî Şerif, Abdurrahim Karakoç’un ilk önce “İsyanlı Sükût” ve “Tohdur Beğ” şiirlerini, bilâhare de başka bâzı şiirlerini bestelemiştir. Bu iki muhteşem şiiri ikişer kıta ile yâd edelim:
“Gitmişti makama arz-ı hâl için,
‘Bey’ dedi, yutkundu, eğdi başını
Bir azar yedi ki oldu o biçim
‘Şey’ dedi, yutkundu, eğdi başını
Kapıdan dört büklüm çıktı dışarı
Gözler çakmak çakmak, benzi sapsarı
Bir baktı konağa alttan yukarı
‘Vay’ dedi, yutkundu, eğdi başını”[22]
“Avrat yeğin sayrı benim karnım aç
Keyf için gelmedik bura tohdur beğ
Fukara harcından yaz da bir ilaç
Olsun derdimize çâre tohdur beğ
Tama vatandaşık gardaşık tama
Bunca pahıl m’olur adam adama
Geldik ta sabahtan kaldık akşama
Yarına mümkün mü sıra tohdur beğ”[23]
Kahramanmaraş’ın medâr-ı iftihârı Abdurrahim Karakoç’un şiirleri başka sanatçılar tarafından da bestelenmiştir. Son birkaç yüzyılın en muhteşem aşk şiirlerinden birisi olan “Mihriban” Musa Eroğlu’nun o çok güzel bestesiyle buluşunca, “aliyyü’l-âlâ” olmuş ve her dinleyeni alıp başka diyarlara götürürken yâdımıza ezgisiyle şu mısralar düşmüştür:
“Sarı saçlarına deli gönlümü
Bağlamıştın, çözülmüyor Mihriban
Ayrılıktan zor belleme ölümü
Görmeyince sezilmiyor Mihriban
Yar, deyince kalem elden düşüyor
Gözlerim görmüyor aklım şaşıyor
Lambada titreyen alev üşüyor
Aşk kâğıda yazılmıyor Mihriban
Tabiplerde ilaç yoktur yarama
Aşk deyince ötesini arama
Her nesnenin bir bitimi var ama
Aşka hudut çizilmiyor Mihriban”[24]
Kezâ Karakoç’un dizeleri, Musa Eroğlu’nun ezgileriyle bir araya gelince, aşka dâir mükemmel güfte ve beste birlikteliğiyle;
“Başımdan bir kova sevdâ döküldü
Islanmadım, üşümedim, yandım oy
İplik iplik damarlarım söküldü
Kurşun değmiş güvercine döndüm oy
Yağmur yorgan oldu döşek kar bana
Anladım ki kendi gönlüm dar bana
Alev dolu bardakları yar bana
Sunuverdi içtim içtim kandım oy”[25]
“Omuzumda sevdâ yükü
Yollarda seni aradım
Beste beste, türkü türkü
Tellerde seni aradım
Girdim yeşilden sarıya
Sordum ölüye diriye
Çiçeği verdim arıya
Ballarda seni aradım”[26]
diye seslenen çok müstesnâ türkü besteler ortaya çıkmıştır: Yine Bayram Bilge Tokel’in ve Hasan Sağındık’ın Karakoç şiirlerini havalandırmasıyla;
“Beyaz karlı, karaçamlı iri dağ
Heybet nedir, ne değildir? De hele.
Geceleri yapayalnız kalınca
Uzlet nedir, ne değildir? De hele
Hiç başın ağrır mı, yoruldun mu hiç?
Birine küstün mü., darıldın mı hiç?
Sevdin mi, öptün mü, sarıldın mı hiç?
Hasret nedir, ne değildir, de hele.”[27]
“Aşktan yana söz duyunca
Ben hep Seni düşünürüm
Uçsuz hayâller boyunca
Ben hep Seni düşünürüm
Yıldızlar kayar yüceden
Renkler sıyrılır geceden
Yüreğim sızlar inceden
Ben hep Seni düşünürüm”[28]
diyen bu muhteşem şiirler; turkuaz ezgilere bağlanmış, içli nağmelerle kanatlanmış ve yüreklerimize dokunan beste türkü hâlini alarak havalanmıştır.
Ayrıca Maraş türküleri arasında da sayabileceğimiz, Afşin’in Tanır beldesinin iki önemli şâirinin şiirlerinden bestelenen ve meşhur olan iki türkü daha vardır. Bunlardan birisinin sözleri Hayati Vasfi Taşyürek’e âit olup Mustafa Yıldızdoğan’ın bestelediği “Saçların” şiiridir:
“Söküp atılmıyor bende mi kusur
Doğarken kök salmış öze saçların.
Bir kara sevda ki ya büyü ya sır
Sığmıyor kaleme söze saçların
Örgüde bir başka düzde bir başka
Gizlendiği zaman nazda bir başka
Omuzda bir başka yüzde bir başka
Kirpik olmuş inmiş göze saçların
İpekten, sırmadan tel, tel yaratmış
Telini bir ömre bedel yaratmış
Sanki Vasfi için özel yaratmış
Dört mevsim bir başka tâze saçların”[29]
Diğeri ise sözleri Âşık Hacı Yener’e, bestesi İsmâil Özden’e âit olan “Yol ver dağlar yol ver bana” şiiridir:
“Başı duman pâre pâre
Yol ver dağlar yol ver bana
Gönlüm gitmek ister yâre
Yol ver dağlar yol ver bana
Ömrümün uzun yolu
Geçip gitsem yare doğru
Gözlerim yaş dolu dolu
Yol ver dağlar yol ver bana”[30]
Hâsılı bizim türkülerimiz; her bir dizesinde ve ezgisinde insanımızın hayatını, hissiyâtını ve fikriyâtını dile getiren, şâirlerimizin ve ozanlarımızın edebî bilgisini ve melodi birikimini tebellür ettiren, milletimizin tarihî serencâmını anlatan, irfânî değerlerimizi ortaya koyan, insânî duygularımızı kıyâma durduran, millî hâfızamızın özünü oluşturan ve “millî kültürümüzün ana sütunlarından biri olan mûsikîmizin kalbidir.”[31] Bizim türkülerimiz; Türk milletinin duygu zenginliğini, ruh dünyasının enginliğini, ezgi ve nağme çeşitliliğini, mısralardaki şiiriyetin ve hikmetin güzelliğini renk renk, desen desen, ilmik ilmik gönül gergefinde Türkçenin zarafetiyle dokuyan ve Tanpınar’ın ifâdesiyle; “Hayatın sürekliliği içinde bir yığın değişmeye rağmen dâimî kalan aslî yanımız olan”[32] anonim eserlerdir.
Mızrap tele değdiğinde, estetik ezgiler ve içli nağmelerle gönül tellerimizi titreten türkülerimizi, “Yetik Ozan’ın azîz hâtırasına” ithaf eden, “Şiirin Başkenti Kahramanmaraş”ın evlâtlarından, günümüz Türk şiirinin yüz akı ve yaşayan en büyük şâirlerimizden birisi olan Ali Akbaş Ağabeyimizin o muhteşem“Türküler” şiirinden dört kıta ile hatm-i kelâm edelim:
“Bin yılda yoğurduk her mısraını
Yüzüğe kaş ettik Ağrı Dağı’nı
Dünyaya değişmem bir aksağını
Gönlüme göredir bizim türküler
. . .
Barak dedikleri bir ince ağrı
Yükselir her gece sabaha doğru.
Uğuldayıp durur dağların bağrı
Tılsımlı mağradır bizim türküler.
. . .
Bin dereden su taşımış elekle,
Bin senedir kavgası var felekle
Tırmanır sırtında ağır şelekle
Ağrı’dır, Hîra’dır bizim türküler.
. . .
Bağlama dediğin üç tel bir tahta
Ne şaha baş eğmiş, ne taca tahta
Tüm dertleri özetlemiş bir ah’ta
Bozkırda nâradır bizim türküler.”[33]
28 Aralık 2022
Dr. Mehmet GÜNEŞ
(Devam edecek)
Dipnotlar
[1] Ali Akbaş, Türküler, Turna Göçü; 28-33; Bengü Yayınları, Ankara, 2011
[2] Âşık Mahzûnî Şerif’in doğum tarihi resmi kayıtlara göre 01.07.1943 olup, 1999 yılında “Afşinli Şairler Antolojisi” kitabını hazırlayan çok kıymetli gönül dostumuz Harun Çitil’e faksla gönderdiği biyografisinde şöyle demektedir: “Büyük amcam Emir’e göre 1941 başlarında, Amcam Gül Ali’ye göre 1940 ortalarında, en büyük amcamın oğlu Hüseyin Çavuş’un not tarihlerine göre 17 Kasım 1939’da doğmuşum.”; (Harun Çitil, Mahzûnî Şerif’in Ardından, Yarpuz Edebiyat Dergisi, 13-15, Yıl: 2, Sayı: 15, Mayıs 2020)
[3] Ramazan Avcı, Şiirin ve Şairlerin Başkenti, Karacaoğlan’dan Günümüze Kahramanmaraşlı Şairler, 21; Kahramanmaraş Büyükşehir Belediyesi Yayınları, Kahramanmaraş, 2015
[4] Dr. Yılmaz Irmak, Ben Kimim-Kimliğim, Âşık Tarzı Şiir Geleneğinde Aşık Mahzuni Şerif ve Şiirleri, 15,169; Ürün Yayınları, Ankara, 2017
[5] Bana yücelerden seyreden dilber, Yöre: Kahramanmaraş / Afşin, Kaynak: Âşık Mahzûnî Şerif, Notaya alan: Sadi Pirkoca, Repertuar Nu. 19
[6] Kanadım değdi sevdaya, Yöre: Kahramanmaraş / Afşin, Kaynak: Âşık Mahzûnî Şerif, Derleyen ve notaya alan: Nazmiye Coşkun, Repertuar Nu. 2855
[7] Kara gözlüm karlar yağdı başıma, Yöre: Kahramanmaraş / Afşin, Söz ve beste: Âşık Mahzûnî Şerif
[8] Tükenmek bilmiyor kara günlerim, Yöre: Kahramanmaraş / Afşin, Kaynak Kişi: Âşık Mahzûnî Şerif, Derleyen: Yıldıray Çınar, Notaya alan: Altan Demirel, Repertuar Nu: 4161
[9] İşte gidiyorum çeşm-i siyahım, Yöre: Kahramanmaraş / Afşin, Kaynak Kişi: Âşık Mahzûnî Şerif, Notaya alan: Ahmet Günda, Repertuar Nu: 3999
[10]Karlı dağlar kara bulut içinde – Sarhoş, Kahramanmaraş / Afşin, Kaynak Kişi: Âşık Mahzûnî Şerif, Notaya alan: Mehmet Gürbüz, Repertuar Nu: 1073
[11] Oy göresim geldi Berçenek seni, Yöre: Kahramanmaraş / Afşin, Güfte ve Beste: Âşık Mahzûnî Şerif;
A. İhsan Aktaş, Anadolu’yu Kucaklayan Ozan Âşık Mahzuni Şerif, 68,158; Baran Ofset, Ankara, 2002
[12] Mevlâm gül diyerek iki göz vermiş, Yöre: Kahramanmaraş / Afşin, Güfte ve Beste: Âşık Mahzûnî Şerif; A. İhsan Aktaş, Anadolu’yu Kucaklayan Ozan Âşık Mahzuni Şerif, 172; Dr. Yılmaz Irmak, Âşık Tarzı Şiir Geleneğinde Aşık Mahzuni Şerif ve Şiirleri, 165
[13]Dokunma keyfine yalan dünyanın, Yöre: Kahramanmaraş / Afşin, Kaynak kişi: Âşık Mahzûnî Şerif;
Notaya alan: Sadi Pirkoca, Repertuar Nu. 28; A. İhsan Aktaş, a.g.e., 126
[14] Parsel parsel eylemişler dünyayı, Yöre: Kahramanmaraş / Afşin, Güfte ve Beste: Âşık Mahzûnî Şerif, A. İhsan Aktaş, a.g.e.,115-116
[15]Bugün ben Şâhımı gördüm, Yöre: Kahramanmaraş, Kaynak kişi: Âşık Mahzûnî Şerif, Notaya alan: Süleyman Yıldız, Repertuar Nu: 4198
[16] Âl-i İmrân, 3/185; Enbiyâ, 21 /35; Ankebût, 29/57
[17] Mahzûnî Şerif’in bu dizeleri mezar taşına hakkedilmiştir.
[18] Harun Çitil, Mahzûnî Şerif’in Ardından, 14, Yarpuz Edebiyat Dergisi, Yıl: 2, Sayı: 15, Mayıs 2020
[19]“Sanırım 1984 veya 1985 yılıydı. Âşık Mahzûnî Şerif’in bütün şiirleri kitaplaştırılmıştı. Aaa o da ne?.. Abdurrahim Karakoç’a ait dört beş şiir Mahzûnî’ye aitmiş gibi kitapta yer almıştı. Abdurrahim Ağabey’in bu şiirler “Söz ve müzik: Âşık Mahzûnî Şerif” olarak plak yapıldığı için açılan davayı kazandığını ve tazminat aldığını biliyordum. On yıl sonra kitabı hazırlayan akademisyen arkadaş ikinci defa Mahzûnî’yi bir suçun içine atıyordu. Kitabı Abdurrahim Ağabey’e gösterip durumu özetledim. O sırada yanımızda avukat stajını yeni bitirmiş Rahmetli Şükrü Karaca da vardı. ‘Sen bana bir vekâlet ver, Mahzûnî’nin canına okuyacağım, ayıptır bu yaptığı’ dedi. Ve Şükrü Karaca vekâleti alıp hem kitabı yayınlayan yayınevine hem de Rahmetli Mahzûnî’ye bir noter protestosu gönderdi. Bakalım ne cevap gelecekti? İki hafta sonra Ocak Yayınevi adresimize Mahzûnî’den bir mektup geldi. Heyecanla açtım ve okumaya başladım. Özetle diyordu ki: ‘Kitabı hazırlayan akademisyen arkadaşın hatasıdır. Benim bu durumdan kitap yayınlandıktan sonra haberim oldu. Sen bir Ağrı Dağısın Karakoç Baba, bense yanında küçük bir tepe.. O kitaptaki bütün şiirlerin okkası darası bir ‘İsyanlı Sükût’ etmez. Boş ver mahkemeyi, hâkimi cezamı sen kes. Karakoç’un şeriatına boynum kıldan incedir” Ve bu satırların altında da Mahzûnî Şerif, ‘Karakoç Baba’ya’ başlıklı “Elbistan yiğidi Karakoç Baba’ mısraıyla başlayan muhteşem bir şiir vardır. Abdurrahim Ağabeyi yayınevi yazıhanesine çağırdım, mektubu uzattım: ‘Mahzûnî Şerif beni mahvetti, sıra sen de Ağabey!’ dedim. Daha ilk satırlarında gözleri buğulanarak, mahcûbiyetten elleri titreyerek okumaya başladı. Sıra şiire geldiğinde bir bulut kaynadı Nurhak Dağları’ndan, oradan oraya savruldu ve gelip Karakoç’un başına hörelendi. Sadece elleri değil konuşurken sesi de titriyordu Keşke bu işe avukatı, mahkemeyi, noteri karıştırmasaydık” dedi. (Alper Aksoy’un 21.08 2018 tarihinde Türkiye Yazarlar Birliği sitesinde yayınlanan;“ Karakoç, Mahzûni ve Bir Şiirin Hikâyesi” başlıklı yazısı (https://www.tyb.org.tr/alper-aksoy-karakoc-mahzuni-ve-bir-siirin-hikayesi-34269h.htm)
[20] Bayram Bilge Tokel’in Ülke Tv’de canlı olarak yaptığı ve rahmetli Abdurrahim Karakoç’u misâfir ettiği 2000 yılındaki “Gönül Dağı” programında Mahzûnî Şerif’in ve Karakoç’un yaptığı konuşmalar.
[21] Abdurrahim Karakoç, Anadolu’da Vakit Gazetesi, 21 Mayıs 2002
[22] Abdurrahim Karakoç, İsyanlı Sükût, Vur Emri, 190-191; Anda Dağıtım, Ankara, 1979
[23]Abdurrahim Karakoç, Vatandaş Türküsü –I, Tohdur Beğ, Vur Emri, 345-346
[24] Abdurrahim Karakoç, Mihriban (Aşk), a.g.e., 80-81
[25] Abdurrahim Karakoç, Aşk Hikâyesi, Yasaklı Rüyalar, 60; Alperen Yayınları, Ankara, 2000.
[26] Abdurrahim Karakoç, Bulduktan Sonra Arama, Suları Islatamadım, 62-63; Ocak Yayınları, Ankara, 1997
[27] Abdurrahim Karakoç, Dağ ile Sohbet, Suları Islatamadım, 95
[28] Abdurrahim Karakoç, Saati Yok Eremi Yok, Vur Emri, 84
[29] Hayati Vasfi Taşyürek, Saçların, Nazar, 119-120; Taşyürek Yayınları, Ankara, 1992
[30] Başı duman pâre pâre – Yol ver Dağlar, Yöre: Erzincan, Söz Yazarı; Âşık Yener, Besteci: İsmail Özden, Notaya Alan: Savaş Akbıyık, Repertuar Nu: 135
[31] Nevzat Kösoğlu, Türkü Kimliği, Millî Kültür ve Kimlik, 23; Ötüken Neşriyat, İstanbul, 1992
[32] Ahmet Hamdi Tanpınar, Huzur, 320; Dergâh Yayınları, İstanbul, 2013
[33] Ali Akbaş, Türküler, Turna Göçü, 28-33; Bengü Yayınları, Ankara, 2011