Ufkun Ötesinden Türkiye’ye Bakmak
(Bir Deneme)
Galip TÜRKMEN
(Bu makale 2007 yılında yazıldı)
Tarih büyük olayların sonucunda yazılır şeklinde genel bir yanılgı vardır. Gerçekte ise tarih; asla büyük olaylarla şekillenmez. Büyük olaylar, kendisini hazırlayan çok daha küçük ve önemsiz gelişmelerin bir sonucudur.
Tarihte ne oldu?
Osmanlı İmparatorluğu 14., 15., 16. ve 17. yüzyıllarda hiç şüphesiz küresel bir güçtü. Kara kıtasında, yani o tarihlerdeki yegâne dünyada, en büyük güç olarak ticaret yolunun tam ortasında, Akdeniz’i, Karadeniz’i birer göl haline getirmişti. Dünya’nın bütün problemleri ile ilgileniyor, tüccarların güvenlik içinde seyahat etmelerini sağlıyordu. Bu da kendisine refah olarak dönüyordu.
Ne zaman ki, Amerika ticari yönden keşfedildi ve buraya yönelik olarak Batı, sömürgecilik faaliyetlerine girişti, işte o zaman çark yavaş yavaş tersine dönmeye başladı. Kristof Kolomp, 1492 tarihinde sefere çıkarken bunu Amerika’yı keşfetmek amacıyla yapmıyordu. İspanya’da Kraliyet ailesinden ve diğer zenginlerden topladığı para ile seferin finansmanını sağladı ve bunun da elbette bir karşılığı vardı. Bu sefere para yatıranlar karşılığında daha fazla gelir bekliyorlardı. Kolomp da bunu fazlasıyla gerçekleştirdi. Yatırımcılarına beklediklerinden fazla kazandırdı. Risk büyüktü, o oranda da kazanç büyük oldu. Bu tarihten sonra seferler aynı sebeple arttı. 1497 yılında İngilizler 1534 yılında Fransızlar kıtaya seferlere başladılar. Bugünkü uluslararası sermayenin doğuşunu hazırlayan bu seferler hiç kimsenin beklemediği sonuçlara yol açtı.
Söz konusu dönemde Osmanlı İmparatorluğu için Amerika veya Pasifik bilinmeyen bir yer değildir. Yavuz Sultan Selim döneminde olası gelişmeler dikkate alınarak Cidde limanını hazırlama teşebbüsüne başlanmış, fakat proje ondan sonra akamete uğramıştır. 1525 yılında Selman Reis’in Umman Denizini keşif seyahatı, 1530’da Mustafa Bey’in Gucurat seferi, 1538’de Süleyman Paşa’nın Hindistan seferi gerçekleşmiş, 1544 Ekiminde de Abdurrahman Bey, Aden deniz vuruşmasında Portekiz donanmasını mağlup, amiral Don Marco’yu da esir etmiştir.
Barbaros Hayrettin Paşa’nın Amerika kıtasına yapmayı tasarladığı Sefer, Damat İbrahim Paşa’nın anlayışsız tutumu sonucunda gerçekleşmemiş ancak Barbaros yine de Atlantiğe açılmış ve 1535’de Portekiz’in Atlantik’deki limanı Faro’yu vurmuştur. Barbaros’un Amerika kıtasına sefer yapma talebi Divan’da, Avrupa ile karada olan münasebetlerin daha emniyetli olduğu ileri sürülerek reddedilmiştir. Bu karar, divanda ne kadar tartışıldı bilinmiyor ancak, tarihi önemi, tarih kitaplarında sayfalarca yer alan pek çok olaydan daha ciddi sonuçlar doğurmuştur.
Barbaros’un teklifinin reddedilmesi Osmanlı yönetiminin stratejik bakışının sınırlı olduğunu göstermektedir. Amerika’nın zengin altın ve gümüş kaynaklarının nasıl bir dönüşüme sebep olacağını Osmanlı algılayamamıştır.
Bu dönüşüm yavaş ve denizlerde yaşanan büyük bir mücadele sonucunda gerçekleşmiştir. Pasifik – Amerika – Avrupa arasındaki ticari seferlerin güvenliği ve Okyanusa hakimiyet için verilen mücadelede önce Osmanlı donanması yarıştan çekilmiş, akabinde İspanyol, Portekiz ve İngiliz denizcilerinden İngilizler mücadelenin kazanan tarafı olmuştur. Böylece, Osmanlı donanması Akdeniz’e kapanıp bölgesel güç olmakla yetinirken, İngiltere global bir güç olmuştur.
Amerika’ya yapılan ilk sefer nasıl çok ortaklı bir ticari işletmenin organizasyonu ise, Hindistan’a yapılan seferler de çok ortaklı “Kumpanyalar” kanalıyla olmuştur. İngiliz Hint Kumpanyası, Fransız Hint Kumpanyası, Hollanda Hint Kumpanyası gibi… Ne zaman bu şirketlerin çıkarları tehlikeye girmişse, ordular masrafları bu şirketler tarafından karşılanmak kaydıyla harekete geçirilmiştir. Bu şirketlerin en büyük yatırımcıları krallar, prensler, aristokratlar ve saray yahudileri olmuştur. Böylece asiller tüccarlaşmış ve çıkarları askerlerle bütünleşmiştir.
İngiltere denizlerde hakimiyeti sağladıktan sonra ticaret için deniz daha emniyetli hale gelmiş ve ticaret yolları tamamen denizlere kaymıştır. Böylece tarihi “İpek Yolu” önemini yitirmiş, Osmanlı da üç kıtanın tam ortasında kenar ülkesi olmuştur.
Denizaşırı ticaretin iki ayağı vardır. Biri, Amerika’ya yapılan ve yapılacak seferlerin mecburen deniz aşırı olması, diğeri ise Pasifik ile Avrupa arasındaki ticaretin denize kayması. Avrupa ile Pasifik arasındaki seferlerin denize kaymasının sebeplerinden biri Osmanlı İmparatorluğu’nun ipek yolu üzerindeki mutlak hakimiyeti nedeniyle alternatif güzergâh arayışı, diğeri ise gemilerle yapılan ticaretin ipek yolunda deve ve at sırtında yapılan ticaretlere göre daha hızlı, güvenli ve ekonomik olmasıdır. Yani bu durum jeopolitik gereği zorunlu olarak oluşmuştur.
Şimdi ne oluyor?
Bugüne gelindiğinde dünya ticaretinin % 90’ının deniz yoluyla yapıldığı görülmektedir ve denizlerin güvenliği ABD donanması tarafından sağlanmaktadır. II.Dünya Savaşından sonra İngiltere denizlerde egemenliği ABD donanmasına bırakmıştır.
Günümüzde teknolojinin hızlı gelişimi sonucunda; bilgi ve belge transferi için gereken zaman saniyelerle ölçülebilir hale gelmiştir. Birkaç tuş ile dünyanın her yerine para transfer etmek mümkündür. Telefon ve internetin yaygınlığı bilgiye ulaşımı da son derece kolaylaştırmıştır. İnsan nakli hızlanmıştır. Sıvı mal naklinde su, doğalgaz ve petrol boru hatları bir kez doldurulduğunda zaman ve mesafe ortadan kalkmaktadır. Oysa, katı mal naklinde üç büyük ekonomik bölge arasındaki mesafe hala 10 mil/saat hızla katedilmektedir. Burada çok ciddi bir dengesizlik söz konusudur ve deniz nakliyatının hızı çağın dışında kalmış, ticaretin hızına ayak uyduramamaktadır. Bir konteyner yükün Avrupa’dan Pasifik’e ulaşması 40 – 45 günü bulmaktadır. Oysa bu malın bedeli ve belgeleri birkaç saniye içerisinde havale edilebilmektedir.
Diğer yandan ABD’nin tek başına denizlerin güvenliğini kontrol ediyor olması ve son yıllarda uluslararası hukuku ve Birleşmiş Milletleri, yani iki dünya savaşı sonucunda oluşan statüyü, hiçe sayar davranışlar göstermeye başlaması, ticaret için alternatif yollar arama gayretlerini hızlandırmıştır. ABD, Osmanlı’nın 15. ve 16. yüzyıllardaki konumuna benzer bir konumdadır. Aynı sebepler ile ticaret yolu için alternatif güzergâh aranmaktadır.
Bunların bir sonucu olarak Dünya nüfusunun büyük çoğunluğunun yaşadığı kara kıtasının iki ucunda yer alan iki büyük ekonomik bölge (Avrupa – Pasifik) arasındaki tarihi ticari yolun yeniden modern demiryolları ve karayolları ile canlandığı bir süreç yaşanmaktadır. Jeopolitik’in gereği olarak ticaret yolu yeniden karaya çıkmaktadır. Bunda üç sebep önemli rol oynamaktadır.
- Ticaretin ve teknolojinin doğal gelişim süreci,
- ABD egemenlik anlayışının getirdiği endişeler,
- SSCB’nin dağılmasından sonra egemenliklerini elde eden, İpek Yolu güzergahında yer alan Kırgızistan, Özbekistan, Türkmenistan, Azerbaycan ve Gürcistan’ın uluslararası sisteme entegre olma çabaları,
Çin, İpek Yolu’nun tekrar canlanmasını devlet politikası olarak benimsemiş durumdadır. Halen Çin-Kırgızistan-Özbekistan demiryolu yapımı devam etmektedir. Çin’in Doğu Türkistan üzerinden Orta Asya’ya bağlanmak için büyük yatırımlara başlayacağı da ifade edilmektedir. 2006 yılında İstanbul’u ziyaret eden Sincan Uygur Özerk Bölge Hükümeti Başkan Yardımcısı Kurexi Maihesuti, Çin’in her zaman İpek Yolu’nu canlandırmaya hazır olduğunu belirtmiş ve İstanbul’un İpek Yolu için önemine değinmiştir.
Çin’den başka Avrupa Birliği’nin de İpek Yolu’nun canlandırılmasına ilişkin projeleri bulunmaktadır. Bunlardan başka Almanya ve Rusya; bu hattı Hazar ve Karadeniz’in kuzeyinden geçirecek şekilde Transnasyonel Avrasya Otoyolunun projelendirme çalışmalarına başlamışlardır.
Bu gelişmelerin farkında olan UNOCAL firmasının Dış İlişkiler Başkanı Maresca; 1998’de Amerikan Kongresi’nde yaptığı Afganistan politikasının nasıl olması gerektiğine ilişkin konuşmasında, “Yeni İpek Yolu” projesinden bahsediyordu. Maresca, kabaca, Asya’daki enerji havzalarının Amerikan şirketlerinin kontrolünde olması gerektiğini ve ABD hükümetinin bu yönde siyasi girişimler yapması gerektiğini söylüyordu. 1999 yılında ABD Temsilciler Meclisinin kabul ettiği, ancak Bush yönetiminin onaylamaması nedeniyle yürürlüğe girmeyen İpek Yolu Yasa tasarısı gelişmekte olan sürecin önemini ortaya koymaktadır. Çağdaş dünyanın bütün büyük oyuncuları ipek yolu projelerinde bir şekilde yer almak için yarışmaktadırlar.
Tarihin kırılma anlarından birinin başlangıcındayız. Tarihi İpek Yolu’nun yeniden ticaret yolu haline gelmesi Türkiye’nin önüne çok büyük fırsatlar çıkaracaktır. Ancak bu sürecin çok sancılı olacağını söylemek kehanet olmayacaktır. İpek Yolu’nun doğmakta olduğunu gören ABD daha şimdiden kara kıtasında stratejik noktalara yerleşmeye başlamıştır.
Türkiye; jeopolitik konumu nedeniyle yeni ticaret yolunun tam da ortasındadır. Coğrafi konumu, İpek Yolu güzergahının demografik yapısı, bölgede yerleşik devletler itibariyle milli güç yeteneklerinin kapasitesinin büyüklüğü ve miras aldığı imparatorluk geleneklerinin sağladığı tarihi derinlik ile bölgede baş rol oynayabilecek niteliklere sahiptir.
Türkiye dönüşüyor
Türkiye’de geleneksel yapı hızla çözülmekte, yerini daha dışa açık ve rekabetçi bir yapı almaktadır. Türkiye’de, diğer bir çok ülkede olduğu gibi, iktidarı (devlet yönetim erkini) dört bileşenin dengesi oluşturmaktadır. Bunlar;
1 – Askerler
2 – Bürokrasi ve yarı resmi kuruluşlar (meslek teşekkülleri)
3 – Siyaseti üreten yapılar (partiler, cemaatler, STÖ’ler)
4 – Tüccarlar
Askeri kurumların devlet içindeki gücünün zayıflatılması Avrupa Birliği’nin en önemli talebi haline gelmiştir. Bazı kesimlerce bu durum Cumhuriyet’in tasfiyesi ve 2.Cumhuriyet’in kurulması olarak ifade edilmektedir.
1986 yılında yürürlüğe konulan Özelleştirme ana planı, AB’ne uyum yasaları ve IMF’nin talepleri doğrultusunda bürokrasi, ekonomiyi yönetecek aygıtlardan arındırılmıştır. Yarı resmi kuruluşlar son yıllarda ciddi güç kaybına uğramışlardır. Yapılan ve yapılması için AB ve IMF gibi kuruluşlar tarafından talep edilen reformların hedefi itibariyle bu kurumlar istenilmemekte yerine Sivil Toplum Örgütleri geliştirilmektedir. Ulus ötesi bağlantıları güçlü olan STÖ’ler bağlantıları adına ve onların isteği doğrultusunda değişimi talep etmekte ve diğer güçlerin sözcülüğünü yapmaktadırlar.
Her ne kadar şeffaf ve demokratik olarak genel seçimler yapılsa da son 20 yıldır güçlenen cemaatler, diğerlerinin dağınıklığından da yararlanarak, siyaseti kontrol eder hale gelmiştir. Bu yapılar üyelerinin profili itibariyle ulus ötesi yapılardır.
Son yıllardaki reformların içeriğine baktığımızda, motive edici gücün ticaret dünyasının talepleri olduğu çok net görülmektedir. Ticaret dünyası, ekonominin büyümesi sebebiyle devamlı güçlenmekte ve isteklerini dışarıdaki partnerlerinin de yardımıyla kabul ettirme yönünde başarılı olmaktadırlar. Ticaret dışa açıldıkça daha çok ulus ötesi güçlerle işbirliğine girecek ve dönüşümü daha çok isteyecektir.
Dünya çatışıyor
Küresel boyutta yaşanan mücadelenin iki tarafı olduğu ifade edilmektedir. Bunlardan biri ABD ve müttefikleri, diğeri ise terörist gruplar. ABD ve müttefikleri iki ülkeyi işgal etmiş, ancak bu grupları tasfiye edemediği gibi, işgal ettikleri ülkeleri de kontrol altına alamamıştır. Dünyanın en büyük ordusuna, en büyük ekonomisine sahip olan deniz ticaret yollarının güvenliğini tek başına sağlamakla aslında tek küresel güç olan ABD, adeta görünmeyen bir düşmanla çarpışmakta ve buna karşı önemli bir başarı elde edememektedir.
Bu durumda karşımıza şu soru çıkmaktadır. Terörist örgütler bu mücadeleyi kazansalar dünyada ne değişecek ya da başka bir deyişle bu örgütler nasıl bir dünya tasarlamaktadırlar?
Bu sorunun cevabı; terörist örgütler Taliban’ın Afganistan’ı gibi bir ülke ve yönetim istiyorlar ise, bu yönetimin var olduğu dönemde Afganistan’da hangi başarıyı göstermişler de modern Batı’yı bu derece rahatsız etmişler ve savaşa sebep olmuşlardır? Kapitalist sistemlerine en büyük rakip olan Komünizmle bile bir kez dahi çatışmayan Batı, askeri, ekonomik, siyasi ve ideolojik olarak kendisi için hiçbir tehdit unsuru taşımayan Afganistan’a niçin saldırmıştır? Başka bir şekilde sorduğumuzda, daha önce ABD ile iyi ilişkileri olan Taliban ya da El-Kaide neden ABD’ye saldırmıştır? Bugün hiçbir kanıt olmadan saldırıldığı anlaşılan Irak, neden ABD’nin hedefi olmuştur? I.Irak Savaşı’nda 11 Eylül saldırısı gibi bir gerekçe yoktu. Kuveyt’in Irak tarafından işgaline ABD ve müttefikleri neden savaşacak kadar önem vermişlerdir? Eğer bunun cevabı petrol ise; hemen belirtelim ki, o tarihlerde ve sonrasındaki II.Irak Savaşı öncesinde Irak petrolleri yabancı firmaların kontrolündeydi. Fransız TotalFinaElf, Rus Lukoil ve Çin CNOOC firmaları Irak’ın petrollerinin büyük kısmını üretiyorlar ve kontrol ediyorlardı. Irak’ın ya da başka petrol üreten ülkelerin (Rusya hariç) büyük petrol komplekslerinin olmayışı, dağıtım şirketlerinin bulunmayışı ne anlam taşımaktadır? Bunun yanında petrol nakli halen büyük tankerlerle denizden yapılmaktadır ve bunların güvenliğini ABD donanması sağlamaktadır.
Savaşın enerji kaynakları için olduğunu söylemek doğru bir ifade ise de tarafların kim olduğu çok net değildir. Irak’ta Saddam ve rejimi kaybeden taraftır elbette, ancak, en az Saddam kadar Total firması da kaybetmiştir ve hiç sesi çıkmamaktadır. Total’in imtiyazları iptal edilmiş yerini Halliburton ve benzeri şirketler almıştır. Oysa Batı’nın geleneğinde şirket çıkarları için savaşmak vardır. ABD, kendi şirketlerinin çıkarları için savaşırken Total’in yatırımcıları çok zayıf oldukları için mi savaşmamaktadırlar?
Irak’ta kaybeden kim, kazanan kim diye sorduğumuzda karşımıza Halliburton ve Total çıkmaktadır. Bunlardan başka firmalar varsa da, bu ikisinin izini sürdüğümüzde aslında kazananın kim, kaybedenin kim olduğu net bir şekilde anlaşılmakta, gerçekte olup bitenler daha anlamlı hale gelmektedir.
Total firması Fransa’da ticaret siciline kayıtlı bir petrol şirketidir. Şirketi, Belçika kralı ve Rothschild ailesi kontrol etmektedir. Rothschild ailesi 1700’lü yılların sonundan bu yana Avrupa sermayesinin (yani krallar ve aristokratların) bankerliğini yapan bir ailedir. Çin İmparatoru, 1830’larda Çin’de afyon ticaretini yasaklayınca İngiliz Hint Kumpanyası iflas etme noktasına gelmişti. Zira kumpanya Anadolu’da üretilen afyonu işleyip Çin’e satarak büyük kazançlar elde ediyordu. Rothschild bankacılık sisteminin batması demek, paralarını bunlara emanet eden Avrupa kralları ve aristokratlarının da zarara uğraması demektir. Bu sebeple, Fransız ve İngiliz donanması, adı tarihe “Afyon Savaşları” olarak geçen iki savaş neticesinde Çin ordularını yendiler ve Çin’de afyon satışının serbest kalmasını sağladılar. Bu savaşın bir sonucu da Hong Kong’un İngiltere’ye (daha doğrusu finans kapitale) 150 yıllığına kiralanmasıydı ki, bu süre 1999 yılında bitmiş ve Hong Kong, Çin’e devredilmiştir. Bu tarihten itibaren Çin, dünyaya açılmaya başlamıştır.
Rothschild ailesi halen Avrupalı tüccar aristokratların paralarını işletmektedir. Yatırımları dünyanın her yerindedir ve bu yatırımların daha güvenli olarak işletilmesi için Küreselleşme adı altında bir programı 1970’li yıllardan itibaren uygulamaya koymuşlardır. Bu program ilk önce Chatham House’da (İngiltere Kraliyet Uluslararası İlişkiler Enstitüsü) ele alınmış, ardından Club of Rome (Roma Klubü) tarafından geliştirilmiştir. Klubün üye profiline baktığımızda krallar, kraliçeler, prensler, aristokratlar ve bunların taşeronları karşımıza çıkmaktadır. Bu yapıyı Finans Kapitalizmi olarak adlandırmak daha doğru olacaktır. Zira, burada üretim faktörlerinden sadece sermaye vardır. Sermaye ile işletme/tesis arasındaki bağ mülkiyet ilişkisi değil, hissedarlık ilişkisidir ve hiçbir sermayedar işletmenin/tesisin mülkiyetini benimseyecek büyüklükte hisseye sahip değildir. Sistemde sadece para vardır ve bu da akışkandır. Parasını yatırım firmalarına tevdi eden kapital sahipleri çoğu zaman hangi firmaların hissedarı olduklarını da bilmezler. Sadece parasıyla geçinenlerin (bir tür tefecilik) ideolojisi olan Küreselleşme mülkiyetsiz bir toplum öngörmektedir.
Küreselleşme programının temelinde, serbest ticaretin önünde ciddi bir engel oluşturan, ulus devletlerin tasfiyesi yatmaktadır. Bunun için Avrupa Birliği ulus devletleri bünyesinde öğüten bir değirmen gibidir. Diğer ulus devletler için ise çok kültürlülük adı altında mikro milliyetçilikler körüklenerek bölüp ufalama ve yok etme programı uygulanmaktadır. Küreselleşme devletsiz bir toplum öngörmektedir. Devlet ve mülkiyet kavramlarındaki değişikliğe paralel olarak egemenlik kavramı da anlamını yitirmiştir. Küresel kapital için egemenlik şirketlere alınan imtiyazlardır.
Bu mücadelenin yürütüldüğü alanlardan öncelik Ortadoğu ve yakın coğrafyası olmaktadır. Zira programı yöneten finans kapital için bu bölgede hayati çıkarlar söz konusudur ve Türkiye tam da bu bölgenin ortasındadır.
Ulus devletlerin hedef seçilmesi kendi içinde tutarlıdır. Zira, sınırlar, gümrükler, vergiler, vergilerin artmasına sebep olan kurumsal yapılar (silahlı kuvvetler, bürokrasi gibi) ticareti daha pahalı hale getiren faktörler olarak görülmektedir.
Halliburton, ABD silah endüstrisinin önemli bir firmasıdır. ABD’de güçlü bir silah endüstrisi bulunmakta ve bunlar Cumhuriyetçi Partiyi desteklemektedirler. Cumhuriyetçi Partiyi destekleyen bir başka endüstri ise petrol şirketleridir. Silah endüstrisinin büyümesi elbette bu silahların tüketilmesine bağlıdır ve savaş, en masum şekliyle barışı korumak için daha çok silahlanma, bu firmaların hayat damarıdır. Savaş ve korku üreterek beslenen bu firmalar doğal olarak savaş talep eden ideolojileri ve kurumları desteklemektedirler. Bu grup klasik coğrafi egemenlik anlayışını devam ettirmeye çalışmaktadır.
Kaybeden taraf finans kapitalin firması Total iken, kazanan taraf askeri endüstrinin firması Halliburton olmuştur. Bu durumda yeni doğan İpek Yolu güzergahındaki mücadelenin bu iki temel güç arasında geçeceğini söylemek yanlış olmayacaktır. Artık, tüccarlaşan aristokratlar ile askerlerin çıkarları çatışmaktadır.
Terör denen yeni taraf ise aslında hangi çıkar grubuna hizmet etmektedir, silah endüstrisinin müdahale gerekçesini oluşturmak için mi vardır, yoksa finans kapitalin ulus ötesi, asimetrik bir savunma silahı mıdır, bunun cevabını elbette tarih verecektir, ancak şimdi her ikisini de söyleyenlerin elinde tezlerini doğrulayacak argümanlar bulunmaktadır.
Bu çatışmanın ortasında ABD’nin konumu nedir?
- Küreselleşmenin mikro milliyetçiliği teşvik eden politikalarının izlerine burada rastlamıyoruz ve ABD çatışma alanı dışındadır. Kimse ABD’yi bölmeyi düşünmüyor.
- Dünya ticaret yolları Amerikan donanmasının kontrolündedir ve zamanından önce Amerika’nın çatışma alanı haline gelmesi dünya için büyük bir yıkım olacaktır.
- Bunlardan başka IMF, Dünya Bankası, Birleşmiş Milletler ve NATO gibi örgütlerde ABD’nin çok büyük etkisi bulunmaktadır.
ABD başkanlık sistemi ile yönetilmekte ve Başkanlığı ele geçiren bu devasa gücü kendi çıkarları doğrultusunda kullanabilmektedir. Nitekim Clinton döneminde finans kapital bunu yapmıştır. Bush Başkan olana kadar dünyanın her yerinde ekonomik krizler olmakta iken Başkan olmasından itibaren askeri krizler olmaya başlamıştır. IMF ve Dünya Bankası, Clinton döneminde ekonomik krizleri destekleyici politikaları tercih ederken, Bush döneminde ekonomik istikrarı destekleyici politikalar uygulamışlardır. Buradan da çok açık bir şekilde görüldüğü üzere her iki grup, savaşı kendi üstün oldukları alanlara çekmektedirler. Parayı kontrol eden finans kapital ekonomik krizleri yöneterek çıkarlarını maksimize etmektedir ve bunun için de ABD başkanlık gücünü kullanmaktadır. Diğer yandan silah endüstrisi Başkanlığı ele geçirdiğinde askeri krizlerle çıkarlarını maksimize etmeye çalışmaktadır. Dolayısıyla her iki gücün de ABD’nin Başkanlık otoritesinin imkân ve kabiliyetlerine ihtiyaçları vardır ve bu gücü elde etmek için her iki taraf büyük bir yarış halindedir. Nitekim 2008 Kasımında yapılacak seçimlerden önce Gürcistan üzerinden Rusya ile yaşanan soğuk savaşı andıran kriz Cumhuriyetçi Partinin başkan adayı McCain’in oylarını artırırken, tam da bu sıralarda patlayan ekonomik kriz Demokrat Partinin adayı Obama’nın oylarını artırmıştır.
Her iki gücünde kullandığı dil farklılık göstermektedir. Güvenlik, önleyici vuruş, askeri kapasite, savaş, nükleer bomba vb kavramlar hangi ülkelerin gündeminde ön planda, ekonomik ilişkiler, karşılıklı bağımlılık, diyalog, küreselleşme, kazan/kazan formülü, sivil toplum vs. kavramları kimler daha çok kullanıyor. Bu açıdan bakınca ABD’nin mevcut yöneticileri ile Rusya’nın ya da İran’ın yönetim kademeleri arasında söylem farkı var mı? Çin nerede duruyor ve ne ile meşgul? Türkiye sıcak krizleri yatıştırma gayretleri ve komşuları ile sıfır sorun anlayışı ile hangi anlayışa daha yakın?
Türkiye nerede duruyor?
SSCB’nin dağılmasından sonra Türkiye’nin yakın çevresinde büyük bir güç mücadelesi yaşanmaktadır. Hazar ve Ortadoğu enerji merkezleri olarak sıcak çatışma bölgesidir. Irak’ta yaşanan savaş hali, Balkanlar’da süren belirsizlikler, Kafkaslardaki istikrarsızlığın çok uzun süreceği aşikardır. 1974’den bu yana Kıbrıs, 1984 yılından bu yana uğraştığı bölücü terör sorunlarını çözemeyen Türkiye bölgesel ya da küresel bir güç müdür?
Soru bu şekilde kurgulanınca cevap elbette hayır olacaktır. Zira, kendi sorunlarını çözemeyen, çevresindeki sorunlarda söz sahibi olmayan bir ülke bırakın küresel güç olmayı bölgesel güç de olamaz.
Soru başka şekilde kurgulandığında; dünyanın beşinci büyük ordusuna ve 300 milyar doları aşan dış ticaret hacmi, 650 milyar doları aşan milli geliriyle bölgesinde güçlü bir ekonomiye sahip, dünya uluslar topluluğunda bütün organizasyonlarda yer alan, Balkanlar’da, Kafkaslar’da, Ortadoğu’da, Orta Asya’da özgün politikalarını şu veya bu şekilde geliştirebilen, bölgesinde 73 milyonluk nüfusu ile güçlü bir ülke olarak söz sahibi olan, tarihi derinliği ve kültürel genişliği ile Türkiye bölgesel bir güç müdür? Cevap: elbette bölgesel güçtür.
Türkiye son 20 yıldır bölgesel güç olma yolunda önemli adımlar atmıştır. Savunma sanayisindeki gelişmeler, bu alanda kendine yeterlilik çalışmaları ve askeri kapasitesini yüksek tutma gayretleri nedeniyle askeri kapasite itibariyle bölgesel bir güçtür. Son yıllarda yaptığı ataklarla bölgesinde önemli bir ekonomik güç haline gelmiştir. Milli güç unsurları itibariyle kültürel üretim hızla artmakta, Türk TV yayınları Avrupa, Balkanlar, Kafkaslar, Orta Asya ve Ortadoğu’da giderek daha çok izlenir, Türk dizileri ve müziği daha popüler hale gelirken, Türkiye’de paralel bir süreç yaşanmakta ve yabancı kültürlerin etkileri azalmaktadır.
SSCB’nin dağılması Türkiye’nin önüne büyük fırsatlar çıkarmıştır. Bu fırsatların iyi değerlendirilmediği ifade edilmekle beraber 1990’lı yıların başına kadar hiç olmadığı coğrafyalarda Türkiye artık var ve gittikçe güçlenmektedir. Ayrıca soydaş ve akraba devletlerin bağımsızlıkları ve gittikçe güçlenmeleri Türkiye tarafından hiçbir adım atılmasa dahi Türk milleti adına bir kazanç olmaktadır. Bölgesel güç olmanın ötesinde küresel bir aktör olabilmek için dünyanın her yerinde çıkarlarımızın olması gerekmektedir ki, bu da yavaş yavaş oluşmaktadır. Türk iş adamları, tüccarlar dünyanın dört bir yanında ticaret yapmaktadırlar.
Bu tarihsel dönemeçte Türkiye’nin enerjisinin önemli bir kısmını Avrupa Birliği ile ilişkilere harcarken fırsatları değerlendirme adına bazı hataların yapıldığı söylenmektedir. Ancak, AB organlarının isteği ile yapılan pek çok reformun ülke ve millet menfaatine uygun olduğu da açıktır. Bu reformları yapmadan bölgesel güç olmak mümkün değildir.
2000’li yılları Türk yüzyılı yapacak fırsatlar hızla Türkiye’nin üzerine gelmektedir. Arzu etmese de bölgenin imkanları ve gelecekte dünya için ifade ettiği anlam bugünkü konumunu devam ettirmeye imkân vermeyecektir.
Türkiye’nin gayretleri dışında SSCB dağılmış, kardeş devletler ortaya çıkmıştır. Irak’a yapılan müdahale tamamen Türkiye’nin dışındaki güçlerin tercihleri sonucu oluşan bir durumdur. Irak’ta, Gürcistan’da olanlar Türkiye’nin dışında olmakla beraber Türkiye’yi de içine alan olaylardır ve hayati çıkarlarını tehdit edecek gelişmelerdir. Dolayısıyla Türkiye’nin dışında alınan kararların Türkiye’ye bir maliyetinin olduğu ve olacağı açıktır Türkiye’nin tarafsız kalma ihtimali bulunmamaktadır.
Rusya’nın enerji kaynaklarını dış politikasının bir aracı haline getirmesi ve AB’nin Rusya’ya bağımlı olmak istememesi Türkiye’yi alternatif enerji temin güzergahı haline getirmiştir.
Bu gelişmeler fırsata dönüştürülebilir mi?
Öncelikle bir paradoksu ortaya koymamız gerekmektedir. Ekonomik yönden fırsatları değerlendirip güçlenirken, askeri yönden sıkışmakta ve kendimizi daha güvensiz hissetmekteyiz.
Bu durum 2002 yılına kadar tersineydi. Ekonomik yönden krizlerle boğuşup dururken, güvenlik açısından göreceli olarak daha iyi durumdaydık, bölücü terör durmuş, elebaşı yakalanmıştı. Güvenlik açısından elde edilen başarı ekonomik alanda bir türlü elde edilemiyordu.
Bu paradoks gibi gözüken durum, yukarıda açıklamaya çalıştığımız dünya güç dengeleri birlikte değerlendirildiğinde anlamlı hale gelmektedir. Bizim yapacağımız şey aslında güç dengeleri üzerinde sörf yapmasını bilmekten ibarettir.
ABD’yi geliştiren ve büyüten mücadelenin Türkiye’de şartlarının oluşturulması, içeride siyaseti üreten güçler arasındaki dengenin yeniden kurulması gerekmektedir. Aslında bu yavaş yavaş oluşmaktadır. Nitekim devletle sorunlu olduğu düşünülen, hatta tehdit olarak görülen kesimlerin iktidarda şu veya bu şekilde bulunmaları durumunda ülkenin kalkınması için gösterdikleri gayret sonuçları itibariyle ülke yararına olmuştur. Var olan derin güvensizlik, kısmen korunmasında fayda olsa da, birbirini düşman görecek boyutlardan çıkarılmalıdır.
Sonsöz;
Türkiye kendisi ile boğuşmaktan vazgeçip toparlandığı takdirde yeniden küresel bir güç olmanın bütün imkanlarına sahiptir. Ancak, küresel anlamda bir güç olmak ne kadar isabetli olacaktır? Ben şahsen bütün dünya ile barış içinde ilgilenmek gerektiğine inanıyorum. Tanımı gereği hegoman olması gereken “küresel güç” Türkiye için ne kadar istenilebilecek bir şey buna emin değilim. Her geçen gün dünyanın merkezi haline gelen bir bölgede “bölgesel güç” olarak ayakta kalmak büyük başarı olacaktır. Adriyatik’ten Çin’e bu gücün barış içinde, insan hakları ve adalet temelli olarak derinleştirilmesi önümüzdeki yüzyılın başlıca konusu olmalıdır.
Makaleyi fikri ve edebi bakımdan yorumlayabilir misin?
Bu makale, tarihsel bir perspektiften yola çıkarak Osmanlı İmparatorluğu’nun küresel güçten bölgesel bir aktöre dönüşümünü, dünya ticaret yollarının değişimini ve Türkiye’nin modern dünyadaki jeopolitik konumunu ele alan oldukça derin ve kapsamlı bir metin. Hem fikri hem de edebi açıdan değerlendirdiğimde şu görüşleri sunabilirim:
Fikri Açıdan Değerlendirme;
- Tarihsel Analiz ve Tez:
- Makale, tarihin büyük olaylardan ziyade küçük ve birikimli gelişmelerin sonucu olarak şekillendiği tezini öne sürüyor. Bu, klasik tarih anlayışına bir eleştiri getirerek daha nüanslı bir bakış açısı sunuyor. Osmanlı’nın küresel ticaretteki rolünün Amerika’nın keşfi ve sömürgecilikle nasıl zayıfladığına dair sunduğu argümanlar, tarihsel gerçeklere dayalı ve ikna edici.
- Barbaros Hayrettin Paşa’nın Amerika seferi önerisinin reddedilmesini bir kırılma noktası olarak ele alması ilginç bir detay. Bu, Osmanlı yönetiminin stratejik vizyon eksikliğini vurguluyor ve “ya olsaydı” sorusunu düşündürüyor. Ancak bu tür bir kararın tüm sonuçlarını bu tek olayla açıklamak biraz indirgemeci olabilir; daha geniş sosyo-ekonomik ve politik dinamikler de etkiliydi.
- Jeopolitik ve Ekonomik Perspektif:
- İpek Yolu’nun yeniden canlanması ve deniz ticaretinin karaya kayması fikri, günümüzün jeopolitik gerçekleriyle uyumlu. Çin’in “Bir Kuşak Bir Yol” projesi, Avrupa Birliği’nin altyapı girişimleri ve ABD’nin deniz hakimiyetine karşı alternatif arayışlar gibi somut örnekler, makalenin öngörülerini destekliyor.
- ABD’nin Osmanlı’nın 15-16. yüzyıldaki konumuna benzetilmesi, hegemonik güçlerin ticaret yollarını kontrol etme stratejilerinin sürekliliğini gösteriyor. Ancak ABD’nin modern teknolojilerle bu hakimiyeti sürdürme kapasitesi, Osmanlı’dan çok daha karmaşık bir tablo sunuyor.
- Türkiye’nin Konumu:
- Türkiye’nin jeopolitik avantajları (konum, tarihsel miras, demografik yapı) ve buna karşılık iç dinamiklerdeki çelişkiler (asker-siyaset-tüccar dengesi, bürokrasinin dönüşümü) detaylı bir şekilde işlenmiş. Türkiye’nin bölgesel güç olma potansiyeli ile küresel güç olma ihtimali arasındaki ayrım, gerçekçi bir sorgulama içeriyor.
- Makalenin sonunda “küresel güç” yerine “bölgesel barış gücü” olma önerisi, idealist bir vizyon sunarken pragmatik bir çekinceyi de yansıtıyor. Bu, Türkiye’nin dış politikada “komşularla sıfır sorun” gibi geçmiş deneyimlerini hatırlatıyor ve günümüzdeki karmaşık ilişkilerle tezat oluşturuyor.
- Eleştirel Noktalar:
- Finans kapital ile askeri-endüstriyel kompleks arasındaki çatışma tezi, küresel güç dinamiklerini anlamada güçlü bir çerçeve sunuyor. Ancak bu ikili ayrım, terörizm gibi asimetrik aktörlerin rolünü yeterince açıklamıyor. Terörün bu iki gruba nasıl hizmet ettiği sorusu havada kalıyor.
- Makale, ABD’nin hegemonyasına alternatif olarak İpek Yolu’nun karasal ticaret yollarını öne çıkarıyor, fakat bu yolların güvenliği ve altyapı zorlukları gibi pratik meselelere yeterince değinmiyor.
Edebi Açıdan Değerlendirme
- Üslup ve Anlatım:
- Metin, akademik bir makale ile deneme arasında bir yerde duruyor. Tarihsel olayları hikâyeleştirerek aktarması (örneğin, Kolomb’un seferleri veya Barbaros’un talebi), okuyucunun ilgisini çekiyor ve konuyu canlı kılıyor. Ancak bu hikâyeleştirme bazen analitik keskinliği gölgeliyor.
- Dil, yer yer retorik sorularla zenginleştirilmiş (“Terörist örgütler bu mücadeleyi kazansalar dünyada ne değişecek?”). Bu, okuyucuyu düşünmeye sevk ederken, cevapların açıkça verilmemesi bir eksiklik olarak hissedilebilir.
- Yapı ve Akış:
- Makale, geçmişten günümüze kronolojik bir akış izliyor ve başlıklarla (Tarihte ne oldu? Şimdi ne oluyor? Türkiye dönüşüyor, vb.) yapılandırılmış. Bu, karmaşık konuları düzenli bir şekilde sunuyor. Ancak bazı bölümler (özellikle “Dünya çatışıyor” kısmı) çok fazla alt konuya dallanıp ana tezden uzaklaşıyor gibi görünüyor.
- Uzun paragraflar ve yoğun bilgi akışı, metni zaman zaman ağırlaştırıyor. Daha kısa cümleler ve ara başlıklar, okunabilirliği artırabilirdi.
- Duygusal ve Felsefi Ton:
- Makalenin sonunda barış ve adalet vurgusu, yazıya duygusal bir derinlik katıyor. “Türkiye kendisiyle boğuşmaktan vazgeçerse” gibi ifadeler, hem bir eleştiri hem de bir umut içeriyor. Bu, metni salt bir analiz olmaktan çıkarıp bir çağrıya dönüştürüyor.
- Yer yer kullanılan ironik ton (“Küresel güç olmak ne kadar isabetli olacaktır?”), yazarın mesafeli ve sorgulayıcı duruşunu yansıtıyor.
Genel Değerlendirme
Fikri açıdan, makale tarihsel derinlik ile güncel jeopolitik analizleri ustalıkla harmanlıyor ve Türkiye’nin küresel sistemdeki yerini anlamak için zengin bir perspektif sunuyor. Ancak bazı tezler daha fazla somut veriyle desteklenebilirdi. Edebi açıdan ise akıcı ve etkileyici bir üsluba sahip, fakat yoğunluğu ve uzunluğu nedeniyle genel okuyucu kitlesi için biraz yorucu olabilir. Akademik çevreler veya konuya özel ilgi duyanlar için ise oldukça tatmin edici bir metin.
Türkiye’nin küresel güç olma potansiyeli nedir sence?
Türkiye’nin küresel güç olma potansiyelini değerlendirmek için hem makaledeki argümanları hem de güncel gerçekleri göz önünde bulundurarak bir analiz yapabilirim. Türkiye’nin bu potansiyeli, jeopolitik konumu, ekonomik kapasitesi, askeri gücü, kültürel etkisi ve iç dinamikleri gibi unsurlara bağlı. Aşağıda bu unsurları detaylıca inceleyip fikrimi sunacağım:
- Jeopolitik Konum ve Stratejik Avantajlar
- Avantajlar: Türkiye, Avrasya’nın tam kalbinde yer alıyor; Avrupa, Asya ve Ortadoğu’yu birbirine bağlayan bir köprü. Tarihi İpek Yolu’nun modern versiyonu olan Çin’in “Bir Kuşak Bir Yol” projesi gibi girişimler, Türkiye’yi yeniden ticaret yollarının merkezi haline getirme potansiyeline sahip. Ayrıca enerji nakil hatları (örneğin, TANAP, TürkAkım) Türkiye’yi enerji jeopolitiğinde kritik bir aktör yapıyor.
- Sınırlamalar: Bu stratejik konum, aynı zamanda Türkiye’yi çatışma bölgelerinin (Suriye, Irak, Kafkaslar) ortasında bırakıyor. Makalede de belirtildiği gibi, “Türkiye’nin tarafsız kalma ihtimali bulunmamaktadır.” Bu durum, küresel güç olmaktan ziyade bölgesel krizlerle uğraşmayı zorunlu kılıyor.
- Ekonomik Kapasite
- Avantajlar: Türkiye, 2023 itibarıyla nominal GSYİH’si yaklaşık 1 trilyon dolar civarında olan bir ekonomi (IMF ve Dünya Bankası verilerine göre). Dış ticaret hacmi 500 milyar doları aşmış durumda ve Türk şirketleri Afrika’dan Orta Asya’ya geniş bir coğrafyada faaliyet gösteriyor. Makaledeki “tüccarların dünyanın dört bir yanında ticaret yapması” vurgusu, bu küresel ekonomik yayılımı doğruluyor.
- Sınırlamalar: Ancak Türkiye’nin ekonomisi hala dış borç, enflasyon ve kur dalgalanmaları gibi yapısal sorunlarla mücadele ediyor. Küresel bir güç için gerekli olan ekonomik istikrar ve teknolojik liderlik (örneğin, ABD veya Çin gibi) henüz tam anlamıyla sağlanmış değil. Deniz ticaretindeki hız ve lojistikteki geri kalmışlık da (makaledeki 40-45 gün örneği) bir dezavantaj.
- Askeri Güç
- Avantajlar: Türkiye, NATO’nun en büyük ikinci ordusuna sahip ve savunma sanayinde önemli adımlar atmış durumda (SİHA’lar, yerli tank ve füze sistemleri). Makaledeki “dünyanın beşinci büyük ordusu” ifadesi, bu kapasiteyi yansıtıyor. Libya, Azerbaycan ve Suriye’deki operasyonlar, Türkiye’nin askeri projeksiyon yeteneğini gösteriyor.
- Sınırlamalar: Küresel güç olmak, sadece bölgesel askeri etki değil, okyanus ötesi operasyonel kapasite gerektirir (örneğin, ABD’nin uçak gemileri veya Çin’in Pasifik’teki donanması). Türkiye’nin askeri gücü daha çok bölgesel savunma ve caydırıcılık odaklı.
- Kültürel ve Yumuşak Güç
- Avantajlar: Türk dizileri, müziği ve turizmi, Balkanlar’dan Orta Asya’ya kadar geniş bir coğrafyada etkili. Makaledeki “kültürel üretim hızla artmakta” tespiti, bu yumuşak gücün yükselişini işaret ediyor. Ayrıca Osmanlı mirası ve Türk dünyasıyla bağlar, Türkiye’ye eşsiz bir diplomatik derinlik sağlıyor.
- Sınırlamalar: Yumuşak güç, küresel çapta bir ideoloji veya evrensel değerler sunmadığında sınırlı kalır. ABD’nin Hollywood’u veya Çin’in Konfüçyüs Enstitüleri gibi sistematik bir yumuşak güç stratejisi, Türkiye’de henüz tam anlamıyla kurumsallaşmadı.
- İç Dinamikler ve Siyasi İstikrar
- Avantajlar: Makalede belirtilen “dört bileşen” (askerler, bürokrasi, siyaset, tüccarlar) arasındaki dönüşüm, Türkiye’nin daha esnek ve dışa açık bir yapıya evrilmesini sağlıyor. AB reformları ve özelleştirme gibi adımlar, modern bir devletin temellerini güçlendirebilir.
- Sınırlamalar: Ancak iç siyasetteki kutuplaşma, ekonomik krizler ve güvenlik tehditleri (PKK, mülteci krizi) enerji kaybına yol açıyor. Makalenin “Türkiye kendisiyle boğuşmaktan vazgeçirse” vurgusu, bu iç uyum eksikliğinin küresel güç olma yolundaki en büyük engel olduğunu ima ediyor.
Türkiye Küresel Güç Olabilir mi?
- Potansiyel: Türkiye’nin mevcut kaynakları ve konumu, onu “bölgesel süper güç” kategorisine rahatlıkla yerleştiriyor. Ancak küresel güç olmak, ABD, Çin veya tarihsel olarak İngiltere gibi aktörlerin sahip olduğu ölçekte bir etki gerektiriyor: dünya ticaretini domine etme, teknolojik liderlik, küresel finans sisteminde söz sahipliği ve okyanus ötesi askeri varlık. Türkiye bu alanlarda henüz yeterli değil, ama potansiyeli var. Özellikle İpek Yolu’nun yeniden canlanması ve enerji jeopolitiğindeki rolü, uzun vadede bu potansiyeli artırabilir.
- Gerçekçi Hedef: Makalenin sonunda önerildiği gibi, Türkiye için “küresel hegemon” olmaktan ziyade “bölgesel barış gücü” olmak daha ulaşılabilir ve anlamlı bir hedef. Adriyatik’ten Çin’e uzanan bir barış ve ticaret ağı kurma vizyonu, Türkiye’nin tarihsel mirasına da uygun.
Benim Görüşüm
Türkiye’nin küresel güç olma potansiyeli, teorik olarak mevcut; ancak pratikte bu, ciddi bir iç dönüşüm (siyasi istikrar, ekonomik bağımsızlık) ve dış koşulların (ABD’nin zayıflaması, Çin’in karasal projelerinin başarısı) elvermesiyle mümkün. Şu anki gidişat, Türkiye’yi bölgesel bir lider yapıyor, ama küresel liderlik için daha fazla zaman, strateji ve kaynak birikimi gerekiyor. Ben, Türkiye’nin küresel güç olmaktan çok, “kendi bölgesinde vazgeçilmez bir aktör” olarak yükselmesinin hem daha gerçekçi hem de dünya barışı açısından faydalı olacağına inanıyorum.
Küresel güç olma yolunda ümmetçilik bir vizyon sağlar mı?
Ümmetçilik, yani İslam dünyasını birleştirme ve liderlik etme fikri, Türkiye’nin küresel güç olma yolunda bir vizyon olarak düşünülebilir mi sorusu, hem tarihsel hem de güncel bağlamda derin bir analiz gerektiriyor. Bu vizyonun potansiyel avantajlarını, sınırlamalarını ve pratik uygulanabilirliğini değerlendirerek fikrimi sunacağım.
Ümmetçilik Nedir ve Türkiye İçin Ne Anlama Gelir?
Ümmetçilik, İslam dünyasının (ümmetin) birliğini hedefleyen bir ideoloji veya siyasi projedir. Tarihsel olarak Osmanlı İmparatorluğu, bu vizyonu hilafet makamı üzerinden kısmen gerçekleştirmişti. Makalede de Osmanlı’nın “dünyanın bütün problemleri ile ilgilenmesi” ve “ticaret yollarını güvenlik içinde tutması” gibi unsurlar, ümmetçiliğin pratikte nasıl bir küresel etki yaratabileceğini gösteriyor. Günümüzde ise Türkiye’nin ümmetçilik vizyonu, AK Parti döneminde sıkça vurgulanan “İslam dünyasının lideri” olma söylemiyle yeniden gündeme geldi.
Ümmetçiliğin Küresel Güç Vizyonu Olarak Avantajları
- Kültürel ve Tarihi Temel:
- Türkiye, Osmanlı’dan miras kalan bir “ümmet liderliği” hafızasına sahip. Balkanlar, Ortadoğu ve Orta Asya’daki Müslüman topluluklar, Türkiye’yi hala bir referans noktası olarak görebiliyor. Makaledeki “tarihi derinlik” vurgusu, bu yumuşak güç potansiyelini destekliyor.
- Türk dizileri, yardım kuruluşları (TİKA, Kızılay) ve dini diplomasi (Diyanet İşleri’nin uluslararası faaliyetleri), ümmetçi bir vizyonun altyapısını oluşturuyor.
- Demografik ve Coğrafi Kapsam:
- Dünya Müslüman nüfusu yaklaşık 1.8 milyar (2023 itibarıyla). Türkiye, bu kitlenin jeopolitik merkezinde yer alıyor. Ümmetçilik, teorik olarak bu geniş coğrafyayı birleştirip Türkiye’yi bir çekim merkezi haline getirebilir.
- İdeolojik Çekicilik:
- Batı hegemonyasına karşı bir alternatif arayan Müslüman ülkeler için ümmetçilik, anti-emperyalist bir söylemle birleştirildiğinde cazip hale gelebilir. Türkiye’nin Filistin meselesindeki tutumu, Katar’la ilişkileri ve Somali gibi ülkelerdeki varlığı, bu vizyonun pratikteki yansımaları.
- Ekonomik ve Askeri İşbirliği Potansiyeli:
- İslam İşbirliği Teşkilatı (İİT) gibi platformlar üzerinden ekonomik ve askeri ittifaklar kurulabilir. Türkiye’nin savunma sanayisindeki yükselişi (SİHA’lar gibi), ümmetçi bir vizyonla Müslüman ülkelere teknoloji transferi veya ortak savunma projeleri sunabilir.
Ümmetçiliğin Sınırlamaları ve Zorlukları
- İslam Dünyasındaki Bölünmüşlük:
- Ümmetçilik, teoride birleştirici bir vizyon sunsa da pratikte İslam dünyası mezhepsel (Sünni-Şii), etnik (Arap, Türk, Fars) ve siyasi (monarşi, cumhuriyet, otokrasi) açılardan derin şekilde bölünmüş durumda. Örneğin, Suudi Arabistan ve İran gibi bölgesel güçler, Türkiye’nin liderliğini kolayca kabul etmez. Makaledeki “iç dinamiklerdeki çelişkiler” burada da geçerli: Ümmet içinde bile bir “kendisiyle boğuşma” hali var.
- Laiklik ve Ulus-Devlet Gerilimi:
- Türkiye, Cumhuriyetin kuruluşundan beri laik bir devlet yapısına sahip. Ümmetçilik, bu yapıyla çelişebilir ve iç politikada kutuplaşmayı artırabilir. Makaledeki “askerler, bürokrasi, siyaset, tüccarlar” dengesi, ümmetçi bir vizyonun seküler kesimlerde dirençle karşılaşabileceğini gösteriyor.
- Küresel Sisteme Entegrasyon Sorunu:
- Küresel güç olmak, sadece Müslüman dünyasını değil, tüm dünyayı kapsayan bir etki gerektirir. Ümmetçilik, Batı ile ilişkileri zorlaştırabilir (örneğin, NATO üyeliği veya AB ile ticaret). Makaledeki “deniz ticaretinin %90’ı ABD kontrolünde” tespiti, Türkiye’nin Batı sisteminden kopmasının ekonomik ve askeri risklerini hatırlatıyor.
- Rakip Vizyonlar:
- İslam dünyasında liderlik iddiası olan başka aktörler var: Suudi Arabistan (dini meşruiyet), İran (devrim ihracı), hatta Malezya (ılımlı İslam modeli). Türkiye’nin ümmetçiliği, bu rakiplerle çatışmayı gerektirebilir, ki bu da birleşme yerine yeni ayrılıklar doğurabilir.
- Pratik Uygulanabilirlik:
- Ümmetçilik, somut bir ekonomik veya siyasi proje sunmakta zorlanabilir. Örneğin, İİT’nin bugüne kadarki etkisizliği, ümmetçi bir birliğin pratikte nasıl işleyeceğine dair şüphe uyandırıyor. Makaledeki “İpek Yolu’nun canlanması” gibi projeler daha evrensel ve uygulanabilir bir vizyon sunuyor.
Türkiye İçin Ümmetçilik Ne Kadar Gerçekçi?
- Tarihsel Perspektif: Osmanlı, ümmetçiliği hilafet üzerinden yürütürken bile bunu pragmatik bir yönetimle dengelemişti. Bugünün dünyasında ise ulus-devletler ve küresel kapitalizm, ümmetçi bir birliği zorlaştırıyor.
- Güncel Durum: Türkiye’nin İslam dünyasındaki etkisi artıyor (örneğin, Katar ve Somali’deki üsler, Azerbaycan’a destek), ama bu etki daha çok ulusal çıkarlar ve bölgesel ittifaklar üzerinden şekilleniyor, saf bir ümmetçilikten ziyade. Filistin meselesindeki liderlik bile, ümmetten çok uluslararası bir ahlaki duruş olarak algılanıyor.
- Küresel Güç Bağlamı: Ümmetçilik, Türkiye’yi Müslüman dünyasında lider yapabilir, ama küresel güç için yeterli değil. ABD, Çin veya Rusya gibi aktörler, dini değil seküler/ekonomik/askeri hegemonyalarla yükseliyor. Türkiye’nin ümmetçiliği, ancak bu unsurlarla desteklenirse küresel bir vizyona dönüşebilir.
Benim Görüşüm
Ümmetçilik, Türkiye’ye bölgesel bir liderlik vizyonu sağlayabilir ve yumuşak gücünü artırabilir, ancak küresel güç olma yolunda tek başına yeterli bir vizyon değil. İslam dünyasının birliğini sağlamak, mevcut siyasi ve kültürel gerçekler ışığında aşırı iyimser bir hedef. Türkiye’nin küresel güç potansiyeli, ümmetçilikten çok, jeopolitik konumunu, ekonomik büyümesini ve evrensel bir barış/ticaret vizyonunu birleştirmesine bağlı.
Bunun yerine, ümmetçiliği bir “ek araç” olarak kullanmak daha mantıklı olabilir: Müslüman dünyasıyla dayanışmayı artırmak, ama bunu İpek Yolu gibi seküler projelerle ve Batı ile ilişkileri koruyarak dengelemek. Makaledeki “bölgesel barış gücü” fikri, ümmetçiliği de kapsayabilecek şekilde genişletilirse, Türkiye’ye hem Müslüman dünyada hem de küresel arenada daha güçlü bir rol sunabilir.
Turancılık ya da Türkçülük küresel güç olma yolunda Türkiye’ye nasıl bir perspektif kazandırır?
Turancılık ya da Türkçülük, Türkiye’nin küresel güç olma yolunda bir vizyon olarak değerlendirildiğinde, ümmetçilikten farklı bir perspektif sunar. Türk dünyasını birleştirme ve Türk milletinin ortak kimliğini vurgulama hedefi, hem tarihsel hem de modern bağlamda Türkiye’ye belirli avantajlar ve sınırlamalar getirebilir. Bu ideolojinin küresel güç olma potansiyelini jeopolitik, ekonomik, kültürel ve siyasi açılardan inceleyerek fikrimi sunacağım.
Turancılık/Türkçülük Nedir ve Türkiye İçin Ne Anlama Gelir?
Turancılık, tüm Türk halklarını (Türkiye, Azerbaycan, Türkmenistan, Özbekistan, Kazakistan, Kırgızistan ve diğer Türk toplulukları) birleştirme idealine dayanır; Türkçülük ise daha çok Türk kimliğinin ve dilinin yüceltilmesini hedefler. Osmanlı’nın son dönemlerinde ve Cumhuriyetin erken yıllarında etkili olan bu fikirler, günümüzde Türk Devletleri Teşkilatı (TDT) gibi somut adımlarla yeniden canlanıyor. Makaledeki “SSCB’nin dağılmasından sonra kardeş devletlerin ortaya çıkması” ve “Türk iş adamlarının dünyanın dört bir yanında ticaret yapması” gibi ifadeler, bu vizyonun altyapısına işaret ediyor.
Turancılığın Küresel Güç Vizyonu Olarak Avantajları
- Jeopolitik ve Demografik Potansiyel:
- Türk dünyası, yaklaşık 160-200 milyonluk bir nüfusu kapsıyor (Türkiye dahil). Orta Asya’dan Sibirya’ya, Kafkaslar’dan Balkanlar’a uzanan bu coğrafya, stratejik bir derinlik sunuyor. Makaledeki “İpek Yolu’nun canlanması” vurgusu, Türk dünyasının bu ticaret yolunun kilit noktalarında yer aldığını gösteriyor (örneğin, Azerbaycan ve Orta Asya ülkeleri).
- Enerji kaynakları (Hazar Denizi’ndeki petrol ve doğalgaz) ve lojistik hatlar (Bakü-Tiflis-Ceyhan boru hattı), Türkiye’yi Türk dünyasıyla birleştiren bir merkez haline getirebilir.
- Tarihsel ve Kültürel Bağlar:
- Türkçülük, ortak dil, tarih ve kültür üzerinden bir dayanışma sağlayabilir. Makaledeki “Türk TV yayınlarının Balkanlar, Kafkaslar, Orta Asya’da izlenmesi” gibi örnekler, bu yumuşak gücün zaten işlediğini gösteriyor. Turancılık, bu etkiyi daha sistematik bir vizyona dönüştürebilir.
- Osmanlı ve Selçuklu mirası, Türkiye’ye Türk dünyasında bir “ağabey” rolü verebilir.
- Ekonomik ve Askeri İşbirliği:
- Türk Devletleri Teşkilatı, ekonomik entegrasyon (ortak pazar, gümrük birliği) ve askeri işbirliği (ortak tatbikatlar, savunma sanayi projeleri) için bir zemin sunuyor. Türkiye’nin SİHA’ları Azerbaycan’da, Türkmenistan’da ve Kazakistan’da ilgi görüyor; bu, bir Türk savunma ittifakının temelini atabilir.
- Orta Asya’daki zengin doğal kaynaklar (uranyum, altın, petrol), Türkiye’nin ekonomik gücünü artırabilir.
- Bağımsız Bir Blok Oluşturma Potansiyeli:
- Turancılık, Türkiye’yi Batı (ABD/NATO) ve Doğu (Çin/Rusya) arasında bağımsız bir güç merkezi yapabilir. Türk dünyası, ne ümmetçilik gibi dini bir çerçeveye ne de Batı tipi liberalizme sıkışmadan, kendine özgü bir kimlikle küresel arenada yer alabilir.
Turancılığın Sınırlamaları ve Zorlukları
- Türk Dünyasındaki Heterojenlik:
- Türk devletleri arasında dil ve kültür ortak olsa da, siyasi sistemler (Kazakistan ve Türkmenistan’daki otokrasiler vs. Türkiye’nin demokrasisi), ekonomik gelişmişlik düzeyleri ve dış politik bağımlılıklar (Rusya ve Çin’e yakınlık) farklılık gösteriyor. Makaledeki “İpek Yolu güzergahındaki ülkelerin uluslararası sisteme entegre olma çabaları” bu çeşitliliği yansıtıyor; ancak bu entegrasyon, Türkiye’nin liderliğini zorlaştırabilir.
- Rusya ve Çin Faktörü:
- Orta Asya, tarihsel olarak Rusya’nın, son yıllarda ise Çin’in nüfuz alanında. Turancılık, bu iki büyük güçle çatışmayı gerektirebilir. Örneğin, Çin’in “Bir Kuşak Bir Yol” projesi, Türk dünyasını Türkiye’den çok Pekin’e bağlama riski taşıyor. Rusya ise Türk devletlerini “arka bahçesi” olarak görüyor ve TDT’ye şüpheyle yaklaşıyor.
- Küresel Kapsayıcılık Eksikliği:
- Turancılık, ümmetçilik gibi, belirli bir etnik/dil grubuna odaklanır. Küresel güç olmak için ise evrensel bir vizyon (örneğin, ABD’nin “özgürlük” ideali veya Çin’in “kalkınma” modeli) gerekir. Türk dünyası birleşse bile, bu blok Afrika, Latin Amerika veya Avrupa’yı etkileme kapasitesinden yoksun kalabilir.
- İç Politik Riskler:
- Türkçülük, Türkiye’de Kürt meselesi gibi etnik hassasiyetleri tetikleyebilir. Makaledeki “iç dinamiklerdeki dönüşüm” vurgusu, bu tür bir vizyonun iç uyumu zorlayabileceğini ima ediyor. Ayrıca, seküler-laik kesimlerle milliyetçi kesimler arasında gerilim artabilir.
- Kaynak ve Ölçek Sınırlamaları:
- Türk dünyasının toplam ekonomik ve askeri gücü, ABD, Çin veya AB gibi küresel aktörlerle rekabet edecek ölçekte değil. Türkiye’nin liderliği, bu ülkeleri birleştirmek için ciddi bir maddi ve diplomatik yatırım gerektirir ki, mevcut ekonomik koşullar bunu sınırlıyor.
Türkiye İçin Turancılık Ne Kadar Gerçekçi?
- Tarihsel Perspektif: Turancılık, 20. yüzyıl başında Enver Paşa gibi figürler tarafından hayal edilmiş, ancak pratikte başarısız olmuştu (Basmacı İsyanı gibi). Bugün ise SSCB’nin dağılmasıyla daha gerçekçi bir zemin var; TDT bunun bir göstergesi.
- Güncel Durum: Türkiye, Azerbaycan’la (Karabağ zaferi), Kazakistan’la (yatırımlar) ve Özbekistan’la (ticaret) ilişkilerini güçlendiriyor. Ancak bu ilişkiler, Turancı bir ideolojiden çok pragmatik çıkarlara dayalı. Türk dünyası birleşse bile, bu birliğin küresel bir güç projeksiyonu yaratması için daha fazla entegrasyon ve liderlik gerekiyor.
- Küresel Güç Bağlamı: Turancılık, Türkiye’ye Avrasya’da güçlü bir blok liderliği sağlayabilir, ama bu blokun küresel hegemonyaya ulaşması, ABD veya Çin gibi aktörlerin zayıflamasına ve Türk dünyasının iç kapasitesinin dramatik şekilde artmasına bağlı.
Benim Görüşüm
Turancılık/Türkçülük, Türkiye’ye küresel güç olma yolunda ümmetçilikten daha somut bir perspektif sunar, çünkü coğrafi olarak daha kompakt, kültürel olarak daha homojen ve ekonomik/askeri işbirliği için daha uygulanabilir bir zemin var. Özellikle İpek Yolu’nun canlanması ve enerji jeopolitiği, Türk dünyasını birleştirerek Türkiye’yi Avrasya’da vazgeçilmez bir aktör yapabilir. Ancak bu vizyon, küresel güç için yeterli değil; yalnızca bölgesel bir süper güç yaratır.
Türkiye’nin Turancılığı küresel bir vizyona çevirmesi için:
- Türk dünyasını birleştirecek ekonomik bir proje (örneğin, ortak bir enerji pazarı) geliştirmesi,
- Rusya ve Çin’le rekabet yerine işbirliği yolları bulması (makaledeki “güç dengeleri üzerinde sörf yapma” fikri burada geçerli),
- Türk kimliğini evrensel değerlerle (barış, ticaret, teknoloji) harmanlaması gerekir.
Sonuç olarak, Turancılık Türkiye’ye güçlü bir Avrasya perspektifi kazandırır, ancak küresel liderlik için bu vizyonun ötesine geçip tüm dünyayı kapsayan bir stratejiye ihtiyaç var. Ben, Türkiye’nin Turancılığı bir “ara adım” olarak kullanıp, bunu İpek Yolu gibi evrensel projelerle desteklemesinin daha etkili olacağına inanıyorum.
“tüm dünyayı kapsayan bir strateji” olarak ne önerirsin?
Türkiye’nin küresel güç olma yolunda “tüm dünyayı kapsayan bir strateji” geliştirmesi, yalnızca bölgesel avantajlarını (jeopolitik konum, Türk dünyası, İslam dünyası) kullanmakla yetinmeyip, evrensel bir vizyon ve etki alanı yaratmasını gerektirir. Bu strateji, ekonomik, kültürel, teknolojik ve diplomatik unsurları birleştirerek Türkiye’yi küresel ölçekte vazgeçilmez bir aktör haline getirmeli. Aşağıda, böyle bir strateji için somut öneriler sunuyorum:
- Ekonomik Temel: Küresel Ticaret ve Lojistik Merkezi Olmak
- Vizyon: Türkiye’yi, İpek Yolu’nun modern versiyonunda (Bir Kuşak Bir Yol gibi) yalnızca bir geçiş noktası değil, küresel ticaretin koordinasyon merkezi yapmak.
- Öneriler:
- Lojistik Devrimi: Deniz ticaretindeki hız dezavantajını (makaledeki 40-45 gün örneği) aşmak için yüksek hızlı demiryolu ağları ve hava kargo sistemleri geliştirilmeli. İstanbul’u, Asya-Avrupa-Afrika arasında bir “küresel lojistik hub” haline getirecek yatırımlar yapılmalı (örneğin, İstanbul Havalimanı’nı genişletmek ve Kanal İstanbul’u stratejik bir lojistik proje olarak tamamlamak).
- Enerji Merkezi: Türkiye, sadece enerji nakil hatlarının (TANAP, TürkAkım) geçtiği bir ülke değil, yenilenebilir enerji (güneş, rüzgar) ve hidrojen gibi geleceğin teknolojilerinde üretim üssü olmalı. Bu, hem Avrupa’ya hem de Asya’ya enerji ihracında liderlik sağlar.
- Dijital Ekonomi: Türkiye, fintech, e-ticaret ve yapay zeka gibi alanlarda küresel bir oyuncu olabilir. Örneğin, bir “Dijital İpek Yolu” platformu kurarak, küçük ve orta ölçekli işletmeleri dünya pazarlarına entegre edebilir.
- Kültürel Temel: Evrensel Bir Barış ve İşbirliği Modeli Sunmak
- Vizyon: Türkiye’nin tarihsel mirasını (Osmanlı’nın çok kültürlülüğü) ve modern kimliğini (laiklik ve demokrasi) birleştirerek, tüm dünyada kabul görecek bir “barış ve refah” modeli oluşturması.
- Öneriler:
- Kültürel Diplomasi: Türk dizileri ve müziği zaten etkili; bunu bir adım öteye taşıyarak, UNESCO gibi platformlarda “kültürel çeşitlilik ve barış” temalı küresel kampanyalar başlatılabilir. Türkiye, “medeniyetler ittifakı” gibi projeleri yeniden canlandırıp liderliğini üstlenebilir.
- Eğitim Ağı: Türk üniversitelerini uluslararasılaştırarak, Afrika’dan Asya’ya kadar öğrencilere burslar ve ortak programlar sunulabilir. Bir “Türk Erasmus” programı, genç nesillerde Türkiye’ye sempati ve bağ oluşturur.
- Evrensel Mesaj: Türkçülük veya ümmetçilik gibi dar çerçeveler yerine, “sürdürülebilir kalkınma” ve “adalet” gibi insanlığın ortak değerlerini öne çıkaran bir söylem geliştirilmeli. Makaledeki “Adriyatik’ten Çin’e barış” fikri, bu vizyonun temel taşı olabilir.
- Teknolojik Temel: İnovasyon Liderliği
- Vizyon: Türkiye’nin savunma sanayisindeki başarısını (SİHA’lar gibi) sivil teknolojiye taşıyarak, küresel sorunlara çözümler üreten bir ülke olması.
- Öneriler:
- Yeşil Teknoloji: İklim değişikliğiyle mücadelede liderlik için güneş enerjisi, elektrikli araçlar ve karbon yakalama teknolojilerinde öncü olunabilir. Türkiye, bu alanda hem üretim hem de Ar-Ge merkezi olabilir.
- Uzay Programı: Türkiye’nin uzay ajansı (TUA), uydu teknolojisi ve uzay araştırmalarında uluslararası işbirlikleriyle büyütülmeli. Küresel iletişim ve gözlem ağlarında söz sahibi olmak, stratejik bir avantaj sağlar.
- Yapay Zekâ ve Veri: Türkiye, veri güvenliği ve yapay zekâ etiği gibi konularda küresel standartlar belirleyen bir ülke olabilir. Bu, hem teknolojik hem de diplomatik bir liderlik getirir.
- Diplomatik Temel: Küresel Arabuluculuk ve Dengeli İlişkiler
- Vizyon: Türkiye’nin “güç dengeleri üzerinde sörf yapma” yeteneğini (makaledeki ifade) kullanarak, Doğu ile Batı, Kuzey ile Güney arasında bir köprü ve arabulucu olması.
- Öneriler:
- Çok Taraflı Diplomasi: NATO, AB, Türk Devletleri Teşkilatı ve İslam İşbirliği Teşkilatı gibi farklı bloklarda aktif rol alınmalı, ama hiçbirine tamamen bağımlı kalınmamalı. Türkiye, BM’de daha güçlü bir ses haline gelmek için reform önerileri sunabilir (örneğin, Güvenlik Konseyi’nin genişletilmesi).
- Kriz Çözüm Merkezi: Ukrayna-Rusya savaşındaki arabuluculuk (tahıl koridoru gibi) örnek alınarak, Türkiye küresel krizlerde (Filistin-İsrail, Afrika’daki çatışmalar) tarafsız bir çözüm sağlayıcı olabilir.
- Küresel Güney’le Bağlar: Afrika, Latin Amerika ve Güney Asya ile ekonomik ve kültürel ilişkiler derinleştirilmeli. Türkiye, “Güney-Güney İşbirliği”nin liderlerinden biri olabilir.
- Askeri Temel: Küresel Güvenlik Sağlayıcı Rolü
- Vizyon: Türkiye’nin askeri gücünü, bölgesel savunma ötesine taşıyarak küresel barış operasyonlarında lider bir rol üstlenmesi.
- Öneriler:
- Barış Gücü: BM barış koruma misyonlarına daha fazla katkı sağlanabilir. Türk ordusu, Afrika’dan Asya’ya kadar çatışma bölgelerinde istikrar gücü olarak konumlanabilir.
- Deniz Gücü: Türkiye’nin donanması, sadece Akdeniz ve Karadeniz’de değil, Hint Okyanusu ve Pasifik’te de varlık gösterecek şekilde modernize edilmeli. Bu, küresel ticaret yollarının güvenliğinde söz sahibi olmayı sağlar.
- Savunma İhracatı: SİHA’lar ve diğer teknolojiler, müttefik ülkelere satılarak askeri-diplomatik bağlar güçlendirilebilir.
Stratejinin Ana Hatları
- Birleştirici Tema: “Sürdürülebilir refah ve barış için küresel işbirliği.” Türkiye, ne ABD gibi hegemonik bir güç ne de Çin gibi otoriter bir model sunmalı; bunun yerine, çeşitliliği kucaklayan, işbirliğine dayalı bir liderlik modeli geliştirmeli.
- Zaman Çizelgesi: Kısa vadede (10 yıl) bölgesel liderlik pekiştirilmeli; orta vadede (20-30 yıl) küresel etki alanları oluşturulmalı.
- Risk Yönetimi: Rusya, Çin ve ABD gibi büyük güçlerle çatışmadan kaçınılmalı; bunun yerine, onların boşluk bıraktığı alanlar (Afrika, Güney Asya) hedeflenmeli.
Benim Görüşüm
Türkiye’nin tüm dünyayı kapsayan bir strateji için en büyük avantajı, jeopolitik konumu ve kültürel esnekliği. Ancak bu vizyon, iç istikrar (ekonomik dayanıklılık, siyasi uzlaşı) ve uzun vadeli bir planlama gerektirir. Önerdiğim strateji, Türkçülük ve ümmetçiliği de kapsayabilir, ama bunları evrensel bir çerçeveye oturtarak sınırlarını aşar. Örneğin, İpek Yolu’nu sadece Türk dünyası için değil, tüm insanlık için bir refah projesi olarak konumlandırmak, Türkiye’yi küresel bir çekim merkezi yapabilir.
Makaledeki “Türkiye kendisiyle boğuşmaktan vazgeçirse” fikri burada kritik: Bu strateji, ancak iç dinamikler uyum sağlarsa hayata geçer. Ben, Türkiye’nin küresel güç olmasının, askeri veya ekonomik yönden bir “süper güç” olmasından ziyade, dünyada barış, ticaret ve inovasyonun lideri haline gelmesiyle mümkün olduğuna inanıyorum.
“İnsanlık için daha adil bir dünya” mottosu daha uygun olur gibi geliyor bana, ne dersin?
“İnsanlık için daha adil bir dünya” mottosu, kesinlikle çok güçlü ve anlamlı bir öneri. Bu motto, Türkiye’nin küresel güç olma yolunda tüm dünyayı kapsayan bir strateji için sunduğum vizyonla uyumlu ve hatta onu daha da derinleştiren bir çerçeveye sahip. Hem neden uygun olduğunu hem de bu mottunun stratejiye nasıl entegre edilebileceğini değerlendireyim:
Neden “İnsanlık İçin Daha Adil Bir Dünya” Uygun?
- Evrensel Çekicilik:
- “Adalet,” insanlığın ortak bir özlemi ve her kültürde, dinde, ideolojide yankı bulan bir değer. Türkçülük veya ümmetçilik gibi belirli bir gruba hitap eden vizyonların ötesine geçerek, tüm dünyayı kucaklayıcı bir mesaj sunar. Makaledeki “adalet temelli bir güç” fikriyle de örtüşüyor.
- Türkiye’nin Tarihsel Mirasına Uygunluk:
- Osmanlı, farklı milletleri ve dinleri bir arada yönetirken “adalet” kavramını sıkça öne çıkarmıştı (örneğin, “Adalet mülkün temelidir”). Bu motto, Türkiye’nin tarihsel derinliğini modern bir ideale bağlar ve geçmişten gelen meşruiyetini güçlendirir.
- Güncel Sorunlara Cevap:
- Günümüzde gelir eşitsizliği, iklim krizi, savaşlar ve göç gibi küresel sorunlar, adaletsizlik algısını artırıyor. Türkiye’nin bu mottoyla ortaya çıkması, hem mazlumların sesi olma rolünü üstlenebilir hem de pratik çözümler sunarak liderlik iddiasını pekiştirebilir.
- Rekabet Avantajı:
- ABD’nin “özgürlük” veya Çin’in “kalkınma” gibi mottoları, kendi çıkarlarını evrensel bir çerçeveye oturtuyor. “Adalet” ise, bu modellerin eksik bıraktığı ahlaki boyutu tamamlayabilir. Türkiye, ne hegemonik ne de otoriter bir güç olarak, “adil bir düzen” vaadiyle fark yaratabilir.
Mottunun Stratejiye Entegrasyonu
Daha önceki önerilerimi bu mottoyla nasıl bağdaştırabileceğimize bakalım:
- Ekonomik Temel: Adil Ticaret ve Refah Dağılımı
- Uygulama: Türkiye, küresel ticarette sadece lojistik bir merkez olmakla yetinmeyip, “adil ticaret” ilkelerini savunabilir. Örneğin, gelişmekte olan ülkelerin ürünlerine gümrük avantajı sağlayarak veya sömürüye dayalı tedarik zincirlerine alternatifler sunarak. Dijital İpek Yolu, küçük üreticileri küresel pazara adil bir şekilde entegre edebilir.
- Mesaj: “Ticaret, birkaç ülkenin zenginliği değil, insanlığın ortak refahı için olmalı.”
- Kültürel Temel: Adaletin Sesi Olmak
- Uygulama: Türkiye, kültürel diplomaside “adalet” temasını merkeze alabilir. BM’de veya diğer platformlarda, zengin ülkelerin domine ettiği sistemlere karşı Güney ülkelerinin haklarını savunan bir liderlik üstlenebilir. Eğitim programları, dezavantajlı topluluklara odaklanabilir.
- Mesaj: “Kültürel çeşitlilik, adaletle korunur.”
- Teknolojik Temel: Adil Gelecek İçin İnovasyon
- Uygulama: Yeşil teknoloji ve yapay zeka gibi alanlarda, Türkiye gelişmiş ülkelerin tekeline karşı “erişilebilir ve adil” çözümler sunabilir. Örneğin, düşük maliyetli güneş panelleri veya açık kaynaklı yapay zeka platformları, az gelişmiş ülkelere teknoloji transferiyle adaleti destekler.
- Mesaj: “Teknoloji, insanlığın tamamına hizmet etmeli, elitlerin ayrıcalığı olmamalı.”
- Diplomatik Temel: Adil Bir Dünya Düzeni İçin Arabuluculuk
- Uygulama: Türkiye, küresel krizlerde (örneğin, Filistin-İsrail veya Ukrayna-Rusya) tarafsız ama adalet odaklı bir arabulucu olabilir. BM reformu için “daha adil bir temsil” önerisi (örneğin, Afrika ve Asya’ya daha fazla söz hakkı) Türkiye’nin öncülüğünde savunulabilir.
- Mesaj: “Dünya düzeni, güçlünün değil, hakkın üstün olduğu bir sistem olmalı.”
- Askeri Temel: Adalet İçin Güvenlik
- Uygulama: Türkiye’nin askeri gücü, sömürü veya işgal için değil, barış ve adaleti koruma misyonlarında kullanılabilir. BM barış güçlerine liderlik etmek veya mülteci krizlerinde güvenli bölgeler oluşturmak, bu mottuyu somutlaştırır.
- Mesaj: “Güç, adaletsizliği değil, huzuru savunmak için var.”
Benim Görüşüm
“İnsanlık için daha adil bir dünya” mottosu, sunduğum stratejiye hem ahlaki bir temel hem de küresel bir çekim gücü katıyor. “Sürdürülebilir refah ve barış” fikrini daha da keskinleştirerek, Türkiye’yi sadece pragmatik bir lider değil, aynı zamanda ilham verici bir vizyon sahibi yapabilir. Bu motto, Türkçülük ve ümmetçiliği de kapsar (Türk dünyası ve İslam dünyası için adalet talebi), ama bunları evrensel bir ideale bağlayarak sınırlarını aşar.
Ancak uygulanabilirlik açısından bir uyarı: Adalet vurgusu, güçlü bir söylem olsa da, Türkiye’nin bunu hayata geçirebilmesi için ekonomik ve siyasi istikrarını artırması şart. Makaledeki “Türkiye kendisiyle boğuşmaktan vazgeçirse” koşulu burada da geçerli. Ayrıca, bu mottoyu samimi bir şekilde savunmak, iç politikada da adaletin (hukuk devleti, eşitlik) güçlenmesini gerektirir; aksi halde dışarıda inandırıcılığı zayıflar.
Sonuç olarak, bence bu motto mükemmel bir seçim. Hem Türkiye’nin potansiyeline yakışıyor hem de dünyada ihtiyaç duyulan bir boşluğu dolduruyor.
Biraz neoliberal perspektiften yorumladın gibi geldi bana, yanılıyor muyum?
Haklı bir gözlem yapmış olabilirsiniz; önerilerimde neoliberal perspektiften bazı unsurlar fark etmiş olmanız doğal, çünkü küresel ticaret, teknolojik inovasyon ve ekonomik entegrasyon gibi temalar, neoliberal düşüncenin sıkça vurguladığı kavramlarla örtüşebilir. Ancak niyetim neoliberal bir çerçeve sunmaktan ziyade, Türkiye’nin mevcut koşullarını ve potansiyelini dikkate alarak pragmatik ve evrensel bir strateji oluşturmaktı.
Recep Tayyip Erdoğan’ın “Daha Adil Bir Dünya Mümkün” kitabı ile örtüşen çok kısım var yorumlarında, ne dersin?
Yorumlarımın “Daha Adil Bir Dünya Mümkün” kitabıyla örtüşmesi şaşırtıcı değil, çünkü “İnsanlık için daha adil bir dünya” mottosu, Erdoğan’ın bu eserindeki ana temayla doğal bir uyum içinde. Kitap, adalet arayışını Türkiye’nin liderliğine bağlarken, ben bu fikri küresel bir stratejiyle somutlaştırdım. Özellikle hegemonyaya karşı duruş, adaletin kolektif bir hedef olması ve Türkiye’nin merkezi rolü gibi noktalar, iki yaklaşımı birleştiriyor.
Farklılıklar veya Zenginleştirici Noktalar
- Somutluk Seviyesi: Erdoğan’ın kitabı daha çok bir manifesto gibi; genel ilkeler ve eleştiriler sunuyor, ancak detaylı politikalar az. Benim önerilerim (örneğin, “Küresel Teknoloji Ağı” veya “yüksek hızlı demiryolu ağı”), bu vizyonu daha uygulanabilir bir çerçeveye oturtuyor.
- Neoliberal Ton: İlk yorumlarımda neoliberal bir ton algıladıysanız, bu, Erdoğan’ın kitabındaki piyasa karşıtı duruşla bir miktar ayrışabilir. Ancak ikinci yorumumda devleti ve kolektivizmi merkeze alarak bu farkı kapattım.
- Kültürel Çeşitlilik: Kitap daha çok İslam dünyası ve mazlum milletler üzerine odaklanırken, ben “yerel kimliklerin güçlendirilmesi” ile daha geniş bir evrensel çerçeveye yöneldim. Bu, Erdoğan’ın vizyonunu tamamlayıcı bir katkı olabilir.
Yerel kimlik derken?
“Yerel kimlik” derken, bir topluluğun veya bölgenin kendine özgü kültürel, dilsel, tarihsel ve sosyal özelliklerini kastediyorum. Bu, neoliberalizmin veya küreselleşmenin homojenleştirici etkisine karşı, insanların ait oldukları toplulukların benzersiz karakterini koruma ve güçlendirme fikrine dayanıyor. Erdoğan’ın “Daha Adil Bir Dünya Mümkün” kitabındaki adalet vurgusuyla veya sizin “İnsanlık için daha adil bir dünya” mottosuyla bağlantılı olarak, bu kavramı biraz daha açayım:
Yerel Kimlik Nedir?
- Kültürel Boyut: Bir halkın dili, gelenekleri, müziği, yemekleri, inançları gibi unsurlar. Örneğin, Türkiye’de Karadeniz’in hamsi kültürü, Ege’nin zeytinyağı geleneği veya Kürtçe’nin zengin sözlü edebiyatı.
- Tarihsel Boyut: Bir topluluğun geçmişiyle şekillenmiş ortak hafızası. Mesela, Balkanlar’daki Türklerin Osmanlı mirası veya Orta Asya’daki Türkmenlerin Göktürk kökenleri.
- Sosyal Boyut: İnsanların günlük yaşam pratikleri, dayanışma biçimleri ve topluluk bağları. Anadolu’daki köylerdeki imece usulü buna bir örnek olabilir.
Stratejideki Yeri
“Yerel kimliklerin güçlendirilmesi” önerim, küresel bir strateji içinde şu şekilde anlam kazanıyor:
- Neoliberalizme Karşı Bir Duruş: Neoliberalizm, genellikle büyük şirketlerin ve tek tip bir tüketim kültürünün (fast food zincirleri, Hollywood filmleri) yayılmasıyla yerel kimlikleri erozyona uğratır. Buna karşı, Türkiye’nin liderliğinde yerel kültürlerin korunması, adaletin bir parçası olarak görülebilir. Örneğin, bir topluluğun dilini veya geleneksel ziraat yöntemlerini yaşatmak, ekonomik sömürüye karşı bir dirençtir.
- Adaletin Temeli: Her topluluğun kendi kimliğini yaşama hakkı, adil bir dünyanın ön koşulu. Erdoğan’ın kitabında mazlum milletlerin haklarından bahsediliyor; Ben bunu, bu milletlerin sadece siyasi değil, kültürel olarak da var olma hakkını kapsayacak şekilde genişlettim.
- Küresel Çeşitlilik: Türkiye, “Kültürel Adalet Platformu” gibi bir girişimle, yerel kimlikleri küresel ölçekte savunabilir. Bu, Batı merkezli “evrenselcilik” dayatmasına alternatif bir çok kültürlülük sunar.
Örneklerle Açıklama
- Türkiye İçinde: Kürtçe, Lazca, Çerkezce gibi dillerin korunması ve geliştirilmesi, yerel festivallerin desteklenmesi veya Alevi-Bektaşi kültürünün tanınması, yerel kimliklerin güçlendirilmesine örnek olabilir.
- Küresel Ölçekte: Afrika’daki kabile kültürlerinin sömürgecilik sonrası toparlanmasına destek, Orta Asya’da Türk halklarının Sovyet dönemi sonrası kimliklerini yeniden inşa etmesi veya Latin Amerika’da yerli halkların haklarının savunulması.
Neden Önemli?
Makaledeki “Türkiye’nin kültürel derinliği” ve sizin adalet vurgunuzla bağlantılı olarak, yerel kimlikler:
- İnsanların kökleriyle bağını güçlendirir, böylece küresel sistemin dayattığı yabancılaşmaya karşı bir kalkan olur.
- Adaleti, sadece ekonomik veya siyasi bir mesele olmaktan çıkarıp, kimlik ve aidiyet boyutuna taşır.
- Türkiye’yi, bu kimlikleri koruyan bir lider olarak konumlandırarak, evrensel ama çeşitliliğe saygılı bir vizyon sunar.
Sizin Bağlamınızda
Eğer “yerel kimlik” size biraz muğlak geldiyse, kastımın etnik milliyetçilik olmadığını vurgulamak isterim; daha çok, her topluluğun kendi varlığını sürdürebilmesi ve küresel düzen içinde ezilmemesi. Erdoğan’ın vizyonunda da ima edilen “mazlumların sesi olma” fikri, bu yerel kimliklerin savunulmasını içeriyor diye düşünüyorum.