Ülgener, Zihniyet ve Din[i]
Muhammed DAĞ[1]
Bu çalışmada Zihniyet ve Din ─İslam Tassavuf ve Çözülme Devri İktisat Ahlakı─ adlı eser perspektifinde Ülgener’in iktisadi ahlak, zihniyet, din ve iktisadi yaşam arasında kurduğu ilişki irdelenecek. Söz konusu bu irdelemeye geçmeden önce de Ülgener’in genel yaşamı hakkında bilgi vermeye çalışılacak. Zira söz konusu eserin genel olarak mesaj ve gayesini incelerken yazarın kendi öz yaşamına da değinmek faydalı olacağı düşünülmektedir.
Osmanlı Devleti’nin son yıllarını çocukluk çağı içinde yaşamış olsa da Ülgener, pek çok kişiye göre iktisadi tarih konusunda önemli eserler bırakmış bir iktisatçı, sosyal bilimci olup y aşam biçimini eserlerine yansıtmış bir düşünürdür.[2] Diğer yandan öğrencisi, sonraları asistanı olan ve Mill’in “sadece iktisatçı olan iyi bir iktisatçı değildir” sözünün hocasının kendi yaşamında canlılaştırdığını savunan Ertüzün’e göre;
“Prof. Ülgener’i sadece ülkemizin yetiştirdiği en güçlü iktisatçılardan biri olarak vasıflandırmak çok yetersiz kalır. O iktisatçı olduğu kadar, iktisat felsefecisi, kültür bilimcisi, sosyal tarihçi ,sosyolog ve metodolog idi. İncelemelerinde, çalışmalarında ve eserlerinde bütün bu değişik taraflarını kullanmış olduğu ve bütün bu boyutlarını bir orkestra bütünlüğü içinde birleştirdiğini görüyoruz. Başka bir ifadeyle, Prof. Ülgener’in kırk yıllık çalışmalarını önümüze döküp, onları dikkatlice inceleyip kavramaya çalışırsak, bütün farklı boyutlarının bir odak etrafında toplandığını müşahade ve tesbitte gecikmeyiz.[3]“
Bununla birlikte, Ülgener’in çok yönlü bilgi ve birikimi salt kitabi olmaktan uzaktır. Zira hayatın değişik evrelerinde, değişik kültür, inanç ve yaşam tarzına sahip insanlar içinde bulunmuş, farklı görüşlere sahip kişileri tanımıştır. Biz bu bağlamda geriye gidersek, Mayıs 1911 yılında bir dergahta dünyaya gelen Ülgener’in başta doğum yeri olmak üzere, aile ve yakınlarının sahip olduğu yaşam tarzı ve dünya görüşünün onun ileride tasavvufi düşünceyle toplumun yaşadığı iktisadi ahlak ve zihniyet arasındaki bağı kurmada ona yardımcı olduğunu söyleyebiliriz. Gerçekten de, dedesi İsmail Necati Efendi, Nakşibendi şeylerinden; babası Mehmet Fehmi Efendi ise söz konusu tarikat ahlakıyla yetişmiş birisi olup iki şahıs da yaşamlarını tasavvufa adamış, zaman zaman dini vaazlar da vermiş, en nihayetinde dinsel inanç ilkeleriyle yaşam tarzlarını birleştirmiş ve öyle yaşamaya çalışan kişiler olmuşlardır.[4] Ülgener’in çocukluk çağının bu yaşam tarzından etkilenmemesi en azından kültürel ve entelektüel bilgi, birikim bazından bu kültürden uzak durması kanaatimizce imkânsız olmasa da ona yakındır. Keza gerek babasının gerekse dedesinin toplumsal yaşamda, dini bilgeliklerinden dolayı bir önem ve değeri olduğu görülür. Bundan dolayı Ülgener’in sık sık yapılan dinsel sohbetlerde bulunmaması düşünülemez. Diğer yandan dedesinin şeyh olmasından, babasının ise aldığı görevler sonucunda çıkan bir takım örneklerin, Ülgener’in tasavvufi hayatı daha yakından tanımasını sağladığı düşünülebilir. Aile hayatının merkezini oluşturan önce dedenin sonra babanın sahip olduğu konumlarından biraz daha bahsetmek faydalı olacaktır. Bu bağlamda müşahade edeceğimiz ilk şey, baba ve oğlunun padişah huzurunda düzenlenen Huzur Sohbetlerini yönetecek kadar ilmiye sınıfı içinde önemli bir yerde oldukları diğeri ise baba Mehmet Efendi’nin İstanbul Darülfünu İlahiyat ve Hukuk Fakülteleri ile Mekteb-İ Mülkiye’de fıkıh ve mecelle dersleri verdiği, cumhuriyet’in ilanıyla Mehmet Efendi’nin medresede görevinin sonlandığı ve yapılan seçimle İstanbul Müftülüğüne atandığıdır.[5] Böylelikle şu denilebilinir ki Ülgener geniş anlamda din, özel anlamda tasavvuf-tarikat zihniyet ve ahlakının iktisadi yaşamdaki yansımasının sonuçları veya örneklerini ilkin kendi ailesinden, sonraları ise üniversite yaşamından edinmiştir.
Prof.Dr. Sabri F. ÜLGENER
Ülgener, Üniversitede 2. Dünya savaşından dolayı Almanya’dan gelen Alman hocalarından (Kessler, Rüstow, Neumark gibi) batı iktisadi yaşam tarzının alt yapısını, hammaddesini öğrenmeye çalışmıştır. Bu arada bu hocaların derslerinde tercümanlık yapması da onun bu öğrenmelerinde katkıları olacaktır. Hukuk fakültesini bitirdikten sonra 1936 yılında yeni kurulan (İstanbul Üniversitesi) İktisat Fakültesine geçmiş, 1941 yılında doçent, 1951 yılında Profesör, sonraları çeşitli zamanlarda dekanlık da yapmıştır. Bazı yurt dışı üniversitelerde (Münih, Colombia Üniverstiteleri) de dersler veren Ülgener, böylelikle batıyı artık sadece kitaplardan veya ülkeye gelen batılardan değil, batının kendisini de tahlil ederek tanımış, değerlendirebilmiştir. Genel olarak ifade edilecek olunursa Torun ve Duran’a göre, Ülgener, gerek çocukluk gerek gençlik yıllarında kendini oldukça etkileyen ortamlarda yetişmiştir. Çocukluğunda almış olduğu dini eğitim veya terbiye, Osmanlı Devleti’nin zor günlerini bizzat yaşaması, dedesi ve babasından dolayı saraya olan ziyaretleri Ülgener’in zihninde bazı fikirlerin meydana gelmesinde etkili olmuştur. Daha sonraları ise Cumhuriyet’in ilanı, üniversite reformları gibi bir çok inkılaba şahit olmuştur. Tüm bu durumlar, aralarında Zihniyet ve Din’in de bulunduğu eserlerini etkilemiştir.[6] Bu paralelde düşünen Ertüzün’e göreyse Ülgener’in düşence dünyasını şekillendiren iki temel unsur vardır: Aile ve Üniversite. Yetiştiği aile ocağında yapılan sohbetler, tartışmalar içinde devrin önemli fikir, ilim, san’at adamlarının içinde büyümüş, böylece Doğu ve İslam’ın birçok meselesi hakkında fikir edinmiştir. Diğer yandan Üniversitede ise batılı hocaların aracılığıyla batı dünyasını tanımıştır. Böylece bir yandan kendi öz kültürünün bileşenlerini tanımış diğer yandan Batı ilim ve kültürünü yakından tanımıştır.[7] Özet haliyle şu zikredebilir ki, Ülgener gerek yaşam tarzı gerekse fikri olarak beslendiği aile hayatı ile tüm eğitim hayatı boyunca edindiği batı kültür ve yaşam tarzını birini diğerinin önüne geçirmeden veya karşıtmış gibi görmeden yaşamış ve ilmi hayatını da buna göre şekillendirmiştir. Onun ilmi hayatta yapmak istediğinin ne olduğunu Sayar şu şekilde açıklamaktadır:
“Sabri Ülgener bir Türk akademisyeni olarak Alman hocalardan aldığı ışıkla zoru başarmak, mevcut iktisat literatürüne damgasını vuran amiyane iktisat bilgisinden sıyrılıp bir metoda dayalı iktisat bilgisine ulaşmak arzusundaydı. O bir Osmanlı mirası olan toplumsal ataletin köklerini kuşatmak istiyordu. Ortada bir mesele vardı ama bunu çözüme ulaştıracak sağlıklı bir metod anlayışıyla tespit edebileceği bir norma sahip değildi. Alman hocalarla yaptığı sohbetler onu Weber’e götürdü. Weber’in Protestan ahlakı ile kapitalizmin doğuşu arasında köprüyü benimsedi. Artık ne yapacağı kafasında şekillenmeye başlamıştı. Model kurmada Weber’in ayak izlerini sürerek anlamaya dayalı yöntemle kapitalistleşememe olgusunu Osmanlı asırlarında araştırmak onun hayatı boyu sürdüreceği akademik proje olacaktı“[8]
En nihayetinde denilebilir ki Ülgener, metotlu bir şekilde iktisadi hayatın kültürel boyutlarının oluşma nedenlerini araştırmak istemiştir. Bu metod yerli bir örnek değil Weber’in Protestan ahlakı ─özelde Kalvnizim─ ile iktisadi hayat arasında kurduğu ilişkinin örnek alındığı bir metottur. Weberci metot kullanan Ülgener için iktisadi gerileyişimiz hiç şüphesiz ki hakikattir. Ancak her şeyin bir nedeni olduğu da hakikatse, bu söz konusu iktisadi geriliğin de nedeni olmalıdır. Bu neden öğrenilmesi sayesindedir ki gerileyişimizin ilacı bulunabilir. Zihniyet ve Din adlı eserinde de tabiri caizse hastalığın nedenleri araştırılmaya çalışılmıştır. Söz konusu bu çalışmanın özet mahiyetinde olacak şekilde içeriğine girmeden önce, savunulabilinir ki çalışma üç temel durum üzerine bina edilmiştir:
1. Din, zihniyet ile iktisadi ahlak ve yaşam üzerindeki ilişki üzerine genel inceleme
2. Weber’in İslam ve İslam iktisadı hakkındaki değerlendirmeleri
3. Genel olarak Ülgener’in Weber’in İslam iktisadı hakkında yaptığı değerlendirmelerin eleştirisi çevresinde oluşturduğu tasavvuf-tarikat irdelemesi veya Weber’in İslami iktisadi zihniyet, ahlak ve yaşamına dair görüşlerinin çürütülmesi çabalarının örneğe dökülmüş unsurları.
Yukarıdaki durumlara paralel olarak ilerleyip Ülgener’in Zihniyet ve Din adlı eserinde yaptığı çalışmanın içeriğine girdiğimizde her şeyden önce ahlak ve zihniyeti belirleyen unsurlara değinildiğini görülür. Diğer bir ifadeyle özetleyecek olursak Ülgener’e göre, ahlak ve zihniyeti besleyip yoğuran unsurlar, iklim, nüfusun özellikleri, politika, olduğu gibi dini inançları buradan uzak tutmak doğru olmaz. Zira din aile, toplum, sanat ve siyaseti de etkiler. En nihayetinde iktisadi yaşamın bunlardan uzak gelişmesi hayalidir. Diğer yandan vurgulanması gereken bir noktada ortaçağ’da din ile iktisadı yan yana getirmek tuhaf değildi. Bu minvalde şaşırtıcı olan noktaysa din ile kapitalizmi ilişkilendirmeye çalışmaktı. İşte bu noktada ise Weber gelmektedir. Dinsel yaşam, inancın iktisadi zihniyet üzerindeki etkisini araştırmayı, tanımayı Weber’e borçluyuz. Ancak şu da hatırlanmalıdır ki Weber için iktisat ahlakı, sadece din değil, ekonomik, coğrafi ve tarihi olgulara bağlı olarak kendine has bir kuruluşa sahiptir. O halde din, iktisadi ahlakın oluşumunda önemli bir etkendir ancak tek kaynak değildir. Dinler dünyayla (maddi olarak) ilişkisinde mistik ve riyazetçi olarak ayrılır. Mistik iç huzur, dünyadan kaçış, hareketsiz bir yaşam ve pasif bir hayat anlayışını savunup erdemleştirirken; riyazetçi din anlayışıysa daha aktif ve dünyaya tam sırtını dönmeden dini yaşamı çabasını barındır. Ancak şu da bilinmelidir ki yine de tüm dinlerin kendi içinde homojen bir yapıya sahip oldukları savunulamaz, keza aktif yapılı dinlerin içinde mistik, mistik yapılı dinlerin içindeyse aktif yaşam tarzları olabilir. Dinler sosyal yaşama yansırken tavan (elit) ve tabanda (halk) değişik fikir ve inançlar oluşur. Ancak zihniyet ve iktisat ahlakında tavan veya tabanda ortak kabuller olabilir. Diğer yandan dini yaşayan insanlarda dinin kuruluş aşamasına dönme isteği olur. İslam dini kuruluşunu tamamladıktan sonra taban ve tavan arasında özellikle sosyolojik anlamda derinleme ayrımlar oldu. Bu ise tabakalaşmanın halidir ki tavandakiler aristokratik bir havaya büründüler: Şeyh’likten şahlığa doğru yaşamsal bir değişim olur. Ancak yine de inançlar genelde zirveden tabana doğru süzülür fakat bu durum mistik dinlerde zordur, zira zirve ve taban arasında aşılması kolay olmayan uçurumlar peyda olmuştur. Riyazet özelliğini içinde barındıran dinsel yaşam örneklerinde ise durum böyle değildir. Bu durum ise sosyal ve iktisadi yaşam alanında da değişiklikler ve çeşitli kabuller yaratır. Keza Katoliklerde üst-ast ayrımı katı olduğundan profesyonel bir sınıf oluşmuştur. Bu sınıfın içindekiler bazı eylemleri yapmada özel güçlere sahiptir: Günah çıkarmak gibi. Protestanlıkta ise imtiyazlı ruhban sınıfı yoktur, üst-ast ilişkileri geçişgendir, duvarlar Katoliklerde olduğu gibi sert değildir. Bu durum çeşitli inanç ve kültürün üsten alta doğru aktarımını kolaylaştırır. Böylece ─örneğin kalvinistlerde olduğu gibi─ düzenli yaşam, dakika dakika planlama kitle içinde nüfus bulur. Üst-ast ayrımının daha sert olduğu inançlarda ─protestanlara nispeten Katoliklerde─ belirli yaşam tarzları belirli sınıflara has kılındığından, bu yaşam tarzlarının topluma yayılması da zor olmaktadır. Oysa durumun tersi olduğu Kalvinistler’de inziva hayatı değil, mesleği en iyi şekilde icra etmek, dakik yaşamak, disiplinli yaşamak önemlidir. Servet, metodik çalışmanın ve nefsi haz ve hırs taşkınlığından uzak tutmaya yardımcı olduğu için hiç de kötü değildir. Kapitalist zihniyetin temel temsilcisi olan bu görüş esasen bol kazancın değil, kazanmanın kendisini yüceltir. Çalışmamak, metodik disiplinden uzaklaşmak seçkin kul olmaktan vazgeçmektir. Burada vurgulanması gereken nokta Kalvinist iktisadi ahlakın, işçi ve işverene de aynı kodlamaları benimsetmesidir ki bu madde birikimini destekler.[9]
Prof.Dr. Sabri F. ÜLGENER
Yukarıdaki genel açılımlardan sonra Ülgener’’in Weber’in İslami iktisadi ahlak, zihniyet ile iktisadi yaşam arasında kurduğu ilişkide eleştirel boyutu da önemlidir. Weber’e göre, İslam ve Kalvinizm’in yaratmak istediği iktisadi kültürü ve yaşam tarzı terstir. Özetle, İslam feodal, aristokratik nitelikte ve daha çok tüketime yönelik bir yapıya yakınken Kalvinizim’de ise çalışmak, disiplinli ve düzenli emek ilişkileri, üretim ve birikim önemlidir. İslam’daki kazanma yolları ya zorla, cebirle ( gaza, cihat, ganimet) veya bununda etkisiyle oluşan feodal-politik tarzdadır. En nihayetinde İslam savaşçı bir din olduğundandır ki iktisadi ahlakı da bu minval üzerine yükselmiştir. Keza ilk Müslümanlar savaş ganimetlerinden zengin olmuş, birikim veya tassaruftan değil. Buna ek olarak İslam’ın namaz, oruç gibi ibadetleri Tanrı’nın rızası için yeterli görürken Protestan ahlakı kulluğun en büyük görevinin çalışmak olduğunu vaaz etmiştir. Diğer yandan, iktisat ahlakı değişik çağ veya zamanlarda farklılık arz etmiştir. Bazı toplumlarda bu değişiklik olumlu yönde gelişmiş, bazı toplumlarda ise bu gelişmeye ayak uydurulamamıştır. Örneğin Protestan toplumu işin olumlu tarafındayken, İslam ise gelişmeleri takip edememenin verdiği durumdan dolayı geri kalmıştır.[10] Diğer yandan Ülgener ve Weber’i çeşitli yönleriyle İslam iktisat ahlakına dair birbirini tamamlayan bakış açılarına sahip olup olmadığını irdelemeye çalışan Çelik’e göre, Weber’de öncelikli olarak vurgulanması gereken şey, Kapitalizmin tarihsel bir tip olarak sadece Batı memleketlerinde bulunan ve birikim amacıyla kara yönelik bir örgütlenme biçimi olarak çıkması ve Protestan ahlakının tasarruf ve biriktirmeyi öngören unsurlarıyla Kapitalizmin doğuşunu gerçekleştiren önemli bir etken olmasıdır. Ancak bununla birlikte Ülgener’İn Protestanlıktan kastettiği daha çok müthiş bir kaderci damarı olan Kalvnizmdir. Kalvinizm’in genel olarak Tanrı rızası için mesleğin gerekliliğini yapmak, Tanrı için çok çalışıp birikim yapmak düşüncesi birleşerek kapitalist birikimi doğurmuştur. Burada esasen kapitalizmin gelişmesini engelleme özeliğini barındıran mistisizm yerine dünyevi asetizim yani bir dünya çileciliğini teşvik eden bir dinsel görüşün altı çizilmelidir.[11] En nihayetinde bu çilecilik türü aktif riyazettir ki mitsizimden farklı olarak dünyanın kendisine değil “dünyaya olan ilgilinin” mahiyetine eleştireldir. Bu konuda İshak Torun şöyle demektedir:
“Aktif riyazet veya metodik yaşama biçimi manastırlarda rahiplere mahsus bir hayat tarzı iken, zamanla yaygınlaşıp toplumsallaşıyor. Aktif riyazetin toplumsallaşması Reformasyonla, Protestanlık mezhebinin ortaya çıkmasıyla mümkün oluyor. Protestanlık öncesi dini düşüncede servet, insanı Tanrı’dan uzaklaştıran bir kir olarak algılanıyordu. Protestanlık ve özellikle B. Franklin’in yeni yaklaşımıyla servetin bir “kir” değil, aksine Allah’a yaklaştıran bir araç olduğu yaklaşımı yaygınlaşıyor. Reformasyon hareketinin yaygınlaşmasıyla önceleri sadece seçkin (din) sınıfın ahlâkı kodları olan riyazi ve disiplinli yaşantı bu defa kitlenin ahlâki kodlarıyla özdeşleşiyor. Daha önce ahrete yönelik olarak başvurulan aktif riyazet, zamanla yön ve içerik değiştirerek dünyaya yönelen bir yaşantı tarzı haline geliyor. Çünkü, Asketik Protestan dogma uygun bir ahlâkı davranış yaratarak toplum katmanlarına yayılıyor. İnsanlar, manastırlardan kurtulup kendi hayatlarının rahibi oluyor. Modern kapitalizm kapitalist iktisadi zihniyetin ürünüdür. Kapitalist iktisadi zihniyeti ise, Protestan Ahlâkı’nın Burjuva orta sınıf Ahlâkı’na dönüşmesi sonucunda ortaya çıkıyor.”[12]
O halde şunu vurgulanabilir: Protestan-Kalvinist iktisadi ahlak disiplinli bir yaşam, birikim, tasarruf, çalışmayı Tanrı’nın rızasının kazanmasının bir yolu olarak görmüş ancak bundan belki de daha da önemlisi bunu tavan ve tabanda bütün olarak yaşamıştır. Weber’in “Protestan ahlak kapitalizmin ruhudur.”[13] sözünün işaret ettiği gibi kapitalizm her şeyden önce kendisinin gelişimine yardımcı olacak iktisadi bir ahlak sistemine ihtiyaç duymuştur. Ancak din kapitalizm meydana gelişi veya gelişiminde dini iktisadi ahlakın tek başına belirleyiciliği düşünülemez. Bundan ötürüdür ki Weber’e göre, özerk bir hukukun sağladığı güvenlik, istikrar, rasyonel kanun, özerk şehir ve şehre ait dindarlığın varlığı kapitalizmi varsıllaştırır.[14] Bu durumlarla ilintili olarak Weber’ için İslam toplum feodal yapıdayken, yönetim anlayışı ise patrimonyal özellikte olup bu durumlar da yukarıda sözü edilen özerk şehir, kurumların yokluğu, irasyonel hukukun varlığıyla açıklanabilir. Öte yandan Weber için Müslümanların kapitalizme uzaklığı dinin kendisiyle yakından ilgilidir:
“Weber İslam’ın ilk taşıyıcılarının savaşçılar olduğunu iddia eder. Ona göre, İslam kentli tabakalara yani etik kurtuluş öğretilerine temayülü toplumsal tabakalara sesleniyordu. Ancak hicretle birlikte kısa bir zaman içinde feodal aristorasinin yaydığı “savaşçı bir din” halini aldı. Weber’in ilk ve öz İslam’ı bu şekilde ele alışı Allah’ın rolünün öte dünyada ulaşılacak bir kurtuluş vaat etmekten çok bu dünyadaki kaderlerini belirlemeye yönelik olduğunu iddia eder. Bu yüzden Weber, Kalvinizm’in iç endişesinin İslam’da hiçbir zaman tamamen bulunmadığını düşünür. Weber, böylece İslam dinindeki ideal kişilik tipinin bilgin edip değil “savaşçı” olduğunu düşünür. Bu ideal Protestan etiğine güçlü bir şekilde ters düşen iktisadi bir etik doğurur. Bu politik veya askeri araçlarla zenginlik elde edilmesine ve bu zenginliğin bir statü ve dünyevi inayet işareti olarak sergilenmesine olumlu bir anlam atfeden bir etiktir. Zenginlik, statü ve lüks üzerindeki bu vurgunun ışında Weber bu iktisadi etiğin “arı bir fedoal” etik olduğunu düşünür. Bu etik öte dünyadaki dinsel kurtuluş yerine dünyevi zenginlik ve lüksü değersizleştiren Protestan etiğine taban tabana zıttır.“[15]
Böylelikle topluca ifade edilirse, Weber’e göre bu niteliklerle birlikte ve daha önce de vurgulandığı üzere, İslam’ın savaşçı, feodal bir yapıda olması, aktif riyazetçi değil mistik bir tarafta bulunması, geçim yollarının cebr veya tahakküme dayanması, birikimi, tasarrufu değil tüketime ve bugünü önemsemesi, İslam topraklarında kapitalizmin gelişmesinin engellemiştir. Özkiraz Weber’in Müslüman coğrafyasında kapitalizmin filizlenmeme nedenini iki noktada özetlenebileceğini ifade eder: 1) İslam tektanrıcı bir din olarak Hz Muhammed’in peygamberliği altında ortaya çıkmışsa da sonradan taşıyıcıları savaşçılar olup asetik-dünyevi bir din olarak gelişmemesi, dönüşüm yaratacak bir din yerine uyum sağlayan bir din haline geldi.2) Müslüman toplumların ekonomik ve siyasal yapısı fedoalizm ve patrimonyalizmden ibaret olması.[16] Çelik’e göre, iktisat-zihniyet-din ilişkilerinde büyük ölçüde Weberci olan Ülgener, İslam toplumu savaşçılara değil tüccarlara dayanmış olup esasen İslam şehirlerinde olan pazaryeri, özerk ticaret, zanaat loncalarını dikkate almamış, kadı-adalet anlayışını ve daha pek çok çözümlemeyi tipolojisine uygulama gözüyle değerlendirmiştir.[17]
Ülgener için esasen Weber, pek çok çözümlemesinde haklıdır. Ancak İslam iktisat ve zihniyeti hakkındaki görüşleri yanlı, aceleci bir tavır içinde olduğu anlaşılmaktadır. Ülgener’in bu konudaki savunmasının temelinde yatan unsur onun adeta Weber’e sorduğu”hangi İslam hangi din, hangi tarihteki dini yaşam tarzı ve bakışı” gibi sorular etrafında dönmektedir. Zira ona göre tek bir İslam olmadığı gibi, belirli bir tarih aralığına sığdırılan iktisadi anlayış, ahlak ve zihniyetler de bütün bir tarihi temsil edemez. Ülgener, Weber’in iktisat zihniyettin manevi değerle bağlı olarak şekillendiği düşüncesine katılır ancak İslami metinlerin ve uygulamaların Weber’in dediği gibi iktisadi geriliğe yol açmadığını ısrarla vurgular.[18]
Ülgener mistik veya riyazetçi dinin iktisadi ahlakı yönlendirdiğini, yönettiğini kabul eder. Bununla birlikte onun için sorgulanması gereken şey, İslam dininin gerçekten Weber’in savunduğu gibi mistik nitelikleri bağrında daha çok besleyip beslemediğidir. Bu sorgulamaya öyle anlaşılıyor ki şu şekilde cevap verir: Müslümanların riyazetçi ve mistik olanları vardır. Ancak İslam’ın kendisi bunların illaki birisi üzerine temellenmiş değildir. Diğer yandan İslam, mistik yandan çok riyazetçiliği ağır planda olmak üzere “denge-karma” iktisadi ahlaktan yanadır. Mistik yanı, Batıni-tasavvuf-tarikat temsil ederken, riyazetçiliği ise Melamilik gibi aktif, çalışmayı teşvik eden ve çalışan kesimler örneklendirir. Tasavvuf-tarikat geleneği dahi homojen bir tarihe ve sosyolojik geçmişe sahip değildir. En nihayetinde ast-üst ilişkisi, gelenek, otoriteye bağlılık, kapalı ve durgun bir hayat anlayışı tasavvuf dünyasında her zaman hakim olmuş unsurlar değildir. Ülgener Weber’i olumsuzlamak için Melamileri örneklendirirken, bir nevi onun yöntemini kullanıp onu (tasavvuf-tarikat) İslam dininin tümünü temsilliğini kabul etmemesi şartıyla Weber’i doğrulandırır[19]. Bunlara geçilmeden önce Ülgener’in genel olarak iktisadi ahlak ve zihniyet bağlamında “İslam savunması” denilebilinecek görüşlerini sunmak faydalı görülmektedir.
Bu bağlamda Ülgener, İslam’ın mal mülkün insanın iç dünyasına hükmetmedikçe kötü olmadığını savunduğunu, İslam’ın meta gururundan ve çokluk yarışından uzaklığı istediğini savunur. İslam, dünya, çevre ve zaman ilişkisinde de pasif, münzevi değildir. Dünyanın insana hükmetmedikçe sorun olmadığını, çevre konusunda kabilece olmayıp zaman mevzusundaysa İslam, salt bugüne yönelik olmayıp yarını önemser. Öte yandan İslam ekonomisi daha önce de vurgulandığı gibi bir yandan cebir-kahır ekseninde olan ganimet, zekat; diğer yandan irade ve rızaya yönelik olan ticaret, bağış gibi faaliyetleri içine dahil eden karma bir iktisadi anlayışa sahiptir. İnsan iktisadi faaliyetlerini tarihi ve durumun şartları dikkate alarak yürütmek, yani imkânlar ve şartlar neyi gerektiriyorsa onu yapmak durumundadır diyen Gül’e göre” İyi ve meşru olanı yapması, belli bir plan dahilinde hareket etmesi, hakkaniyete riayet etmesi, adaleti gerçekleştirmesi, fakirlere yardımda bulunması vb. yükümlülükleri yerine getirmesi, insanın kendi vicdanına, toplumuna, insanlığa ve çevreye karşı sorumluluğunun bir gereğidir. İnsanın bu yükümlülüklerini ihlal etmesi, devleti iktisadi hayata müdahale etme sorumluluğuyla yüz yüze getirir.”[20] Diğer bir ifadeye göreyse;
“İslam ekonomi sistemi bir taraftan piyasa ekonomisinin ve onun serbest rızaya dayalı işleyişinin yanında, diğer taraftan onun insan ve toplum varlığımız üstüne sivrilme özeliliğini taşıdığı durumlarda tam karşısında yer alır. Ağırlık duruma göre bazen birine, bazen diğerine kayar. Weber bu sistemin gelişimini sadece savaşçı etiğine indirgemekle İslam’ın sosyal yapısında var olan gerilimi ve ’dengeyi’ tam olarak değerlendirmemiştir. Ülgener, İslam ekonomi sistemindeki bu ‘denge’ haline ‘narh’ tartışmalarından bir örnek getirir. Narh tartışmalarında bir yandan piyasaya müdahale etmeyerek her şeyi tabi cereyanına bırakmak isteyen mutlak serbesti taraftarları, diğer yanda her şeye el koymak, tanzim etmek lüzumunu ileri süren müdahilciler vardır. İslam hukukun ilk kaynaklarında serbestlik taraftarlarının etkisi görülürken, değişen tarihsel, toplumsal ve iktisadi şartlarla birlikte müdahalecilik taraftarları ağı basmıştır. Bu sosyal yapıdaki dengenin bir yandan öbür yana nasıl kaydığını gösteren son derece güzel bir örnektir. Bu durumda İslam’ın ilk kaynaklarına, mesellerin çözümünde bütün çatıyı kapamış ve bir yana angaje olmuş bir dinin kaynakları olarak bakmak yanlış olacaktır”[21]
O halde İslam’ın iktisadi olarak tek yanlı ele almak ve öylece değerlendirmek yanlış olsa gerek. Zira, bazı ayetlerde “kimseye emeğinden fazlası yoktur.” derken, bazı ayetlerdeyse “Allah kullarından dilediğince rızıklandırır.” ifadesi kullanılır ki tüm bunların bir anlamı olsa gerek. Toplumun iktisadi ahlakının çeşitli dönemlerde farklılıklar arz ettiğini, pratikte farklı olsa da İslam’ın özü itibariyle temelde ‘hiç ölmeyecekmiş gibi bu dünya için yarın ölecekmiş gibi ahret için” çalışmayı tavsiye etiğini belirten Günay’a göre, İslam’da insanın yeryüzüne devamlı bir çalışma ve kazanma yani “kesb” göreviyle gönderildiğini kabul eden “aktivist” bir hayat anlayışı mevcuttur ki bu anlayış başta Kur’an-ı Kerim ve peygamberin yanı sıra pek çok devrin ahlakçılarında da görülebilir.[22] Ancak devamında Günay, Ülgener’e de katılmacı bir şekilde pratikte durumun farklı olduğunu, hakim olan zihniyeti ise şu şekilde belirtir:
“Orta Çağda çeşitli sebeplerle zamanla yerleşen ve dünyanın yalnızca tad taraflarını alıp, gerisini gereksiz bir külfet sayan tüketici, atıl, tembel, donuk ve durgun bir zihniyet; ve nihayet gerçekte bu zihniyetin bir devamından başka bir şey olmayıp, özellikle basit bir el işçiliğine dayanan dünya görüşünün güçlü bir anlatımı olduğu anlaşılan tasavvuf ahlakının etkisiyle iyice yerleşip kökleşerek imkanını elde etmiş bulunan, zenginliği kötüleyerek fakirliğin dini bakımdan makbul olduğunu savunan, dünyayı müslümanın hapishanesi kafirin cenneti sayarak dünyadan kaçan, münzevilik, kanaatkarlık, yanlış tevekkül ve ataleti öven, yer, yurt ve meslek değiştirmekten hoşlanmayan, sabırlı ve mütevekkil ve hatta müteekkil bir hayat felsefesinin hakim olduğu “bir lokma bir hırka» zihniyeti veya. «dünyadan nasibini unutma” emrini “bizim bu dünyadan nasibimiz sadece bir kefendir» diye anlayıp yorumlayarak dünya nimetlerinden yüz çevirme, toplumdan kaçma, inziva, tembellik, tufeylilik ve fatalizm şekillerine bürünen ve maddi alem karşısında “pasif” bir tutumu öven zihniyet.”[23]
İslam’ın öz olarak bu gibi hallerden uzak olduğunu savunan Ülgener’ için İslam ayrıca bir şehirli dinidir. Bununla birlikte şehirlinin zekâlığıyla bedevinin cesaretini harmanlaştırmıştır. İslam temel iktisadi ahlak düzeninde temel şiar; yiyin için, ancak israf etmeyin düsturdur. Bununla birlikte şu da unutulmamalıdır ki ortaçağ döneminde dünyanın her yerinde olduğu gibi İslam âleminde de feodal-politik, zor, ganimet, baskı araçlarıyla kazançlar olmuştur. Ancak İslam’ın bizzat kendisinin bu yolları savunduğu ileri sürmek hatalı bir görüşün yansımasıdır. İslam’ın özü bundan uzak olup, o daha çok rızaya dayalı rızkı teşvik eder ki bundan en çok övdüğü yol, ticarettir. En nihayetinde İslam’ın özü çalışmaya dayalı emeği yüceltir. Emeğin temel gayesi iktisadi gelişimi sağlamaktır. Temel hedef kendinin ve yakınlarının ihtiyaçlarını karşılamak olup mülk edinme insanlar üzerine tahakküm kurmanın aracı olmamalıdır. Ancak kazanma ve mülk edinmenin bir sınırı vardır. Diğer yandan mülk batıl yollarla da elde edilemez.
İslam’da kader ve tevekkül kavramlarının da mahiyeti önem taşır. Kader inancının kitle psikolojisindeki yeri çalışmamayı teşviğe doğru dönüşürken, tevekkülde ise çalışıp, çabaladıktan sonra gerisini Tanrı’ya havale etme düşüncesi ve buna bağlı olarak yaşam tarzı egemen olur. Görüldüğü gibi, birikim, üretim bağlamı paralelinde tevekkülden kadere ilerledikçe bir daralma meydana gelir. İşte tarihsel olarak İslam toplumu da bu paralelde ilerlemiştir. Bu bağlamda tasavvuf-tarikat mevzusuna giren Ülgener, bunları dahi kendi içlerinde homojen bir yapıda görmemiştir. Keza bu bağlamda Ülgener incelemesinde tasavvufçular, bir yandan batini karakterde olup dünyadan el etek çekme, mistik bir hal içindeyken; diğer yandan daha aktif, çalışmayı teşvik eden, halk içinde yaşayan, bu bağlamda ne feodal ne de Weber kavramlarında patrimonyal bir yapıda olmayan Melamilik gibi kollara ayrılmıştır. Melamiler için, dünya ne zevk ne de eğlence yeri değildir ancak kaçınılması gereken bir yerde değildir, en nihayetinde onlar için zühd, dünyadan çekilme de yoktur, Kalvinistler gibi halkın içinde olup, çalışmayı ve üretmeyi teşvik ederler. Onlara göre çalışmak Allah’tan uzaklaştırmaz, çalışmak ibadettir. Önemli olan ticaret yaparken de mümin kalabilmektir. Melamatilerde iş ve çalışmanın yalnız göz yumulan bir dünya ilgisi değil tam tersine vazife bilinci haline getirilmiş ve neredeyse ibadet derecesine çıkartılmış bir halde olduğunu, helalinden kazanmanın ibadet gibi değerli görüldüğünü yani çile, zühd ve türlü yollarla dünyayı terk etme diye bir şey olmadığını savunan Kara’ya göre, Melamilik felsefesinin temel çizgisi şu satırlarda aranabilir:
“Falan kimse su üzerinde yürür dediklerinde filan kuş dahi su üzerinde yürür deyu buyurdular ve falan kimse bir lahzada bir şehirden bir şehre varır dediler şeytan dahi bir nefeste maşrıktan mağrıba varır dediler. Pes bunlarda kıymet olmayacak ehlullah kimlerdir? Deyu sual ettiler. Buyurdular ki halk içine karışıp alışveriş eyleyip bir lahza hüda’dan gafil olmaya; velilik rütbesi budur dediler. Kur’anı’ın “o kişiler ki ticaret ve alım satım Allah’ı anmaktan kendilerini alıkoymaz”(Nur: 37) hükmüne uyarak “vahdet-i kesret (çokluk ve kalabalıkta)” aramanının sakıncası kalmayacaktı. Öyle olunca “hergün akşama dek halkın beğendiği işte” olmanın iman ve itikat tarafına zarar vereceği düşünülemezdi.” [24]
Böylelikle diğer bazı veya pek çok tasavvuf, tarikat türlerinden farklı olarak Melametiler çalışmayı hem kendi içlerinde hem de diğer insanlar için teşvik etmeye çalışmışlardır. Ancak Ülgener’e göre Melamilik tabanda sürekli izler bırakmazken, batini nitelikteki tasavvuf daha çok benimsenmiştir. Kara’ya göre, Melamiliğin etki alanı ve hitap edip etkilediği kitle oldukça dar ve sınırlı kalmıştır. Zikr ve ayinden çok irfana ağırlık veren bu hareket ancak büyük irfan merkezlerinde orada dahi tavanda sınırlı kalmış, tabanda ise kalıcı izler bırakmamıştır. Geniş bir yelpaze halinde batiniliğe açılan tarikatler ise daha çok insanlara ulaşabilmiş, felsefeleri daha çok nüfuz etmiştir. Bunlar küçük şehir ve kasabaların esnaf toplulukları, bir kısım yeniçeri, geri kalanı irili ufaklı şehirlerin orta sınıf halkına kadar uzanmışlardır.[25] Böylece Melamatilerde kisb yani hem bu dünya hem de ahret için çalışma iktisadi ahlakın ve zihniyetin belirleyici haliyken, halkta daha çok kabul gören batini-tasavvufide bağımlılık ve bağlılık bir iktisadi ahlakın yaratıcı felsefesi olmuştur. Böylece Melamatiliğin karşı cenahında yer alan bu ekolde uzmanlaşma (şeyh, mürit veya kalfa-çırak-usta) artıkça otoriteye olan bağlılık da o nispette artmış, alt-üst, veya taban-tavan arasındaki mesafe ve ayrım da buna mukabil artmıştır. Bu halde artık üstekiler için çalışmama bir gereklilik, altakiler içinse üstekilere çalışma adeta bir ibadet değeri kazanmıştır. Şeyh sözünden çıkmamak temel bir erdem haline gelirken, iktisadi ahlak ve zihniyet de bu minval üzerine kurulu olarak Şeyh için ve onun doğru bulduğu tarzda çalışmaya dönmüştür. Konuyla ilgili olarak zikredecek olursak Fazlur Rahman’ın hatırlattığı “ölü bir vücut, cenaze yıkayıcısının elinde nasılsa sen de şeyhinin elinde öyle olmalısın” kadim tasavvuf kabulü şeyhin kudretinin göstergesidir. Rahman, Gazali’nin şu sözlerinin altını çizer:
“Mürit, kendisinin doğru yola iletecek bir mürşide zarüri olarak muhtaçtır. Çünkü imana giden yol, karanlıktır; oysa Şeytan’ın yolları çoktur ve açıktır. Şeytan kendisine yol gösterecek şeyhi bulunmayan bin insanı kendi yollarına çekecektir. Öyleyse nehir kenarında yürüyen bir kör, nasıl yol göstericisine sarılmak, tam anlamıyla teslim olmak, hiçbir hususta itiraz etmemek ve onu adım-adım takip etmek zorundaysa, mürit de şeyhine öylece sarılmalıdır. O şunu iyice bilmelidir ki, şeyhinin yapacağı hatadan-eğer herhangi bir hata söz konusuysa-elde edeceği yarar, kendi sevabından-eğer sevap işleyecek durumdaysa-elde edeceği yarardan daha büyüktür.”[26]
Bu yönde ve genel olarak bu kabul, inançlarla ilerleyen tasavvufun iktisadi faaliyetin belirleyicileri olarak çevre, zaman, dünya ilişkiler ise şu şekilde olmuştur:
Zaman: Sadece bugün önemli. Bundan dolayı yarın için fazla kaygılanmamak lazımdır.
Dünya: Uzak durulmalı, o var görünen bir yokluk. Hayal dünyası.
Çevre: En yakın mesafe, aile. Şeyh, tarikat.
Sonuç
Ülgener’in Zihniyet ve Din–İslam Tasavvuf ve Çözülme Devri İktisat Ahlakı– adlı eseri dikkatli incelendiğinde öyle görünüyor ki her şeyden önce kendisi Weber’i bütün olarak katıldığı ve katılmadığı noktaları göstermeye çalışmıştır. Buna göre, dinin iktisadi zihniyet olan ilişkisinin kabulüyle Weber’i onaylamış ancak özellikle Weber’i tek taraflı, aceleci, zaman zaman oryantalist bir gözle değerlendirmesine neden olan İslam iktisadi anlayışını eleştirmiştir. Bu bağlamda Weber’in batılı perspektifle iktisadi gelişimi açıklayabilmek için İslam’ın bazı taraflarını görmezden geldiğini vurgulamıştır. Keza, otorite geleneğini, bağımlı bir iktisadi anlayışı, üretime yönelik değil de tüketim ve gösterişe yönelik zenginliği dileyen bir iktisadi zihniyeti yaratan batini nitelikteki tasavvufi geleneği irdelediğinde Weber’i onaylamış ancak İslam’ın sadece bu tür ekollerden müteşekkil olmadığını göstererek, parça-bütün ilişkisinde Weber’in pek de dikkatli olmadığını vurgulamak istemiştir. Zira Melamatilik gibi ekollerin hem müritler için hem de tüm müminler için çalışmayı ve üretmeyi bir erdem, ibadet gibi değerlendirmeleri Weber’in “İslam feodal, aristokratik, patrimonyal, savaşçıdır” gibi yargılarını tekrar gözden geçirmesine neden olmaktadır. Diğer yandan Kur’an’ın pek çok ifadeleri de kendi kendine çalışmanın, toplumsal artı sağlamanın, emeğin, alın terinin öneminin altını çizer. En nihayetinde atıl, durgun, pasif iktisadi bir ahlak ve zihniyet İslam’ın özünde olmayıp zamanla İslam coğrafyasına sirayet etmiştir.
Kaynakça
Çelik, Celaleddin., “İslam İktisat Ahlakına Dair Birbirini Tamamlayan Bakış Açıları: Weber ve Ülgener Üzerine Karşılaştırmalı Bir İnceleme” İslam Araş. Dergisi. C.16,S:4.2003
Ertüzün, Tevfik, “Prof. Ülgener’in İktisadi Kalkınma Yaklaşımı” İÜ.İktisat Fak.Mecmuası.c.43, İstanbul, 1987
Gül, Ali Rıza “İslam İktisat Düşüncesinin Kur’andaki Temelleri” Ankara Ün.İlahiyat Fak.Der. 51:2(2010)
Günay, Ünver, “İktisadi Ahlak ve Din” Atatürk Ün. İlahiyat Fak. Der. Sayı 7,1986
Kara, Mustafa, “Melamatiye” İstanbul Üni. İktisat Fak.Mecmuası, c.43. İstanbul,1987
Rahman, Fazlur. İslam” çev. Mehmet Dağ, Mehmet Aydın, Selçuk Yay, 1996
Özkiraz, Ahmet, “Sabri F.Ülgener’in Max Weber Eleştirisi” İ.Ü, Siyasal Bilgiler Fak.Dergisi, No:28 Mart 2003
Torun, Fatma ve Hacı Duran,”Sabri F. Ülgener ve İki Eseri Üzerine Bir Değerlendirme” www.iudergi.com/tr/index.php/iktisatsosyoloji/article/…/6237 (Erişim Tar:10.12.2012) s.63
Torun, İshak, “Max Weber’e Göre iktisadi Zihniyetin Rasyonalizasyonu” http://www.iibf.selcuk.edu.tr/iibf_dergi/dosyalar/121348063071.pdf, (Erişim Tarihi:10.12.2012)
Ülgener, Sabri F. Zihniyet, Aydınlar ve İzm’ler, Derin Yay. İstanbul,2006
Ülgener, Sabri F. Zihniyet ve Din-İslam Tassavuf ve Çözülme Devri İktisat Ahlakı-, Der Yay, İstanbul,1981
Eda Yazıcıoğlu, “İktisadi İnhitat Tarihimizin Ahlak ve Zihniyet Meseleleri Üzerine Bir İnceleme” http://yonetimbilimi.politics.ankara.edu.tr/eyazicioglu.pdf, s.4.(Erişim Tarihi:09.12.2012)
Dipnotlar
[1] Pamukkale Üniversitesi, FEF. Tarih Bölümü Doktora Öğrencisi
[2] Fatma Torun ve Hacı Duran, “Sabri F. Ülgener ve İki Eseri Üzerine Bir Değerlendirme” www.iudergi.com/tr/index.php/iktisatsosyoloji/article/…/6237 (Erişim Tar:10.12.2012) s.63
[3] Tevfik Ertüzün, “Prof. Ülgener’in İktisadi Kalkınma Yaklaşımı” İÜ.İktisat Fak.Mecmuası.c.43, İstanbul, 1987.s.13.
[4] Torun ve Duran, a.g.e,s.64.
[5] Eda Yazıcıoğlu, “İktisadi İnhitat Tarihimizin Ahlak ve Zihniyet Meseleleri Üzerine Bir İnceleme” http://yonetimbilimi.politics.ankara.edu.tr/eyazicioglu.pdf, s.4.(Erişim Tarihi:09.12.2012)
[6] Torun ve Duran, a.g.e,s.66
[7] Ertüzün, a.g.e,s.14.
[8] Sabri F. Ülgener, “Zihniyet, Aydınlar ve İzm’ler” Derin Yay. İstanbul,2006.s.IX.
[9] Bkz, Sabri F .Ülgener. Zihniyet Ve Din-İslam Tassavuf ve Çözülme Devri İktisat Ahlakı-, Der Yay, İstanbul,1981
[10] Torun ve Duran, a.g.e,s.68.
[11] Celaleddin Çelik, “ İslam İktisat Ahlakına Dair Birbirini Tamamlayan Bakış Açıları: Weber ve Ülgener Üzerine Karşılaştırmalı Bir İnceleme” İslam Araş. Dergisi. C.16,S:4.2003,s.662.
[12] İshak Torun,”Max Weber’e Göre iktisadi Zihniyetin Rasyonalizasyonu” http://www.iibf.selcuk.edu.tr/iibf_dergi/dosyalar/121348063071.pdf, s.32,33. (Erişim Tarihi:10.12.2012)
[13] A.g.e,s.16.
[14] Çelik,a.g.e,s.662.
[15] Ahmet Özkiraz, “ Sabri F.Ülgener’in Max Weber Eleştirisi” İ.Ü, Siyasal Bigiler Fak.Dergisi, No:28 Mart 2003,s.51.
[16] A.g.e,s.54
[17] Çelik, a.g.e,s.664,666.
[18] Torun ve Duran, a.g.e,s.67.
[19] Bkz, Sabri F .Ülgener. Zihniyet Ve Din-İslam Tassavuf ve Çözülme Devri İktisat Ahlakı-, Der Yay, İstanbul,1981
[20] Ali Rıza Gül, “ İslam İktisat Düşüncesinin Kur’andaki Temelleri” Ankara Ün.İlahiyat Fak.Der. 51:2(2010), s.73.
[21] Özkiraz, a.g.e,s.58.
[22] Ünver Günay, “İktisadi Ahlak ve Din” Atatürk Ün. İlahiyat Fak. Der. Sayı 7,1986.s.124.
[23] A.g.e,s.125-126.
[24] Mustafa Kara, “Melamatiye” İstanbul Üni. İktisat Fak.Mecmuası,c.43. İstanbul,1987.s.590
[25] A.g.e,592.
[26] Fazlur Rahman, İslam, çev.Mehmet Dağ, Mehmet Aydın, Selçuk Yay.1996,s.215.
———————————————–
[i] https://www.academia.edu/8176273/SABR%C4%B0_F._%C3%9CLGENER_Z%C4%B0HN%C4%B0YET_VE_D%C4%B0N