Basım Yılı 2015
Yayınevi: Cedit Neşriyat
Aşağıdaki tanıtım sayın Hüseyin YENİÇERİ’nin “Türk Yurdu, Ekim 2010 – Yıl 99 – Sayı 278″ künyeli yazısından alınmıştır.
“Anadolu mayası” üzerine ilk ciddî inceleme, Prof. Dr. Yalçın Koç tarafından yapıldı: Anadolu Mayası, Türk Kimliği Üzerine Bir İnceleme adını taşıyan bu çalışma, Cedit Neşriyat tarafından -kitap halinde-yayımlandı. Daha önce Türkiye Günlüğü dergisinde yayımlanan dört uzun makaleden oluşan kitabın baskı tarihi 2008. Yazar eserine yazdığı önsözde “ Bu kitap, Anadolu mayasında yüzlerce yıldır bilinen konuların, kısmen, dile dökülmesinden ibarettir; bu itibarla, tekrar yoluyla hatırlatmadır, denilebilir. Bu bakımdan, bu kitabın “yazarı ve sahibi”, esasen, “ Anadolu’nun gönlü mayalıları”dır. ”(s.8) demektedir. Yazar böyle bir çalışmayı niçin gerçekleştirdiğini yine önsözde açıklıyor: “Anadolu mayası” Anadolu Türk kimliğinin esasıdır; yok olmak, yok edilmek tehlikesi içine düşürüldüğümüz bu safhada, kurtuluşun yegâne yoludur ve nihai dayanağıdır.” (s. 9) Yazar bu amacını ithaf sözlerinde de vurguluyor: Anadolu’nun gül yüzlü şehitlerine, aşk olsun, selam olsun!
Anadolu mayasının ne olduğunu, bu mayanın can düşmanlarının kimler olduğunu şöyle ortaya koyuyor: Anadolu mayasının esası, cümle varlığın birliği ve kardeşliğidir. Ancak bu mayanın iki can düşmanı vardır. Bunlar, Anadolu’da sürmekte olan Vahhabi damarı ile Grek-Latin -Kilise diyarıdır. Bu tespitten sonra önce Anadolu mayası deyimini, sonra Grek-Latin- Kilise diyarını ve Vahhabi damarını açıklığa kavuşturuyor: “Anadolu, Türkler tarafından mayalanmış bir coğrafyadır. Bu itibarla ıspanak ekilmiş bir tarlaya benzemez; maya çalınarak yoğurda dönüşmüş süte benzer. Anadolubu mayalanma sonucunda “asli birlik”e dayalı yeni bir “asli kimlik kazanmıştır. Bu maya içerisinde artık ne Grek’in, ne Bizans’ın ve ne de Kilise’nin bir damarı, bir hükmü bulunmaz.” (s. 16) Yazar, Türklerin çaldığı mayanın “esas”ı , “öz”ü itibariyle dönüştürdüğünü, Anadolu’ya asli bir kimlik kazandırdığını; bu asli kimliğin bir kültürün veya bir kültürler mozaiğinin değil, bir mayalanmanın ürünü olduğunu belirtiyor.
Grek-Latin-Kilise diyarı ile neyi ifade ettiğini açıklarken bunun bir kültür olduğunu, İonya ile başlatılabileceğini, bu iki dille konuşup yazanların yol ve yordamlarının ve ürünlerinin “Kilise” ile çerçevelenerek, zarflanarak günümüze ulaştığını vurguluyor. Vahhabi damarını açıklarken çok çarpıcı, ibret verici, birçoğumuzun kafasında birikmiş yüzlerce sorunun cevabını verici tespitlerde bulunuyor. “Vahhabiler, esas itibariyle “Sodom ve Gomore” ahalisidir; bunu, Grek-Latin-Kilise diyarı ile uyum sağlamak üzere iş tutuşlarında görürüz. “Takiyye” gibi görünen fiillerinin esası bu ahvallerini örtmeye yöneliktir. Bunlardan birini tanımak öbürlerini de hemen tanımaya yeter. Anadolu Vahhabisi bazen siyasi kisve altında kendisini gösterir. Bazen de cüppe giyer, dini kılık içerisinde ortalık yerde ağlaya sızlaya iş tutar; bunda da Vahhabinin ahvali, “Sodom ve Gomore” ahvalidir.” (s.78)
Anadolu mayasının can düşmanı olarak “Kilise”nin ortaya çıkmasını anlamak kolay. Çünkü Anadolu mayası, Türkistan’dan gelen kelamdır. Türkistan’dan gelen kelam, Hoca Ahmet Yesevi’nin gönlünde Türkçe söz ile açılan “Kadim demde Hatem olan Kelam’dır. “Gönül”ün kelam ile mayalanması, asli doğuşun başladığı noktadır. Asli doğuş, “kelam”ın “gönül”ü mahal tuttuğu demde başlar. (S. 352) Kelam’dan doğmak, Kilise’nin fikriyatı ve teolojisi ile anlaşılacak bir durum değildir. “İnsan”ı rahipler zümresine tebaa etmeyi amaçlayan kilise, insanı yücelten, özgürleştiren, yalnızca Allah’a kul eden böyle bir mayalanmaya elbette düşman olacaktır. Nitekim 1071 yılında gerçekleşen Malazgirt zaferiyle Anadolu’nun kapıları Türklere açılınca Piyer Lermit adlı bir papaz, Kilise adına ülke ülke, kapı kapı yirmi beş yıl boyunca dolaşarak Haçlı Seferleri’nin başlamasına önayak olur.
Vahhabilerin Anadolu mayasına can düşmanı olmalarını anlamak o kadar kolay değil. Önce şunu belirtmek gerek: Ay yıldızlı bayrağın ve yurdumuzun esası Anadolu Türk kimliğidir. Anadolu Türk kimliğinin özü itibariyle –Türkistan’dan gelen kelam itibariyle kutsaldır. “Bu hakikat,” kelam”ı “söz”den, “bayrak”ı “bez”den, “vatan”ı “arazi”den ayıramayan Anadolu Vahhabileri ve rahip zümreleri için can alıcı noktadır. Anadolu Vahhabisi, kutsallık idrakini Arap kültürüne bağlayarak ve bu itibarla ay yıldızlı al bayrağımızın ve vatanımızın kutsal olmadığını öne sürerek Anadolu Türk kimliğine saldırır. Bizzat kilise de aynı yönde gayret sarf eder. Anadolu Türk kimliğini, tadil edilmiş Arap kültürüne tahvil etmeye uğraşır. Bu itibarla Anadolu Vahhabisi ve bizzat Kilise birbirleriyle uyumlu olarak Anadolu Türk’üne can düşmanlığı eder. Oysa kutsallık sadece “Kadim demde Hatem olan Kelam”a mahsustur; Arap kültürüne değil. (s.367)
Prof. Dr. Yalçın Koç, Anadolu mayasına Vahhabilerin can düşmanı olmalarını çarpıcı tespitlerle ortaya koymuş: “Anadolu’daki Vahhabilik, Kilise’nin Anadolu’daki mütekabilidir. Vahhabi mevzuatının söylemi, şeriatın sözcükleriyle oluşturulur. Ancak bu mevzuat, esasında dinsel bir şeriat ile alakalı olmayıp, amacı sebebiyle ve temeli itibariyle kendinden menkuldür. Bu itibarla Vahhabi söylemi üzerinden Vahhabi’yi teşhis etmek bir hayli zordur. Vahhabilerin kendilerine mahsus vatanları olduğu gibi kendilerine mahsus bayrakları da vardır. Vahhabi bayrağı sadece kendi aralarında gizli saklı açılır, bu bayrağın üzerinde nifak yazar. Vahhabi bayrağı Anadolu mayasının sağladığı “birlik”e karşı durur. Koyun sütünü, keçi sütünü, inek sütünü karıştırıp mayalasak ve yoğurt etsek, Vahhabi der ki: Bu, koyun yoğurdundan, keçi yoğurdundan, inek yoğurdundan oluşan bir yoğurt mozaiğidir. Vahabbi’nin doğası nifaktır. Bireyin esasını örten bir bölücülüktür. Vahhabilerin iktidar kazanmak için mevzuat düzenleyebilmesi, bulundukları yerde mevcut olan birliği yok etmelerine bağlıdır. Birliği ortadan kaldırmanın ilk adımı birliğin kimliğini sorgulamaktır. Vahhabi bu itibarla önce birliğin kimliğine nifak sokar; bir kaptaki yoğurdu, yoğurtlar mozaiğine tahvil etmeye uğraşır ve bir olanı, bir olanla bağdaşmayan hayali unsurlara ayırmaya ve bölmeye gayret eder. Bölmek için Grek-Latin-Kilise diyarındaki yığının kuruluş unsurlarını mesela etnik farkları kullanır.” (s.78)
Yazarın bir tespitini de burada değerlendirmek yararlı olacaktır: “Cümle varlığın birliği ve kardeşliğinin esası, Hatem olan Kelam’dır. Hatem olan Kelam’ı dinler arası diyalog yoluyla inkâr eden, cümle varlığın birliği ve kardeşliğini, esasen inkâr eder. Bu durumda hoşgörü ve tolerans sözcükleri yoluyla ortaya konulan kavramların esası, bizzat Kilise teolojisinden ibarettir.” (s. 355)
Ülke bütünlüğünün korunması ve sürdürülmesi açısından Anadolu mayasının farkına varmak zorunludur. Sodom ve Gomore’nin akıbeti cümle âlemin malumudur. Burası Anadolu toprağıdır, gönlü mayalıların yurdudur. Burada gönlü mayalılar toprağı vatan, bezi bayrak yapmışlardır. Kurtuluşumuz ve birliğimiz Anadolu mayasının oluşturduğu Türk kimliğine sıkı sıkı bağlanmaktan geçmektedir.