Sevgili okurlar, gelin hep birlikte bir genelleme yapalım mı? Birinci Dünya Savaşı sonunda savaşın galibi “Büyük Britanya” ya da kısaca “Birleşik Krallık” hariç, diğer klasik imparatorlukların yaşamsal sürecini bitirmiş olduğu kabul gören bir gerçek midir? Hiç kuşku yok ki, evet. Büyük Britanya bir yandan “güneş batmayan ülke” konumunu pekiştirip, sağlamlaştırırken eski dünya adasında, Afro-Avrasya’daki aristokrasi etrafında yapılanmış imparatorluklar bir bir tarih sahnesinden silinmişlerdi. Bu arada söyleyelim, iki savaş dönemi arasında Büyük Britanya İmparatorluğu biçim değiştirmiş ve 16 ülkenin doğrudan “İngiliz Kraliçesi” tarafından yönetildiği günümüzde 54 ülkenin üye olduğu “İngiliz Milletler Topluluğu” (British Commonwealth of Nations) 11 Aralık 1931 tarihinde Londra’da kurulmuştur. Bu durum bir biat meselesi olduğu kadar “Büyük Savaş”ın yadsınamaz bir gerçeği olarak kabul görmüştür. Yani? Yanisi şu: bu 16 ülke Kraliçe’yi devlet başkanı kabul eder, kraliçe bu devletlere vali atar, bu vali de kraliçe adına o devletleri yönetir. Örneğin, Kanada bu devletlerden bir tanesidir. Fiji Cumhuriyeti de bu devletlerden bir diğeridir. Fiji Cumhuriyeti’nin bayrağı bile İngiltere devleti ile aynıdır, bayrağın üstünde patilerinin altında hindistan cevizi bulunan altın sarısı Britanya aslanı vardır. Hani bizde ‘cim-bom’un imgesel resmindeki aslan. Unutmayalım, Birinci Dünya Savaşı sonunda mütareke döneminde atanmış padişahın kız kardeşi Mediha Sultan ile evli, atanmış Başvekil Damat Ferit, Padişah Vahdettin’in temsilcisi sıfatıyla İngilizlerle 12 Eylül 1919 tarihinde benzer bir “proto gizli antlaşma” imzalamıştır. Mustafa Kemal Atatürk bu “Türk-İngiliz Gizli Antlaşması” hakkında Nutuk’ta geniş bir şekilde açıklamalarda bulunmuştur. İngiltere Hükümetinin, kendi kumandası altında Türkiye’nin bütünlüğünü ve bağımsızlığını garanti edeceğini belirten ‘antlaşma’nın metni ilk olarak 22 Ocak 1920 tarihinde “The New York Gerald Tribune” adlı Amerikan gazetesinde çıkmıştır. (1) Kısaca bu antlaşma Türkiye’nin İngilizlere bırakılması antlaşmasıdır. Ne demektir? Bir kere bu devletlerin vatandaşı olmak isteyen Kraliçe’ye bağlılık yemini etmek zorundadır. Bu devletlerin eğitim sisteminde öyle millilik, yerlilik falan ulus-devlet anlayışı yoktur, kraliçeye biat etmek, İngiliz kanunlarına itaat etmek vardır. Eğitim sistemi doğrudan kraliçeye bağlı vatandaş yetiştirilmesi amacıyla İngilizler tarafından inşa edilmiştir. Yetişen nesil Kraliçe ve İngiliz Devletine hayranlık duyarak yetişir. Sanıyorum durum tam olarak anlaşılmıştır. İlla da bu sistemi bir yerlere koymak gerekirse “meşveretsiz biat ve itaat üzerine kurulu bir sistem”dir. Anlayacağımız, “Padişahım Çok Yaşa”yerine “Kraliçem Çok Yaşa” (Long Live the Queen)’nın egemen kılınması işlemidir.
Büyük Savaşın yenilmişlerinin meydan okumasıyla başlayan “İkinci Dünya Savaşı”nın bitimi ise büyük ölçüde ulus-devletleri erozyona uğratmış, güçlünün haklı olduğu bir sistemin başlamasıyla haksızlığa karşı meydan okuyan ulus devletlerin yıkım sürecini başlatmıştır. Öte yandan soğuk savaş sonrası küreselleşme sürecine girilmesiyle ulus devletlerin aşınarak zaman içerisinde yok olacakları yönünde bazı yaklaşımlar da ortaya atılmıştır. Küreselleşme karşısında ulus-devletin varoluşsal sınırlarının aşınmaya uğraması sonucu gerek yukarıdan sınır aşan uluslararası kuruluşlar tarafından, gerekse aşağıdan alt kimlikler ve kültürler tarafından erozyona uğratılmış, ulus-devletin egemenlik gücü zamanla internetin yaygın bir şekilde kullanılmasıyla ulus-üstü güçlere devrediliyor hale gelmiştir.
Günümüzdeki Ukrayna meselesine, uluslararası siyaset bilimi açısından bakıldığında ise ‘Pax-Amerikano’nun hegemonik gücü ABD’nin dünyayı küreselleştirme modeli ile ulus-devletin egemenlik haklarında direnmesi arasındaki çelişme üzerine oturmakta olduğu açıkça görülmektedir. Aslına bakarsanız, ‘Pax-Amerikano’ ile betimlenen küresel finans, soğuk savaş döneminde koskoca Sovyetler Birliğini sonlandırmakla kalmamış, iki kutuplu dünya düzenini de bitirmişti, malum. İki kutuplu dünyanın mütecaviz doktrinin öznesi konumundaki Varşova Paktı tek kurşun atılmadan üçüncü milenyuma çok az kala kepenk kapatmıştı. Hep birlikte gördük. Bu durumun kuşkusuz getirisi de büyük olmuştur. Soğuk Savaş sonrası “sözde galip” diye dünyaya lanse edilen küresel finansın taşeronu ABD’nin mega güç konumunu sağlamlaştırmıştır. Bundan sonra küresel finans tarafından ABD’ye, ulus-devletleri erozyona uğratma görevi verilmiştir. Taşeron ABD’de de ulus devletlerin ulus kimliğini aşındırarak kişiliksizleştirip-devletsizleştirmeye doğru pupa yelken götürürken Yunanistan bunun son örneğini temsil etmektedir. Yunanistan tıpkı Birinci Dünya Savaşı sonrasındaki Osmanlı Devleti gibi, ülkesini anahtar teslim ABD’ye takdim etmiş, Türkiye’nin ötekileştirilmesi sonucu ülkesinin malî geleceği silah, araç ve gereç adına Fransa’ya peşkeş çekilmiştir. Bir genelleme yapılacak olursa, biat edenler kişiliksizleştirilip devletsizleştirilirken; direnenler ise “ABD’nin Hasımlarıyla Yaptırımlar Yoluyla Mücadele Yasası” (CAATSA) gibi yaptırımlar ile hizaya sokulmaya çalışılmıştır.
Şimdi bu savımızı irdelemeye çalışalım. Daha savaş başlamadan kandırılmış, aldatılmış bir Ukrayna, teslim alınmış ulus-devleti; buna karşılık Rusya ise direnen ulus-devleti temsil etmektedir. Soğuk Savaş sonrası yapay bir biçimde oluşturulan Ukrayna’nın toplumsal yapısına bakıldığında sorunsallık açıkça kendini belli etmektedir. Ukrayna’nın doğusu ile batısı arasında bütünleşme sorununun olduğu ve bunun siyasal yönelimlere etki ettiği açıkça görülmektedir. Geleneksel olarak, Batı Ukrayna, Batı sistemi ile; Doğu Ukrayna ise Rusya Federasyonu (RF) ile başta dil olmak üzere yakınlıktan yana olduğu açıkça görülmektedir. İşin tuhafı daha başlangıçtan itibaren, Avrupa Birliği ve NATO yöneticilerinin, Ukrayna’nın sisteme dâhil edilmesi halinde bölüneceğini en baştan beri bilmiş değişik zamanlarda dillendirmişlerdir. Aslına bakarsanız, bu bölünmüşlük olgusu, dinsel ve mezhepsel farklılıklar tarafından da kısmen desteklenmiş ve hala da desteklenmektedir. Bu fiili durum 2014 yılında Kırım’ın RF tarafından ilhakı sonrası daha da şiddetlenmiş, Batı ile Rusya arasında Ukrayna üzerinden bir örtülü kavganın, daha doğru bir ifadeyle, Batı’nın Ukrayna’yı denetim altına alma çabalarının can yakıcı sonuçlarına neden olmuştur. Rusya, Karadeniz’deki Rus donanması için hayati öneme haiz olan Kırım’ı egemenliği altına alıp, sadece ABD’ye değil aynı zamanda uluslararası topluma bile meydan okumuş ve kendisini açık bir şekilde uluslararası kurallar ve normların dışında konumlandırmıştır. Yapılan çok açıktır. XXI. yüzyılda Avrupa kıtasındaki bir devlet başka bir egemen devlete karşı askeri güç kullanarak topraklarının bir kısmını işgal ve ilhak etmiş olması II. Dünya Savaşı sonrası güvenlik sistemini temelinden sarsmıştır. Şimdi ise Ukrayna’daki savaş 10’uncu haftasını doldurmuşken ABD ve NATO’nun bir ülkenin kaderine hükmetmeye çalışıp, sırf silah, araç, gereç ve mühimmat gönderip onu kendi amaçları uğruna araçsallaştırması liberal demokrasiye inanmış Ukrayna halkının adeta sunaklarda kurban edilmesi bencilliğini ortaya koymaktadır. Batı’nın derdi hiçbir zaman Ukrayna’nın korunması olmamış, sadece RF’nin hizaya getirilmesi için en uygun zamanın gelip gelmediği konusuyla ilgilenmişlerdir. Görünen odur ki, durum hiçbir zaman bundan farklı olmamıştır. Ukrayna’da biteviye, devamlı bir biçimde RF’na karşı NATO’yu kışkırtan ABD, NATO içerisinde safların sıklaştırılmasını açıkça istemekte olduğu görülmektedir. Ayrıca, NATO’nun güçlendirilmesi bağlamında İsveç ve Finlandiya’nın da NATO içerisinde görmeyi her vesileyle vurgulamaktadır. Sadece bu kadar mı? Tabii ki hayır. Paraya yön veren spekülatörler, bir yandan demokrasi, insan hakları, hukukun üstünlüğüyle açık toplumculuğu, sivil inisiyatifi, sivil toplum örgütlerini inşa ederlerken, öte yandan bölgedeki yasadışı aktörleri de mobilize etmeyi misyonik bir görev addetmişlerdir. Aslında yapılan hem sivil toplum hem de yasadışı örgütler üzerinden istedikleri, sömürü düzenini pekiştirmektir.
Anımsayınız, açılım sürecinde ABD’nin PeKaKa’yı sürekli terörize ettiği gibi, baş aşağı gittiğini anlayan PeKaKa da daha fazla yitirecek zamanları olmadığı için acele ederek, bölgedeki otantik aktörleri meydan okumuştur. Örneğin 7 Haziran 2015 tarihindeki genel seçimler sonrası çukur-hendek terörüyle başlayan, Doğu illerini yakıp yıkan terör saldırılarında 793 güvenlik görevlisi şehit edilmiş, 314 sivil yurttaş hayatını kaybetmiştir. Dört binin üzerinde güvenlik görevlisi ve 2 binden fazla vatandaş yaralanmıştır. Beka için verilen kurbanlarımız günümüzde yaşanılan Ukrayna’daki sivil halkın trajik günlerini anımsatmaktadır. Daha doğru bir ifadeyle XXI. yüzyılda, Avrupa coğrafyasında yaşanan bu trajik olaylar insanlık tarihinin geldiği noktayı anlamakta vicdanları zorlamaktadır. Buça’da, İprin’de yaşananlar Hocalı ve Serebrenitza soykırımı ile eşdeğerdir.
Ukrayna meselesi bir bütün olarak değerlendirildiğinde, RF’nın Ukrayna’dan ayrıştırılması diğer anlamda Avrupa’dan koparılması anlamına da gelmektir. Bunun da orta vadede Rusya’nın zayıflatılması, uzun vadede tasfiye edilmesine giden yolu açabileceği planlanmıştır. Oysa, olaya reel politik olarak bakıldığında ise RF’nin Ukrayna hamlesi Avrupa’dan kopmak istemediğinin de bir göstergesidir. RF’nin bu duruşu, ABD ile Avrupa ülkelerinin Rusya karşısında mono blok hareket etmelerini güçleştirebileceği bir başka ifadeyle ABD’nin Rusya’yı Batı ekonomik sisteminden söküp atmaya yönelik hamlesinin başarılı olma şansının da uzun vadede gerileyebileceği düşünülmektedir. (2)
Ukrayna işgali ve bütün bu olayların arka planında görünen odur ki, Birleşmiş Milletler (BM) ve Avrupa Birliği (AB) gibi uluslararası kuruluşların yetersiz kalışı en başta gelen etmenlerden birisi olmuştur. Bunun daha da ötesi, Bosna Hersek’e karşı Sırp saldırıları sonrasında barışı sağlamak bir tarafa, BM kontrolünde soykırım yapılmış olması en trajik örneği teşkil etmektedir. Sırpların, Arnavutlara şiddet uyguladığı ve binlerce kişinin ölmesiyle sonuçlanan Kosova Savaşı yine yakın bir tarihte Avrupa’da yaşanmıştır. BM, kitlesel ölümlerin gerçekleştiği Kosova savaşında sorunları çözmekte yetersiz kaldıkları açıkça görülmektedir. On hafta geçmiş olmasına karşın Ukrayna’daki olaylara müdahil bile olamamıştır. Uluslararası kuruluşların toplumsal krizlere müdahalede yetersiz kalışı, ulus-devleti, kimlikleri korumada birincil konuma getirmiştir. (3)
Bu durum çerçevesinde, uluslararası kuruluşların küreselleşme sürecinde yetersiz kalışı, ulus-devletlerin varlığını daha da pekiştirmekte olduğu açıkça görülmektedir. Onuncu haftası biterken Ukrayna krizi Türk Millî Mücadelesindeki Kuva-yı Milliye gibi millileştirme politikalarını artırır nitelikte olduğunu da göstermektedir. Meşru bir yapı olarak ulus-devlet, küreselleşmeyle birlikte bir dönem erozyona uğramış olsa da ulus-devletin bütünleşik olma varlığını perçinlemektedir. Gücü merkeze alan ulus-devlet, dıştan gelecek saldırılara karşı güvenlik olgusu etrafında yeniden birleşmeyi sağlayabildiği ölçüde güçlü hale gelebilecektir. Bu durum, ulus-devletlerin dışa açılmasından ziyade, tam tersine o ölçüde içe kapanmayı da tetiklemektedir.
Bütün bu meydan okumalara karşın Türkiye Cumhuriyeti’nin Mustafa Kemal Atatürk’ün veciz bir şekilde ifade ettiği gibi “Türkiye Cumhuriyeti’nin ilelebet payidar olabilmesi” misak-ı millî hudutlarının güvenlikli hale getirilmesine bağlı olduğu aşikardır. Türkiye Cumhuriyeti hem Suriye hem Irak’taki askeri operasyonlara dayanak olarak bazı ikili anlaşmalara ya da protokollere atıf yapılsa da esasen epey zamandır “meşru müdafaa hakkı” dışında bir argümana ihtiyaç duymamaktadır. Homojen yapıdaki “Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nden başlamak üzere, Suriye ve Irak sınırları ötesinde 20 Mil (32 Km) derinliğinde kesintisiz tampon güvenlikli bölgelerin inşası ve bu bölgelere Türkiye’ye müzahir sığınmacı statüsünde Suriye ve Irak yurttaşlarının iskân edilmesi Türkiye’yi “Küçük Asya Barış Adası” haline sokabilecektir. Bu bölgelerin kalıcılığı Türkiye’nin ekonomik çıktılarını, girdi olarak kabul edecek küçük ve orta işletmelerin desteklenmesine bağlıdır, sevgili okurlar.
Dipnotlar
(1) Sinan Meydan, “Türkiye’yi İngilizlere Bırakalım”, Oda tv, 25 Mayıs 2013; https://odatv4.com/siyaset/turkiyeyi-ingilizlere-birakalim-2505131200-37348/Erişim tarihi 08.05.2022/
(2) Soner Polat, Türkiye İçin Jeopolitik Rota, Kaynak Yayınları, İstanbul, 2017, s.105
(3) Abdulvahap AKINCI, Hilal ALPTÜRK, “Ulus-Devletin Küreselleşme Karşısındaki Genel Durumu”, Van YYÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi – Yıl: 2020 – Sayı: 47, ss. 28-29