Esat ARSLAN
Aslında ikisinin de, hem ‘manifesto’ hem de ‘beyanname’ kelimeleri Güzel Türkçemize “bildirim, bildirge” olarak kazandırılmıştır. Dilimize yabancı bu iki sözcüğü sanki ortak bir anlam karşılığında bu sözcükleri kazandıranları kutlamak gerek, ne de güzel anlamlandırılmış sözcükler, öyle değil mi, Sevgili Okurlar. Ancak gelin görün ki, “Cumhur İttifakı”nın söylemlerinde doludizgin, “Manifesto” kelimesi egemenken, diğer tarafta “Millet İttifakı”nın “Beyanname” açıklamaları bizleri birazcık seçime de yabancılaştırıyor. Peki, ağızlara pelesenk olan bu “Manifesto” – çoğu kez ‘Komünist Manifesto’dan anımsarız – sözcüğünün kökeni nereden gelmektedir? Diye soracak olursanız? Hemen ilk ağızda denizcilik dili olarak dilimize girmiş olan İtalyanca bir kelimedir, diyebilirim. İtalyanca ‘Manifesto’ kelimesi Fransızca “manifeste” “yeminli ifade veya imzalı bildiri” sözcüğünden alınmıştır. Kuşkusuz bunların hepsi de Latince “manifestum” “‘el basılmış şey'” sözcüğünden evrilmiştir. Yani bir ‘Misak’tır, Kur’an’a, İncil’e el basarak yemin etmek gibi bir eylemi ifade eder. Kurtuluş Savaşının temel ilkeleri olan “Misak-ı Milli” (Ulusal Ant) ve 17 Şubat 1923 tarihinde İzmir’de icra edilen Birinci Türkiye İktisat Kongresinde alınan “Misak-ı İktisat”(İktisat Andı) bu bakış açısının birer yansımasıdır. Siyaset bilimde kullanılır şekliyle, “Toplumsal bir hareketin siyasal inanç ve amaçlarının açık bir ifadesi” olarak anlamlaştırılmıştır. Aslına bakarsanız, “manifesto” nun yalın anlamı da “değişimin açıklanması, geleceğin betimlenmesi ve ortaya konan hedefin gerçekleştirilmesi” dir. Yoksa -siyaseten açıklandığı için söylüyorum-tabii ki, bir denizcilik terimi olarak, “gemi kaptanının gümrük işlemlerinde konşimentolarına ve hamule senetlerine göre düzenlenen yük belgesi” değildir. Kuşkusuz “Manifesto” daha genel bir anlam taşır ve eldekiyle, bagajdakiyle, torbadakiyle geleceğin planlanması, şekillendirilmesi ve ortaya konan amacın gerçekleştirilmesi biçiminde dillendirilir. En ayırıcı özelliği ise millilik vasfıdır. Milliliğin yanında bir duruş, bir tavır sergilenmesidir. Bu özellikler ona bir “Milli Duruş Andı” anlamı kazandırır. İşte bu açıdan bakıldığında “Cumhur İttifakı”nın ortaya koyduğu “Manifesto”, bir “Milli Duruş Andı”dır. Bütünleşikliği, birleşikliği ve üniter yapıyı ifade etmektedir. Gerek 1924 Teşkilat-ı Esasiye (Genel Örgütlenme) Yasasının 66. Maddesi ile 1982 Anayasasının 88. Maddesinde belirtilen “Türk Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türktür.”veciz ifadesi üzerine bina edilmiştir. Türkiye Cumhuriyetine yurttaşlık bağı ile bağlı olan devletin kurucu unsurudur, unutmayalım.
Gelelim Cumhuriyet’i kuran partinin bir anlamda ‘Millet İttifakı’nın ortaya koyduğu 230 sayfalık “Seçim Beyannamesi”ne. Beyanname sözcüğünün genelgeçer anlamı da bildirge, bildirimdir. Bu Arapça ve Farsça bileşik sözcük Osmanlıca hukuk jargonundan alınmıştır. Daha çok da kendini devlete ifade etmek için kullanılan resmi evrakın adıdır. Başka bir deyişle beyana dayalı resmi işlemlerde, beyanın yapıldığı kurumun istediği bilgilerin doldurulduğu matbu form şeklinde biçimlendirilir. Ama siyaset biliminde daha çok halkların kendilerini ifade etmede kullandıkları bir hukukî sözcüktür. Uluslararası hukukta geçerliliği vardır. Manifesto, birleşikliği, bütünleşikliği çağrıştırırken, beyanname sözcüğü, modüler bir yapıyı, çoğu kez de ayrımsallığı ifade eder. Bu bir nevi ayrımsallığı kurumsallaştıran Yugoslavya modelidir. Derin düşündüğünüzde açık ve seçik söyleyelim, benzerlikleri kuramsallaştırarak Cumhuriyet’i kuran partinin, HDP’nin yüzde on oyunu almak adına ayrımsallıkları kurumsallaştırmayı hedefleyerek bir “Üniter Cumhuriyet’i Yıkma Bildirgesi”dir.
Bu konuyu derinlemesine anlayabilmek için Ocak 1923 ayı ile Mayıs 2018’i karşılaştırmak gerekmektedir. XIX yüzyılın ikinci yarısından itibaren entel çevrelerde anlam kazandırılmağa çalışılan “Manifesto” sözcüğü, Kurtuluş savaşı sonundan itibaren devletin adının ne olacağı tartışılmağa başlanıldığı Ocak 1923’den itibaren çokça telaffuz edilmeye başlanılmıştır. Kurtuluş Savaşıyla birlikte ‘Misak-ı Milli’yle bütünleşen TBMM, yeni Türk devletinin kuruluşunun önündeki engelleri ortadan kaldırarak yeni kurulacak devletle ilgili düşüncelerin, görüşlerin yolunu açmıştır. Bu yol, bir model olarak Kurtuluş Savaşından zaferle çıkan genç Türkiye Devleti için laik, demokratik hukuk devleti olarak Türkiye Cumhuriyetinin yolunu aydınlatmıştır.
Oysaki devletin adının tartışılmaya başlanıldığı 1923 yılının ilk ayından itibaren, köktenci “Anadolu İslâm Federe Devleti” bir risalede, ılımlı İslam modelini benimseyen bir ‘İslam Cumhuriyeti’de bir beyannamede kendinin göstermiştir. Bu iki devlet modeli için ayrımsallık beyannameleri geliştirilmiştir. Örneğin, “Anadolu İslâm Federe Devleti”’nin fundamentalist İslam ilkelerini içeren manifestosu 14 Ocak 1923 tarihinde Karahisar sahib-i mebusu Hoca İsmail Şükrü Efendi’nin “Hilafet-i İslâmiye ve Büyük Millet Meclisi” risalesinde ortaya konulmuştur. Bilmem dikkatinizi çekti mi? Hoca Şükrü Efendi’nin “Hilafet-i İslâmiye ve Büyük Millet Meclisi” risalesinde bir çırpıda atılan sözcük ‘Türkiye’ olmuştur. Bu risalede TBMM’nin adı bile “BMM” olarak değiştirilmiştir. Köktenci Siyasal İslamcıların “Türk ve Türkiye” sözcüklerini günümüzde de söyleyememelerinin ardında yatan neden budur. Uyanalım, müteyakkız olalım, uyanıklık gösterelim, sevgili okurlar.
Mustafa Kemal Paşa, köktenci “Anadolu İslâm Federe Devleti” meydan okunmasına, İzmit Basın toplantısıyla yanıt vermiştir. Gazi, saltanat ve hilafet konusunda alınan kararların halk üzerinde ne gibi etkiler yaptığını belirlemek amacıyla çıktığı “Batı Anadolu Gezisi” sırasında İzmit’te dönemin bazı İstanbul gazetelerinin başyazar ve yazar konumundaki gazetecilerle yaptığı “basın toplantısı” bu meydan okumaya bir yanıt niteliğindedir. 16 Ocak 1923 tarihinde saat 21.30’da başlayıp beş buçuk saat süren bu basın toplantısında, o günlerin en önemli gündem meseleleri olan; “Lozan Barış Konferansı, yeni Türkiye devletinin temel ilkeleri, hükümet ve yönetim şekli, Saltanat ve Hilafet meseleleri, toplum yaşamının çeşitli alanlarında yapılacak devrimler ve siyasî parti olarak bir “ Halk Fırkası’nın kurulması” gibi konularda TBMM Başkanı doğrudan görüşlerini ifade etmiştir. Hemen arkasından da İzmit Basın toplantısına bir karşı koyma olarak Doğu Halkları Vaizi sıfatıyla Ankara’ya gelmiş bulunan Nur Risalelerinin Büyük Üstadı, Said-i Nursi’nin “Ilımlı İslam”’ın beyannamesi 19 Ocak 1923 tarihinde “Avamir-i Aşara” yani ‘On Emir’ olarak gündeme oturmuştur. TBMM’nin 1 Kasım 1922 tarihinde saltanatı kaldırmasıyla hilafeti siyasî iktidardan arındırılmış manevî bir kurum haline sokulmasına muhalefet eden Karahisar-ı Sahip mebusu Hoca İsmail Şükrü Efendi’nin “Hilafet-i İslâmiye ve Büyük Millet Meclisi” başlıklı risalesinin yayınından dört gün, Gazi Paşa’nın İzmit Basın Toplantısı’ndan ise iki gün sonra, 19 Ocak 1923 tarihinde Said-i Nursi, “Mebuslara Beyanname” adıyla “On Emri”ni yayınlamıştır. Günümüz FETÖ’cülerinin istemleri bu beyannameyle ete kemiğe büründürülmüştür. Dikkat edelim bu bir ılımlı ‘İslam Cumhuriyeti’nin bildirgesidir. Buna neden ise, demokratik usul çerçevesinde saltanatın kaldırılmasını sağlayan Kurtuluş Savaşı’nın Başkomutanı ve TBMM Hükümetinin Başkanı sıfatıyla Mustafa Kemal Paşa’nın yapmış olduğu ‘İzmit Basın Toplantısı’ bazı mahfillerde hilafetin ilgası sürecinin bir şekilde başladığı biçiminde algılanmıştır. Zamanlaması ve içerikleri bakımından hem “Köktenci Siyasal İslam”’ın hem de “Ilımlı İslam”’ın bildirgeleri Ankara’ya karşı, İstanbul’u büyük ölçüde meşrulaştıran bir siyasetin ürünü, “kapalı kapılar arkasında olası bir toplumsal hareketin siyasal inanç ve amaçlarının açık bir ifadesi” dir. Federatif ve konfederatif yapıları savunan bu iki beyanname de ayrımsallıkları kurumsallaştırarak üniter yapılanmaya karşı durduğu gibi, aynı zamanda bizzat Mustafa Kemal’e karşı bir gözdağı niteliğinde olmuştur.
İkinci TBMM seçimlerinden (1923-1927) önce, TBMM bir nev’i Devlet Başkanı konumundaki, Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’nin Başkanı Gazi Paşa tarafından yayımlanan seçim bildirgesi 8 Nisan 1923 tarihinde “9 Umde (ilke) olarak Birinci TBMM ‘nin son oturumunda kabul edilerek yayımlanmıştır. Dokuz maddeden oluştuğu için “9 Umde” olarak bilinmektedir. Başlangıç bölümünde, önde gelen amacın, ekonomik kalkınmayı sağlamak olduğu belirtildiği ve Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’nin, Cumhuriyet Halk Fırkası adıyla siyasî bir partiye dönüştürüleceğinin açıklandığı bildirge, İzmir’de halkın her kesiminden büyük bir katılımla gerçekleştirilen Birinci Türkiye İktisat Kongresi’nin sonuçları beşinci maddede bir bütün olarak “Misak-ı İktisat” olarak yer almıştır. Türkiye’nin ekonomik amacı liberal ağırlıklı karma ekonomik model olarak bu tarihi kurucu belgede, manifestoda yerini almıştır. Egemenliğin kayıtsız şartsız ulusa ait olduğu, halkın, kendi kendini yöneteceği ve ulusun tek ve gerçek temsilcisinin TBMM olacağı yadsınamaz bir gerçek olarak ortaya konulmuştur. Hiçbir şeyin geriye doğru işlemeyeceği ve her iki beyannameye bir karşı koyma refleksi olarak Saltanatın kaldırıldığına ilişkin 1 Kasım 1922 tarihli yasa, asla değiştirilemeyecek bir ilke olarak bağıtlanmıştır. ‘Yurtta Barış, Cihanda Barış’ ilkesi kapsamında önde gelen görevin, ülkenin tam bir güvenliğe ulaşması olarak betimlenmiştir. Bağımsız yargıya gelince mahkemelerin hızla adaleti sağlamaları vazgeçilmez bir ilke olarak bu manifesto ’da yerini almıştır.
Kamu işlerinin hızla görülmesi için, bütün kadrolara, çalışkan, yetenekli ve dürüst görevliler yerleştirilecek; devlet işlerinde aydınların ve uzmanların görüş ve uyarıları göz önünde bulundurulacaktır. Şüphesiz bu sivil ve asker bürokrasinin bir vesayeti değildir, bu şekilde algılanmamalıdır. Eğitim ve öğretim çağdaş ilkelere göre düzenlenmesi, halkın aydınlatılması ve eğitilmesi, bayındırlık işlerinde özel kesimin, devletin yanında yer alması sağlanması, malî, ekonomik ve yönetsel bağımsızlığımızı sağlamak koşuluyla, barış yapılmasına çalışılarak; bağımsızlığı gölgeleyebilecek hiçbir sözleşmenin onaylanılmayacağı temel ilke olarak bağıtlanmıştır. Görüldüğü gibi ‘9 Umde’ hem yeni Türk Devletinin kuruluş bildirgesi hem de ülkenin o günkü koşullarda bir zihinsel analiz sonucu yapılması gerekenlerin bir acil eylem planı şeklinde halka duyurulmasını içermekteydi. Bağımsız ve tarafsız yargı ve adil hukuk sisteminde adil yargılanma hakkı, “ancak ve sadece “evrensel hukuk ilkelerine bağlı kalan mahkemeler” tarafından sağlanabileceği ‘9 Umde’nin içeriğinde kendini göstermiştir.
Üzülerek ifade etmek gerekir ki, ayrımsallıkları kurumsallaştıran Yugoslavya örneği ortalık yerde dururken, Ortadoğu baştan aşağı etnik, meşrep ve mezhepsel çatışmalarla halklar ortadan kalkmışken, hala CHP’nin 26 Mayıs 2018 sözde çözüm reçetesinde meseleyi Kürt Sorunu olarak ortaya koyması, cahilliğin ötesinde belirli maksadın da açık bir ifadesidir. Bu Hendekçilerin arkasında saf tutmak demektir. Ortadoğu’nun tek ilacı ayrımsallıkları ortadan kaldırılması, herkesin vergi mükellefi yapılması, hukuk karşısında eşit olduğu hukuk ve yurttaşlık sisteminin ortaya konulabilmesidir.
Etnik pazarlıklar, açılımlar, süreçler, eyaletler, sözde kurucu halkları betimleyen yeni anayasalar ülke gündeminden artık düşmelidir. HDP’nin yüzde on oyunu alabilmek uğruna, Fırat’ın doğusunu, Türkiye Cumhuriyetinden 15 ili ve dört yüz bin km. karenin pazarlık olarak masaya konulması, ülkenin bu kısmını PKK/KCK gibi terörist etnik milliyetçilere teslim edilmesi AB(D)’nin amaline hizmet etmekten başka bir şey değildir. 8 Nisan 1923 tarihinde TBMM tarafından ABD-Kanada ortaklık grubundan ‘Ottoman-American Development Company’e kısa adıyla Chester Projesine verilen arazi mesahası bile 4.400 km. demiryolu yapımı karşılığında 99 yıllık yap işlet modelinde çalıştıracak arazi 176.400 km. karedir. Bu seçim beyannamesiyle Türkiye’nin yarısından fazla bir arazi kesiminin dört yüz bin km. karenin pazarlık konusu haline getirilmesini anlamak mümkün değildir.
İnsan sormadan edemiyor, peki nerede bu çözüm reçetesinde FETÖ? Maalesef FETÖ’den tek satır bile yok, bunun nedeni nedir? Sevgili Okurlar. Peki, bu açılım bildirgesinde CHP’nin “altı ok”u nerede? Türkiye Cumhuriyeti üniter ve milli duruşu olan bir ulus-devlettir. Efendim, bu beyannamede, milliyetçilik, eşit yurttaşlığa dönüşmüş; devletçilik olmuş mu sana insani kalkınma; laiklik olmuş özgürlükçülük; halkçılık ise olmuş hümanizma, devrimciliğin de köküne kibrit suyu. Bunun yerine gelmiş, demirkıratlık, aslan demokratlık. Heyhat ki, ne heyhat. İşte bunun için diyorum ki, benzerlikleri kuramsallaştırak Cumhuriyet’i kuran parti, HDP’nin yüzde on oyunu almak adına ayrımsallıkları kurumsallaştırmayı hedefleyerek bir Üniter Cumhuriyet’i yıkma bildirgesini halkımızın gündemine taşımıştır.
Sonuç
III. Milenyumla birlikte Doğu Avrupa’nın birçok eski sosyalist ülkesinde çok partili siyasal yaşam ile tanışan devletlerin kurulan yeni partilerinin örgütsel değişimine bakıldığında, genel olarak herkesi kucaklayan kitle partisi safhasına geçilmeden, kadro partisi modelinden doğrudan kartel parti modeline atlama yapıldığı görülmektedir. 1946’dan bu yana çok partili siyasal sisteme geçmiş bulunan Türk Politikası da hâlâ lider odaklı parti siyaseti geleneğini devam ettirmektedir. Bu yüzden Türkiye’deki bugünkü tartışmaların çoğu partileri daha demokratik ve daha duyarlı yapmaya hedefleyen yeni politikalar etrafında dönmektedir.[1] Türk politikasının en büyük duyarlılıklarından biri, lidere her şeyiyle bağımlı, ancak seçmenlerine duyarlı olmayan milletvekilleridir. Siyasetin prestij dahil maddi getirileri sınırlandırılabildiği takdirde, siyasete gireceklerin kişisel maddi kazançtan ziyade, daha idealist saiklere eğilebilecekleri düşünülmektedir.
Dipnotlar
[1] Ergun Özbudun, Çağdaş Türk Politikası, Demokratik Pekişmenin Önündeki Engeller, İstanbul, Şubat 2003, s. 95