Sizce, Boğaziçi Üniversitesindeki öğrenci olayları, alkışlarla desteklenen masumane bir öğrenci hareketi olarak tanımlanabilir mi? Bilmiyorum, karar sizin. Elinizi vicdanınıza koyarak yanıtlayabilir misiniz? Bence değil. Peki, Boğaziçi Üniversitesi’nde yaşanan protestolarla ilgili olarak, çokça kullanılan bir deyimle “İşte Boğaziçililik, İşte Bu, Boğaziçi Ruhu” denilebilir mi? Ya da ne bileyim, acaba kapalı kapılar arkasında örgütlenen, güdülenen Gezi olaylarına benzer tarzda tekrardan öğrenci olaylarına bir kilitlenme mi var, ortalık yerde? Önce şu ‘Boğaziçi Ruhu’nu ortaya değil de ortalık yere çıkaralım. Biz de anlayalım, halkımız da anlasın, herkes anlasın. Efendim, ‘Boğaziçi Ruhu’ denilen şey, öncelikle ifade edeyim, tabii ki ‘Nane Ruhu’ değil. Burada önemsenilen şey Türkiye’de görülmeyen türden bir serbestlik ve özgürlük havası olduğunu öncelikle ifade edelim. Ancak, bu durumu bizler gibi fani Adem ve Havvalar tadamazlar. Tabii ki bunu ben söylemiyorum, kendileri öyle buyuruyorlar. Bunlara aykırı Boğaziçi üniversitesinden bir mezunun tarihe not düşmek adına yazdığı gibi (1), “geçmişine sövebilirsin” (2), Beşar Esad ve Şebbiha ne kadar iyi” diyebilirsin, “Ermenileri nasıl kesmişiz” diyebilirsin, “ne katil milletiz” diyebilirsin; ama mesela ‘1915 Olayları’ konusunda Van’da Ermenilerin Müslümanlara karşı girişmiş olduğu proto-soykırımı, Ruanda soykırımı ile karşılaştıramazsın, Azerbaycan’daki iki milyon kaçkının 30 yıldır maruz oldukları zulümleri seslendiremezsin, Hocalıdaki soykırım mertebesindeki katliamı, Doğu Türkistan’daki ‘Türklere’, Suriye’de, Filistin’de, Libya’da, Yemen’de, Hinistan’da, Myanmar’da, Nijerya’da örneğin Boko Haram’ın ‘Müslümanlara’ yapılan mezalimleri konuşamazsın. Konuştuğun zaman ‘Türk İnkarcısı’ onların diliyle söyleyelim, ‘Turkish, Deniers’olursun. Türkleri aşağılamak, Türklere, Müslümanlara hakaret etmek oldu mu? Atış serbest. Şimdi soruyorum sizlere, ülke içerisinde yaşanması gereken özgürlük gerçek anlamda bu özgürlük müdür? Bunların, ‘Çok sesliliğe, eleştiriye’ asla tahammülleri yoktur. Batı’da egemen olan kültüre aykırı olacak şeyler söylemediğin sürece bu özgürlükten faydalanırsın. Eğer aykırı olursan hemen sesini keserler, seni görmezden gelirler, dışlarlar veya bir şey demeseler bile senin orada akademik olarak bazı plânların varsa onları da suya düşürürler. Kural belli, doğa kanunudur, orman kanunudur, ‘New York Çeteleri Kanunu’dur. Aslında bilinen kuraldır, ‘Akademisyen akademisyenin kurdudur, ama bir elma kurdudur.’ İçten içe yer ve çürütür. Ama burada ortaya konulan çok daha farklıdır. Bu tür yerlerde bizler vardır, bir de ötekiler. New York Çeteleri, İtalyan Mafyası gibi yasadışı birlikteliklerin ortak kararı geçerlidir. Okula kabul edilişinizden itibaren, bu iki seçenekten birini seçmeye zorlanırsınız. Ötekiler tarafına meyyal iseniz, önce, fişlenirsiniz, tabii bu şekilde size, okul süresince mobbing, zorbalık uygulanması kaçınılmazdır. Fişlenen öğrenciler, ders içeriği paylaşmak için kurulan sosyal medya gruplarında çeşitli hakaretlere uğramaları ‘vaka-yı adiye’dir, birlikte hareket ettikleri tandans öğretim üyelerine gammazlanmaları da bu işin tuzu biberidir. Mobbing uygulanması süresince, FETÖ’nün Askeri Liselerde, Astsubay Hazırlama ve Harp Okullarında yapılanlara benzer biçimde hedef aldıkları öğrencileri okuldan kaçırtmak amacıyla kurdukları kulüpler vasıtasıyla en hafifinden sindirme, taciz, eziyet, tıpkı ABD ‘deki Canavar Arabalar (Giant Viper) ‘ın kendisinden daha güçsüz arabaları parçaladıkları gibi, bu çocukları lime lime ederler, doğduklarına pişman ederek intiharlara bile sürüklerler. Onlara göre Boğaziçi Üniversitesi’ndeki çatlak sesleri, sıkça kullanıldığı biçimde kakala ya da hamam böceklerini yani milliyetçileri, ulusalcıları, muhafazakarları bulmak son derece kolaydır. Çünkü onlar, denenmiş bilinen istihbarat servisleri yöntemlerini kullanırlar. Batıda çokça bilinen Charlie Hebdo gibi bir karikatür krizi çıkarmak suretiyle ötekilerin karşı koyma refleksini ölçerler. Ya da benzer bir yöntemle Türk halkının kutsalı ‘Kâbe-yi Muazzama’nın yer aldığı Boğaziçi Üniversitesi’nde düzenlenen sergideki gibi, bu fotoğrafın üzerine şahmeran yılanı ve LGBT bayrağı yerleştirilmesiyle karşı koyma refleksi ölçülmesi işlemine girişirler. Efendim uzun lafın kısası, kendi ülkesine, halkına yabancı nesiller yetiştirmeyi kendine misyon edinmiş bir okuldur, Boğaziçi Üniversitesi.
Belki şimdi bana sorabilirsiniz, ‘hocam bunları nereden biliyorsun ya da bilebiliyorsun?’ Diye. Yanıtlayayım efendim. Efendim, bundan 10 sene önce bir Vakıf Üniversitesinde yüksek lisans dersleri verirken neredeyse bir sene her hafta sonu Boğaziçi Üniversitesinin Öğretim Üyesi Misafirhanesi ‘Kennedy Lodge’da kaldım. Bütün bu anlattığım olayları bire bir gözlemledim ve de bazılarına bizzat şahit oldum. Öğrenci yemekhanesinde, kantininde, Boğaz’a nazır banklarda Küçüksu Kasrına, Hidiv Köşküne ya da Kandilli Kız Lisesine bakarak çekirdek çıtlayan öğrenciler birbirleriyle özgürce Kürtçe bile konuşabilirlerdi. Misafirhane hafta sonları genelde boş olurdu. Yurtdışından ABD’den, genellikle de George Soros’un Açık Toplum Vakfı adına gelen sözde bilim insanları, oryantalistler Türkiye sath-ı mailine, alana dağılırlardı. Ermenilerle, mübadele edilen Rumlarla, Kürtlerle, Alevilerle ilgili yapmış oldukları aykırı çalışmalarını sahayla bütünlemeye çalışırlardı. Güya toplumları tanıma adına bölge bölge, köy köy Alevileri, Kürtleri tespit etmeye, anlamaya ve de her şeyden öte bunları kaşımaya çalışırlardı. Eksik kalan hususları da çok sağlam şekilde Soros’a çalışan felsefe, sosyoloji ve tarih bölümlerine görev olarak bırakırlar. Geleceği olan devşirilmeye genelde Soros’çu bir kafayla yetiştirilmeye müsait, sosyal bilimlerdeki Açık Toplum Vakfı’na gidip gelen öğrenciler bu konudaki hizmetlerinin karşılığı olarak kendini göstererek lisansüstü eğitim için seçilir ve hazırlanırlar. Devşirilen bu öğrenciler için, öğrenci değişim programları biçilmiş kaftandır. Daha sonra akademisyen olmaları için önleri açılan bu devşirmelerin yurtdışında bilinen üniversitelerde yahut Boğaziçi Üniversitesi’nde istihdam edilirler. Bu durum bir ömür devri sistem (life cycle system) dir. Geleceğin devşirme devşirenleri olarak sisteme dahil edilirler.
Başka bir soruya geçelim ve yanıtlamaya çalışalım. Peki, Amerika Birleşik Devletlerin sınırları dışındaki ilk Amerikan koleji olan Robert Kolej’in devamı Boğaziçi Üniversitesinde öğrenci olayları neden tekrardan sökün ettirilmiştir? Kurulduğu 1863 yılından 1971 yılına kadar, tamı tamına 108 yıl Türk rektör atanmayan, bu 108 yılı 10 ABD’li rektörle idare eden bir kurumdan bahsediyorum. Mesela bakalım, Boğaziçi’nin üçüncü Rektörü Caleb Frank Gates 1903 yılından 1932 yılına kadar tam 29 yıl görevde kalmıştır. (3) Düşünebiliyor musunuz? Ancak ABD Cumhurbaşkanlarından esinlenen Türkiye’deki Rektörlük sistemi 4+4’e ancak indirgenebilmiştir. Aklınıza başka bir soru gelmiyor mu? Neden Boğaziçi Üniversitesi? diye. Kuşkusuz, bu tür olaylara önemli cazibe merkezi bir yerden başlanması gerekmektedir. Onun için Boğaziçi Üniversitesi seçilmiştir. Başka bir soru daha soralım. Soru şu: Neden bu örgütler Boğaziçi Üniversitesini işgale kalktılar. Ne de olsa Boğaziçi Üniversitesi Amerikalılar tarafından kurulan bir öğretim kurumu değil mi? Sanıyorum Türkiye’nin en pahalı okulu Özel Amerikan Robert Koleji. Merhum Başbakan Bülent Ecevit’in mezun olduğu okul. Bu okulun 2020-2021 dönemi için yıllık ücreti tamı tamına 167.000 TL. Bir anlamda Boğaziçi Üniversitesinin Lise kısmında okumaya kalktığınızda bir yıllık ücretine Emekli Sandığında onlarca yıl birikmiş paranız yetmez. Yapılmak istenen son derece basittir. Bu şekilde aniden patlak veren bu olayla birlikte birbiri peşi sıra, ardı ardına gelen olaylar bir anda Türkiye’nin gündemine oturmasına olanak sağlasın. Aynen de böyle olmuştur. Oyunun kuralı budur. Planlamayı eyleme koyanlara göre öyle bir yer seçilmelidir ki, dünya kamuoyunun dikkati hemencecik bu noktaya çekilsin, olay uluslararası gündeme otursun, mesele kısaca uluslararasılaşsın. Başta BBC olmak üzere uluslararası ajanslar burayı haberin merkezi yapsın, yapabilsin. Takip ettiğinizden, Türkiye’deki televizyon ekranlarında neredeyse her akşam güdük bir biçimde tartışıldığından çok şeylere aşina olduğunuzdan biliyorsunuzdur. Eylemleri planlayan, örgütleyen Boğaziçi Direniş Grubu, Boğaziçi Dayanışma Platformu olarak Paris’te, Amsterdam’da, Berlin’de, Hamburg’da, Leipzig’de boy gösterdiğini de izliyorsunuzdur. Ellerinde ‘Boğaziçi Direniyor, Kayyumlara Karşı Demokrasi ve Özgürlük İçin Ses Çıkarıyoruz.’ ‘Kayyum Rektör İstemiyoruz.’ Pankartlarıyla, afişleriyle düzenledikleri gösteri yürüyüşlerini, Hamburg T.C. Konsolosluğu önünde protesto nümayişi yaparak Türkiye’nin ipliğini pazara çıkarmalarını sizlerde benim gibi sosyal medyadan izliyorsunuzdur. Pankartlarda sıkça vurgulanan ‘Kayyum ya da Kayyum Rektör’ ne demektir. Doğru bir protesto mudur? Cumhurbaşkanını ister beğenirsiniz ister beğenmezsiniz, 676 sayılı yasanın kendine verdiği yetkiye dayanarak, 202 Üniversiteye Rektör atadığı gibi Boğaziçi Üniversitesine de ‘rektör’ atamıştır. Efendim bu atama hikayesinin bir de aykırı tarihine bakalım. Resmî Gazete’de 29 Ekim 2016 tarihinde yayımlanarak yürürlüğe giren 676 sayılı kanun hükmünde kararname (KHK) ile devlet üniversitelerinde rektörlük seçimleri kaldırılmıştır. Malum, kanlı başarısız FETÖ kalkışmasından beş gün sonra Bakanlar Kurulu’nun 20 Temmuz 2016 tarihli ve 2016/9064 sayılı Kararıyla 21.07.2016 günü saat 01:00’den itibaren Türkiye genelinde 90 gün süreyle olağanüstü hâl (OHAL) ilan edilmiş ve bu süre en son 18 Ocak 2018 tarihinde olmak üzere 6 defa üç ay süre ile uzatılmıştı. Bu süre içerisinde toplam 30 adet kanun hükmünde kararname (KHK) yayımlanmıştır. 676 sayılı kanun hükmünde kararname (KHK) de bunlardan biridir. OHAL sürecinde yayımlanan 30 KHK’dan 5’i daha önceden Resmî Gazete’de yayımlanan kanunlarla, TBMM’ce onaylanmıştır. Geri kalan 25 KHK’nın TBMM’ce kabul edilmesi süreci de 08.03.2018 tarihli ve 30354 sayılı Mükerrer ve 03.11.2018 tarihli ve 30584 sayılı Mükerrer Resmi Gazete‘lerde yayımlanan kanunlarla tamamlanmış ve bu KHK’lar kanun haline gelerek Anayasa’da öngörülen süreç tamamlanmıştır. Devlet üniversitelerinde kutuplaştırmalara yol açan, bu nedenle seçim sandığına son veren 676 sayılı kanun bu bakımdan hem kanunidir hem de hukukidir. Gerekçesi de son derece doğaldır. ‘Kayyum’ ya da sulandırılmış biçimde ‘Kayyum Rektör’ atamamıştır. Yasaldır ve hukukidir. Kamuoyunda atanan rektöre karşı bir görüntü çizilen Boğaziçi Üniversitesi olayı hemen sonrası ‘Sözde Cumhurbaşkanlığı’ karşı koyulması göstermektedir ki, bu sistematik komplo olgusunun eseri ve de sivil itaatsizliğe kadar gidilebilecek bir planlar manzumesini de ortaya koymaktadır. Yapılmak istenilen, Boğaziçi Üniversitesi Rektörü üzerinden, onu istifaya zorlayarak, Cumhurbaşkanının meşruiyetini sorgulamaktır. Bu şekilde meşruiyetini kaybeden yönetimlere karşı halkın direnme hakkı olabileceğini kafalara çakmaktır. ‘Direnme hakkı insanlığın binlerce yıllık demokrasi mücadelesinde acı deneyimlerle ortaya çıkmış, evrensel bir haktır’(4) diyerek halkı direnişe itmekte herhangi bir beis görmemektedirler.
Üniversite içerisinde polis olmasını gerektirecek bir durum olduğu zaman, o da sadece rektör tarafından tabii ki polisler davet edilebilir. Cumhuriyet demokratik olarak karar üreten üniversiteler gibi özerk kuruluşlar içerisinde ve de devletin diğer kurumları arasındaki ilişkilerde kuvvetler ayrılığı (check&balance) sistemini tesis etmiştir. Üniversiteler kontrollü güvenlik bölgeleridir. Örneğin Üniversite Rektörlüğü binası ablukaya alınınca, yani burada rektörlük binasında çalışanların dışarıya çıkması engellenince n’olacak? Bu abluka sokağa çıkma yasağının başladığı 21.00’e kadar devam edince, özgürlüğü engellenen birçok insanın yanında, devletin ortaya koyduğu kurallar da ihlal edilince kuşkusuz polisin yerleşkeye davet edilmesi gerekmektedir. Çalışanların yani rektörlük binasında evlerine gitmeleri 21.00’e kadar engellenmiştir. Çünkü orada çalışanların güvenli bir şekilde evlerine gidebilmeleri için polisten destek isteme ihtiyacını doğurmaktadır. Hiç sormak gerekmez mi, 657 Devlet Memurları kanunu kapsamında Rektörlük binasında çalışan memurların kreşten alınması gereken çocukları kim tarafından alınıp evlerine götürülecek, bu pandemi döneminde. Neler denilmiyor ki, bina çatılarına emniyetin keskin nişancı’(Sniper)ları yerleştirildi? Böyle bir şey olmadığı bizzat atanan Boğaziçi Üniversitesi Rektörü tarafından açıklanmıştır. Efendim Üniversite içerisi terörist örgütler tarafından işgal edilirse, üniversitenin işleyişine mâni olunursa, bunlar da yapılır, yapılabilir. İzmir’deki 1979 Tariş Olaylarında fabrikanın çatısına uçaksavar makinalı tüfeklerin yerleştirildiğine bizzat şahit olmuştum. Unutmayalım, bundan tam 42 yıl önce tam da bugün 8 Şubat 1979 tarihinde İzmir’de DİSK’e bağlı sendikalardan 55 bin işçi bir günlük iş bırakma eylemi yapmıştır. Bankalar, fabrikalar, otobüsler çalışmamış, daha önce boşaltılan pamukyağı kombinası ve Bornova’daki üzüm işletmesi işçiler ve öğrenciler tarafından işgal edilmiş ve bin 500 işçi fabrika kapılarına barikatlar kurmuştur. Çimentepe gecekondu mahallesinde halk sokak girişlerinde barikatlar kurarak mahalleye girişi engellemiştir. Mahallelerinden gelen ‘silahlı işçiler’ fabrikaya gelerek direnişe katılmış, Türkiye işçi sınıfı tarihinde mücadelenin boyutu hiç bu denli form değiştirip şiddetlenmemiştir. Olaylar bu raddeye gelmeden güvenlik güçleri çalışma özgürlüğüne engel olan bu hareketi bastırmamış mıdır? Kimsenin endişesi olmasın bastırmıştır.
Boğaziçi Üniversitesinde yargı önüne çıkarılanlara bakıyorsunuz, bütün her şey apaçık ortada. Şüpheliler arasında MLKP ve DHKP-C gibi terör örgütleriyle bağlantısı olanlar mebzul miktarlarda bulunuyor. Şiddet eylemleri yoğun bir biçimde kullanan MLKP; Marksist-Leninist Komünist Parti’sinin kısaltılmışı. 1960-70’li yıllarda sol gruplar içerisinde bir fraksiyon olarak gelişimini göstererek ortaya çıkmış bir örgüt. Marksist öğretinin Lenin uygulaması olduklarını ileri sürerler ama bu kapsamda da pek çok diğer sol örgütlerde fraksiyon ideolojik bağlamda da ayrılmaktadırlar. DHKP-C Devrimci Halk Kurtuluş Partisi-Cephesinin kısaltılmışı. 1978 yılında Devrimci Sol (Dev Sol) adıyla kurulmuş bu örgüt, örgütiçi mücadele sonucunda Dev Sol’un ayrılıkçı bir fraksiyonu olarak 1994 yılında DHKP-C adını almıştır. İlginç olan MLKP ve DHKP-C, Türkiye’nin yanı sıra, AB ve ABD tarafından da terör örgütü olarak kabul edilmektedir. Ancak bu örgütler raf ömürlerini tamamlamış, mücadelelerini Türkiye hatta dünyada kaybetmiş marjinal örgütlerdir. Bugüne kadar pek çok defa FETÖ olsun, özellikle PKK olsun diğer terör örgütleriyle Türkiye’ye karşı ortak eylem yapma kararı almış sol fraksiyon örgütlerdir. Ancak terör örgütlerinin bitkisel hayata doğru bir iniş gösterseler dahi, örgütlenme ve varlık sistematiğinde olan bir şey var, adını duyurmak, etkinliğini göstermek ve her türlü koşulda yaşamak. Hani Türkçede biraz da argoya kaçan bir şey vardır, ‘ölüsü bile para ediyor.’ İstihbarat servislerinin etkin oldukları ortamda gerçekten de bunların ölüsü bile para eder. Peki durum böyle olduğuna göre soru şu: neden şimdi ortaya çıktılar. Öncelikle şunu söylemek gerekiyor. Türkiye’nin terörle mücadelede kazandığı başarı Batıyı rahatsız etmektedir. Türkiye’nin iç düzenini yeniden provoke etmek suretiyle tekrardan o belirsizlik ortama sürüklenmesi istenile, arzu edilen bir şeydir. Nereden başlamak gerekir. Gerginlik dönemine tırmanarak başlamak gerekir. Bunun için biçilmiş kaftandır, ahı geçmiş vahı kalmış, eski örgütleri sistemin içine dahil etmek. Yani? Yanisi şu: Batı tabanlı istihbarat örgütleri, eylemsel deneyimleri olduğu için bitmiş marjinalleşmiş, toplumsal tabanı olmayan bu tür terör örgütlerini özgürlük, demokrasi, üniversitelerin özerkliği gibi çeşitli bahanelerle yeniden sahaya sürmektedirler. Boğaziçi Üniversitesi içerisinde etkin öğrenci kulüpler gibi yapılanmaları nedeniyle bu tür olaylar için biçilmiş kaftandır. Büyük harflerle ifade etmek gerekirse bütün bunlar “Toplumsal yapıyla bağdaşmayan hareketler”dir. Bakıyorsunuz Ayşe Hanım teyze, n’olduğuna bile bakmadan sosyal medyada bu örgüt sembolleri arkasından görüntülü mesajlar gönderiyor. Çocuklara destek çıktığını zannediyor ama kullanılıyor. Bir tek kaleşnikofu eksik, yayınladıkları örgütsel afişlerin.
Cumhurbaşkanı tarafından atanan rektör henüz, üniversite içerisinde otoriteyi tesis edemediği için emniyet güçleri de devletin tahsis ettiği finansı koruma çabası içerisindedir. Unutmayalım rektörün öncelikli görevi devletin tahsis ettiği parayı optimal bir biçimde kullanmak, STK ları ile girmiş olduğu iyi diyalogla Üniversiteye para bulmaktır. Evet efendim, bir üniversite öğrencisinin devlete maliyeti 40-50.000 TL civarındadır. Bu konuyu Aristo mantığıyla açıklayalım. Yüksek Öğretim dergisinin Şubat 2020 sayısında (5), Ocak 2020 itibariyle Türk yükseköğretimine ilişkin güncel verilere göre Türkiye’de 202’si üniversite, 5’i vakıf meslek yüksekokulu olmak üzere toplam 207 yüksek öğretim kurumu bulunmaktadır. 202 Üniversitenin 129’unu devlet üniversiteleri, 73’ünü ise vakıf üniversitesi oluşturmaktadır. Halk tarafından seçilen bir Cumhurbaşkanı, bütçeyi hazırlayıp TBMM’de kabul edildikten sonra 207 üniversitelere halkın, kamunun malı olan üniversiteye halkın vergileriyle öğrencilerine 40-50.000 TL tahsis eden, öğretim üyelerinin maaşlarını veren, üniversiteyi idame ettiren finans kaynağını bulan Devlet Üniversitelerine tahsis edilen parayı yönetecek kişiyi yani Rektörü atanmasını yapmaktadır. Üniversite öğrencilerin, öğretim üyelerinin değildir, halkındır, kamunun malıdır. Rektörlük makamı akademik değildir, idari bir görevdir. Kışın kaloriferleri yakabilmek, yazında klimaların parasını ödeyebilmek Rektörün görevleri arasındadır. Şu anda Batıda hastanelerin tıpkı Başhekim dışında Hastane Müdürü tarafından yönetilmesi gibi, Üniversitelerin de CEO’lar tarafından yönetilmeye doğru bir eğilim göstermektedir. Devlet üniversitelerinde seçim sandığını kaldıran 676 sayılı kanuna göre, devlet üniversiteleri için rektör adayları Yükseköğretim Kurulu (YÖK) tarafından belirlenmektedir. YÖK, en az 3 yıl profesörlük yapmış, üç akademisyenin ismini Cumhurbaşkanı’na göndererek işlemi başlatmaktadır. Cumhurbaşkanı da 3 adaydan birini rektör olarak atamaktadır. Bir ay içinde önerilen isimlerden birinin atanmaması ve YÖK’ün de 2 hafta içinde yeni adaylar belirlememesi halinde, Cumhurbaşkanı doğrudan atama yapabilmektedir. Bu konuda siyasi mülahazalar ön planda tutulmakta mıdır? Kuşkusuz partili Cumhurbaşkanının olduğu bir sistemde evet. Öncelikle söyleyelim, Türkiye’de 1978 yılında kısa bir dönem Özel Üniversite deneyiminden sonra özel üniversiteler kaldırılmıştır. Peki Vakıf Üniversitelerinde durum nasıl? Vakıf Üniversitelerinde Rektör atanması işlemi beş yıldan bu yana Mütevelli Heyetinin YÖK’e teklifi ve YÖK’ün olumlu görüşü üzerine Cumhurbaşkanı tarafından atanmak suretiyle yapılmaktadır.
Bir şeyi daha önemle vurgulamak istiyorum, şimdiye kadar ki benzer konulardaki birikimimizi mecz etmek, bütünleştirmek istiyorum, aslında. Sosyal medyanın en son oyuncağı haline gelen sesli sohbet odası ‘Clubhouse’un Boğaziçi olaylarıyla olan ilgisini huzurlarınıza getirmek istiyorum. Evlere kapanan asosyalleşen insanı sosyalleştirmeye çalışan sosyal medya dünyasının son fenomeni Clubhouse, Dünya Sağlık Örgütü’nün Covid-19’u “küresel salgın” ilan edildiği 11 Mart 2020 tarihinden, sadece iki hafta sonra San Francisco merkezli olarak kurulmuştur. Nisan 2020’de kullanıma açılan Clubhouse’un kurucuları ise ikisi de Stanford Üniversitesi’nde mühendislik eğitimi (biri bilgisayar, diğeri endüstri) almış olan Paul Davison ve Rohan Seth’dir. Sosyal medya, malum bir tutku. Sosyal medya tutkunları biraz da maymun iştahlı. Maymun iştahlıların özelliklerinden birisi de her bir platformun çok çabuk eskimiş olmasıdır. Sosyal medyanın en son oyuncağı haline gelen sesli sohbet odası ‘Clubhouse’un siyaset odalarında da en çok tartışılan olayların başında gelmekte olduğu tiyosunu vermeyi bir görev biliyorum. En hafifinden, buradaki oturumlara katılan çocuklar devlete karşı bileniyorlar, adeta kin kusuyorlar. Clubhouse’un üniversitelerdeki kulüp çalışmalarından esinlenen sadece ses bazlı, temelli bir sosyal ağ olduğunu tekrardan vurgulayalım. Bir şeyin daha altını çizelim, San Fransisko merkezli kurulduğu için de Boğaziçi Üniversitesi aday kulüplerinden LBTG Kulübünün ön plan çıkması da bu yüzdendir. Başta Türkiye’nin beka sorunu olmak üzere buna olumsuz bir etki yapabileceğini de bir an olsun hatırdan çıkartmamak gerekmektedir. Lütfen bu konuyu bir ev ödevi olarak algılayalım ve de derinlemesine düşünelim.
Bilinen televizyon ekranları da bir alem, sevgili okurlar. Hani mevcut yaşanılan durumu abartmada üstlerine yok. Doğruları bildikleri halde polisin orantısız güç kullandığını gösteren büyük bir çaba var, televizyon ekranlarından izliyorsunuz, öyle değil mi? Moderatörlerinin, hatta ana haber bültenini sunan onların diliyle ifade edelim. ‘Anchorperson’lerinin o çok bilmiş tavırlarıyla, itibar suikastı yapmakta olduklarını görüyor ve izliyorsunuzdur. Son günlerde onlar da Anadolu’nun bağrından çıkıp, bir şekilde devşirme amacıyla seçilmiş olduklarını ifade etmeksizin, Boğaziçi Üniversitesine mensubiyetlerini ortaya koymakta hiçbir beis görmemektedirler. Üç-beş kelimeyle kendilerini ekranda dünyanın fikir mimarları sanan bu kişiler yaptıkları işin fikir imalathanesi olduğunu gösterebilecek pişkinlikte olduklarını görmek de kabak tadı vermeye başlamıştır. Sanırsınız ki, renksiz, yankısız, içi boş laf çevirmeyle ‘üstad ve üstade’ olacaklarıdır. Güya ‘halkçı’dırlar, ama tünemiş oldukları Media Tower ya da merkezlerinde ‘halka rağmen halkçılık’ yapmaktadırlar. Tertiplemiş oldukları saldırı oturumlarıyla Cumhuriyet’in kurucu değerlerine, ülkenin bağımsızlığına, toprak bütünlüğüne, eğitim ve sağlık sistemine saldırmaktadırlar, sağlıkta bile devlet kontrolünü yok sayabilmektedirler. Sağlık rantından sebeplenenlerin fütursuzca yolunu açmaya çalıştıkları gün gibi ortadadır. Görüyorsunuz, değil mi, yüzlerine bir bilmişlik, görgüsüz derecede bir bilmişlik egemen olmasına karşın, ancak konuyla ilişkilerini maalesef de ortaya koymamaktadırlar. Unutmayalım, onlar, her şeyi bilebiliyorlar her şeyi konuşuyorlar ya, bir bakıyorsunuz hiçbir şeye yere ulaşılamama paniğini de dışa vurmaktadırlar. Toplumu sivil itaatsizliğe çekme çabaları da inanılamayacak boyutlardadır. Malum sivil itaatsizlik ya da pasif direnme uzlaşmacılık-uygitsincilik ve statükoculuk’un karşısında geliştirilen bir harekettir, yapılanlar. En basit anlamla, örtülü bir biçimde mevcut yönetimin reddi ve ihlalini ortaya koymaktadırlar. Yönetim siyasetinin ya da iktidar meşruiyetine karşı geliştirilen pasif direnme biçiminde uygulanan yasa dışı bu eylemin öncüleri gibi hareket etmektedirler.
Efendim bütün bunlardan sonra demem odur ki Türkiye gerek terörle gerek Kovid-19 ile mücadelede çok önemli bir noktaya gelmiştir. Yeniden geri dönüşü olmayacak şekilde terör olayı Türkiye’nin gündeminden düştüğü gibi, yerli aşıların Türk halkına sunulmasından sonra Türkiye büyük bir atılımın eşiğinde olduğu yadsınamaz bir gerçektir. Bugüne kadar yaşanan süreçler göz önüne alındığında, Türkiye’nin devlet kapasitesi, kurumsal yeterliliği göz önüne alındığında artık Gezi Hadisesine benzer biçimde Boğaziçi Üniversitesi gibi olayların bir şekilde yeniden sahaya sürülmesinin hiçbir kıymet-i harbiyesi kalmamıştır. Benden söylemesi sevgili okurlar.
Dipnotlar
(1) İbrahim Tatlı, “Tarihçi Yazar İbrahim Tatlı: Boğaziçi Casusluk Faaliyetleri Yürütülen Bir Devşirme Yuvasıdır!”Baran Dergisi, Sayı 734, İstanbul, 03 Şubat 2021, https://www.barandergisi.net/roportaj/tarihci-yazar-ibrahim-tatli-bogazici-casusluk-faaliyetleri-yurutulen-h5930.html/Erişim Tarihi 07.02.2021/
(2) Prof. Dr. Justin McCarthy ile birlikte yazdığımız ‘1915 Van’da Ermeni İsyanı’ kitabı bu düşüncenin bir ürünüdür. ‘1915 Van’da Ermeni İsyanı’ kitabı “The Armenian Rebellion at Van” olarak basılmaması yönünde büyük zorluklara karşın, Amerika’da Utah Üniversitesinin Türk ve İslami Çalışmalar (Utah Series in Turkish and Islamic Studies) ‘ı olarak Eylül 2006 tarihinde basılabilmiş, ancak dikkat buyurun Türkçeye 12 yıl sonra çevrilerek 1 Mayıs 2018 tarihinde yayımlanabilmiştir. Bilmem bu karşı konuluşu direnci tam olarak anlatabiliyor muyum?
(3) “Prof. Dr. Osman Çakmak: Bu tür olayların kaşındığını, yönlendirildiğini biliyoruz.” Haber7com, 06.01.2021.https://www.haber7.com/guncel/haber/3053541-prof-dr-osman-cakmak-bu-tur-olaylarin-kasindigini-yonlendirildigini-biliyoruz/ErişimTarihi07.02.2021/
(4) Cihangir Dumanlı, “Türk halkının Yönetime Karşı Direnme Hakkı Doğmuştur” Medya Siyaset, 05.02.2021 https://www.medyasiyaset.com/direnme-hakki/?fbclid=IwAR1vgvVvqtVOj37FF8W3L82mo_B4cIWJjpA_mvLnuNdrKcQPS4ioQ-aTm_U/ Erişim Tarihi 07.02.2021/
(5) Yükseköğretimdeki öğrenci sayısı 8 milyonu aştı’ NTV, 22.02.2020 https://www.ntv.com.tr/egitim/yuksekogretimdeki-ogrenci-sayisi-8-milyonu-asti,KgmQ-PQMVkW5tdG01Xh3hA/ErişimTarihi 07.02.2021/