Türkiye’de üniversite, genelkurmay, yüksek bürokrasi (Ankara zâdeganı), ve iş dünyasının, Türk milletinin önceliklerine ya da medeniyet havzasına göre hareket etmediği geçtiğimiz on yılların incelenmesinden çıkar. Rahmetli Nevzat Kösoğlu’nun “ben hiçbir Türkiye başbakanının vatan haini olacağını düşünmem” diyerek Türk devletine olan inancını ifade etse de, ciddi yanlışları sadece hata ya da “o günün şartları”na havale ederek sorumluluktan kurtulmayı kabullenmek de zor. Belki mecburiyetten, belki kabiliyetsizlikten belki de “hinlikten”, nasıl açıklanırsa açıklansın öncelikle böyle bir icray-ı devletten vazgeçilmesinin zamanıdır artık. Zira yapılan yanlış! icraatların sebep olduğu tahribatın altında koca bir devlet, aziz bir millet kalmaktadır. Buradan hareketle üniversitelerimizde ve eğitim felsefemizdeki yanlışların çözümüne dair “çalı dipleri*” yapmak ve bir an evvel bünyevi gibi görülen dertlerimizi hal yoluna koymamız gerekir. Aklım erdiğince düşündüğüm tedaviye dönük kanaatlerimi aşağıda birkaç maddeyle bu konuları konuşmaya girizgâh olması adına ifade ediyorum. Şöyle ki;
- Acilen üniversitelerde Rektörlerin yeniden seçimle gelmesine dönük uygulamalara geçilmelidir. Demokrasi mefhumu her ne kadar şaibeli de olsa, herkesin kendine göre “demokrasisi”, kendi heveslerine dönük “liyakat” telakkileri olsa da rektörler seçimle belirlenmeli ve ilk sırayı alan kişi eğer vatan, millet, din ve dil düşmanı değilse rektör olarak atanmalıdır. Bahse konu atamada böyle bir husus var ise de alenen kamuoyu ile paylaşılmalı ve her türlü hukuk yolu böyle bir hükme maruz kalan kişiye açık olmalı.
- Üniversitelerde yabancı dil tahakkümüne acilen son verilmesi lazım. Halen Türkiye üniversitelerinde Türkçe’nin sadece adı var. Sadece resmi yazışmalarda kullanılan Türkçe, bilimsel hiçbir metinde, özellikle fen bilimlerinde, nerdeyse kullanılmamaktadır. Yayınlanan makaleler, kitaplar İngilizce değilse yüzüne bakılmamaktadır. Zira akademisyenler buna mecbur kalmaktadırlar. Çünkü Yüksek Öğretim Kurumu (Y.Ö.K) meslekte ilerlemenin şartlarını tamamen gâvur müesseselerine havale ederek rahata ereceğini sanmaktadır. Y.Ö.K bu şuursuzluğu ile adeta zamanında “Şu mektepler olmasaydı, maarifi ne güzel idare ederdim” yakınmasında bulunan maarif vekili Emrullah efendinin pişkinliğini temsil etmektedir. Öyle olunca da akademik çalışmalar İngiliz dili ve edebiyatına hizmet etmekten başka bir işe yaramamaktadır. Konuşma dili haricinde kendi dilini kullanamayan akademisyenlerin dili sığlaşmakta ve bu hem güncel hayata hem de bilimsel seviyeye de sirayet etmektedir. Zira zengin bir dil inşa edemeyen zihin düşünemez, düşünemeyen bir zihinde bilim üretemez. Eğer aksi olsaydı bir asra yaklaşan Türkiye Cumhuriyeti üniversite macerası Türkiye’nin refah ve mutluluğuna bir katkı sağlamış olurdu. Var mı böyle bir keyfiyet? Hiç sanmıyorum. Maalesef, İster sosyal bilimler, isterse fen bilimleri zaviyesinden değerlendirelim, üniversitelerin bu memlekete bir katkısının olduğunu söyleyebilmek için elde somut hiçbir veri yok.
- İnceleyenler, dildeki pespayeliğimizi üniversitelerde yapılan yüksek lisans ve doktora tezlerinde çok safi şekilde görecektir. Türkçe okumamak ve yazmamaktan dolayı Türk akademisyenleri Türkçe yazmaktan da mazurdurlar. Yaptığım çalışmalarda, sırf memleketimin müesseselerine her şeye rağmen saygımı devam ettirmek adına, müracaat ettiğim tezlerden bu hicranlı durumu görmek yüreğimi burkuyor. Bu durumdan kurtulmak için öncelikle akademisyenlerin “okuma cezasına” çarptırılmasının yanı sıra her üniversitede tez ya da kitapların yayınlanmadan önce bir Türkçe dil uzmanına inceletilmesi de, tıpkı intihal incelemesi gibi, yayın şartı gereği olarak getirilmelidir.
- Ö.K sığlıktan kurtarılarak, yukarıdan aşağıya milli vicdan ve terbiyeye göre yetişmiş, yetiştirilmiş kadrolara öncelik verilerek, milli hedeflere uygun icrâatların gerçekleşmesine imkân sağlanmalıdır. Mesela Y.Ö.K meslekte yükselme çalışmalarına muhatap, kendi bilimsel kuruluşlarını (dergi, kitap, kongre, sergi vb.), oluşumlarını tesis ederek akademisyenleri yabancı dilde faaliyetlere mecbur bırakmamalı, onları kendi diline hizmet etmeye teşvik etmelidir. Y.Ö.K’ün bünyesinde kurulacak bu müesseseler aynı zamanda Türk ve İslam âlemi öncelikli olmak üzere, bütün dünyaya açık olmalı ve gerekirse farklı dillerde(İngilizce, Arapça, İspanyolca v.b) de yayınlar yaparak bütün dünyadan Türk bilim hayatına akademik veriler gelmesini hedeflemelidirler.
- Ahmet Yükneki, Ahmet Yesevi, Kaşgarlı Mahmut, Yusuf Has Hacip, Ali Şir Nevai, Yunus Emre gibi Türkçe “ülkücüleri” kendi zamanlarındaki diğer ahbâbın düştüğü hataya düşerek Çince, Farsça, Arapça gibi güya o zamanın “evrensel dillerinde” yazma kolaylığına düşselerdi bugün Türkçeden bu kadar gururla bahsediyor olabilir miydik. Allah’ın lütfu olarak bu kadar güçlü dillerle büyük mücadeleler vererek bugünlere gelmeyi başarabilen bu mübarek dili hala gariplerin dili olarak görmek, küçümsemek, hem de devlet müesseseleri tarafından, hangi vicdana, haysiyete sığar? Hadi dünümüzde birçok gariplik, bilinmezlik, hatalar vardı, bunlardan ders almak gerekmez mi gayrı!
- Doçentlik yeterliliği için illaki dil puanı gibi bir gülünçlük durumu istemek yerine zihni seviyeyi, bilimsel yetkinliği takip edecek bir vasat kurulmalıdır. Zira araştırıldığında görülecektir ki, bütün akademik hayatı kendilerini “seçen” hocalarına hasreden, dili güya çok iyi kullanan, hocalarının emir ve görüşlerine “ne güzel buyurdunuz hocam”diye mukabele etmekten öte bir behresi olmayan ama iki cümle kurmaktan aciz, sinik bir akademik yapımız var. Bu durumun acilen düzeltilmesi her şeyden öncelikli şart olmalıdır.
- Buraya kadar yazdıklarıma hadi diyelim burun kıvırdınız, hiç olmazsa, profesörlerin yabancı dilde yazmaları kesinlikle yasaklanmalıdır. Her şeye rağmen, Türkiye cumhuriyetinin bütçesiyle icra edilen çalışmaların çıktılarının yabancı bir ülkenin ajanlığı durumuna düşürülmesinin önüne geçilmelidir artık. Dünyaca şöhreti bulunan Mevlana Celâleddin bu duruma güzel bir misaldir. Türkçe metinleri olduğu söylense de Mevlana dendiği zaman akla Farsça gelir. Türkçe bakımından Mevlana yok hükmündedir. Zamanını saraylarda geçiren, çok büyük etki alanı olduğu iddia edilen Mevlana Türkçe bakımından bir anlam ifade etmezken, bozkırda Türkçe söyleyen “gariban” Türkmen Yunus Emre olmasa bugün Türkçe bu kadar güçlü olmazdı muhtemelen. Bu zaviyeden bakıldığında Türkiye üniversitelerinin kıt imkânlarına rağmen eser vermiş, birikiminin son zamanlarına gelmiş akademisyenleri Türkçe yazarak bilimsel Türkçe külliyatının zenginleşmesine katkı yapmaları sağlanmalıdır.
- Yabancı dil, daha doğrusu İngilizcenin dünya dili olduğu gibi bir palavra özellikle tuzu kuru ahali tarafından kaziye-i muhkeme haline getirilmiş durumda. Bir tür “züppe ahali” diyebileceğimiz bu zümre tanzimat döneminin İstanbul’unda İngiliz elçisinin arabasından atları salıverip, onların yerine kendilerinin arabayı çeken öncüllerinin seviyesizliğine düştüklerinden haberleri bile yok. Bu inceliği görebilecek olsalar zaten, bu palavralara eyvallah etmezler. Türk “intelijansiyası” Tanzimat tan beri birçok moda fikirlere iltica ederek meselelerden kurtulacağını zanneder. Dil öğrenimi de bunlardan biridir. İlk defa Fransızca, sonra Almanca nihayetinde İngilizce öğrenme çabaları tanzimattan bu yana devam eder gelir. Önce “aydınlar” ve zaman içinde “aydınlanmaya”, “gelişmeye”, “zenginleşmeye” çalışan geniş halk yığınları da dil öğrenimine büyük önem atfeder. Bu iş için büyük emek, zaman ve kaynak harcanır. Zannedilir ki, dil öğrenilirse bütün meselelerden kurtulunacaktır. Bu iş için denemediğimiz yol, usul kalmadı. Geçen elli altmış yıla rağmen, bu işi beceremediğimiz de, Batı toplumları ile doğrudan temas içinde olan kişi ya da gruplar ve başka türlü sebeplerle, özel ilgi gösteren çok az kimseler haricinde yabancı dili kullanabilen kişi sayısı çok az. İnsanî, ilmî, vicdanî vasıfları itibariyle oldukça liyakatli nice akademisyenimizi sadece anlamsız bir dil puanına ulaşamaması sebebiyle, hak ettiği değeri göremeden akademiden uğurlamıyor muyuz? Yazık değil mi, kendi elimizle kendimize yaptığımız bir zihni soykırım değil midir bu durum? Bu sebepten dil eğitim ve öğretiminin ciddiyetle muhakeme edilmesi gerek, zira millet olarak bu işe harcadığımız kaynaklar israfa gitmektedir.
- Akademide yükselme aşamalarında milletlerarası kongreler yüksek değerde görülürken, millî kongrelere haliyle kimse iltifat etmemektedir. Hâlbuki düzenleme işlemlerinde hiçbir fark yoktur. Yahya Kemal milli mücadele sıralarında “Eğil Dağlar” isimli kitabında iki mahalle bakkalını mukayese eden bir hatırasını anlatır. Bakkallardan biri çok iyi çalışırken, diğeri tabir-i caizse sinek avlamaktadır. Sebebini merak eder, anlamaya çalışır; maddi özellikleri birbirinin aynıdır, lakin bir özellikleri farklıdır ki, iyi çalışan bakkal gayr-i müslimdir. Mâlum millî mücadele, İslam âleminin en dip hali. Medeniyetimiz çökmüş, devletimiz tarihinin en karanlık bir dönemini yaşamakta, millet çaresiz, bütün değerlerinden şüphe eder durumda. Peki ya şimdi? Yüzyıl sonra hâlâ o dönemin çaresizliğine teslim mi olmalıyız? Tarihe müracaat ettiğimizde milletimizin, devletimizin utanacağı sıkılacağı hiçbir husus yokken bizim okumuş “batıbesk”, sözüm ona kendini “aydın” deyu vasfeden akademisyenler, niye hala yüzyıl evvelinin çaresizlik, bitmişlik haletindedir. Çok kısa özetleyecek olursak millî bir kongre ile milletlerarası olanın tek farkı sadece milletlerarası olanda asgari beş altı tane Türkiye dışından tebliğ sunuluyor olması, o kadar. Bu beş altı kişide ne olup olmadıklarına bakılmaksızın, kalitesi, kalibresi önemsenmeden minnet, rica davet edilip kongre gerek şartı yerine getirilmiş olunuyor. Türk akademisyen yükseleceğim diye çalışmaları bin bir meşakketle yaparken, birde onu tebliğ edeceğim diye maddi ve manevi emek, gayret göstermek mecburiyetinde. Üniversitelerimizin bu hale düşürülmesine mi yanalım, kıymeti kendinden menkul “elin gâvurlarına” karşı kendi akademisyenlerimizi ezdiğimize mi yanalım. Gel de böyle bir akademi idaresine tahammül et, saygı göster…
- Ö.K bünyesinde kurulacak (TÜBA bu konuda vazife icra edebilir) ve akademisyenlerin mesleki ilerlemesine katkı sağlayacak Türkçe dergi, kitap, kongre gibi faaliyetleri yürütecek müesseselerde emek verecek akademisyenlere teşvik ödülleri sağlanmalıdır. Akademisyenliğin laborantlık/teknikerlik ya da, sadece makale yayınlamak olmadığının farkına varılarak, akademisyenliğin memleketin, devletin, milletin zor zamanında onun yanında olmak, maddi ve manevi gelişimine, refahına katkı sağlamak ve geleceğe dair daha iyi yönlendirmelerde bulunacak bir “Aksakallılık” merci olduğunun anlaşılması ve buna göre akademisyen yetişmesini sağlamak da gerekir. Ancak bu şekilde hemen hemen her üniversitede belki her fakültede görülen basit çekişmelerin, kıskançlıkların da önüne geçilebilir.
Efendim tekliflerim şimdilik bu kadar olsun. Daha çok su götürür bu hamur, lakin bize düşen istikameti bozmamak, Allah ömür verdiğince Türk milletinin her bakımdan yeniden âlemlere nizam verecek seviyeye gelmesi adına gayretten vazgeçmemektir…
*Çalı dibi yapmak: Divan-ı Lügat’it Türk’e göre Türkler bir meseleyle karşılaştığı zaman, hemen bir çalı dibinde bir araya gelip, çözüm yolu ararlarmış.
İzah: “Çalı dibi yapmak” tabirini bir arkadaştan böyle dinlemiştim. Ancak daha sonra kaynağa baktığımda bu deyimi orada göremedim ama hoşuma gittiği için burada bu manasıyla kullandım. “Çaldımsa miri malı çaldım” affoluna…
Cüneyt CESUR[i]
[i] Dr. Öğretim Üyesi, Karamanoğlu Mehmet Bey Üniversitesi,