Genç radikalizmin artmasında en çok üstünde durulan konulardan biri genç işsizliğin artmasıdır. Genç işsizlik ile terör örgütlerine katılım arasındaki bağ birçok araştırmacı tarafından ortaya konmuştur. Toplumda genç nüfusun varlığı her zaman dinamik bir yapının göstergesi kabul edilir. Yaşlanma toplumlar için ölümle eş anlamlıdır. Buna karşılık yönetilmeyen ve istihdam edilemeyen genç nüfus aynı zamanda şiddetin kışkırtılması ve sürdürülebilmesi içinde bir “çatışma riski”ne zemin hazırlayabilir. Yapılan araştırmalara göre, daha fazla işsizlik de dâhil olmak üzere olumsuz ekonomik koşullar, terörist grupların liderlerinin daha vasıflı elemanlar temin etmelerine fırsat vermektedir. 1980-2008 yılları arasında elli altı ülkede gerçekleşen terörist saldırıların incelenmesi sonucu, yüksek işsizlik oranları ve yoksulluk ile terörizm arasında bağ olduğunu göstermiştir.
*****
Prof.Dr. Hilmi DEMİR
Radikalleşmeyi bireyin dini, etnik ya da ideolojik olarak aşırılaşarak şiddeti onaylayan bir kimliği kabul etme süreci olarak tanımlıyoruz. Son zamanlarda Batı’da çok sayıda radikalleşme araştırması yayımlanıyor. Kurumlar ve akademik çevrelerin bu konuya artan bir ilgisi var. Bireylerin aşırılıkçı görüşleri neden ve nasıl benimsediklerini anlamak, hükûmetler ve toplumlar için merkezi bir öneme sahip. Belki de bu konuda en az araştırma 40 yıla yakın terörle mücadele eden Türkiye’de yapılıyor.
Türkiye’de terör meselesi genelde güvenlik kuvvetlerinin sırtına yıkılmış vaziyette. Terör örgütlerine katılımların nedenleri ve terörle mücadelenin sosyo-kültürel boyutları ise ihmal ediliyor. Defaatle yazdığımız gibi, bizim henüz güvenlik ve terör enstitülerimiz yok. Radikalleşme konusunu başlı başına bir çalışma alanı olarak kabul etmiyoruz.
Batı’da ise radikalleşme denildiğinde bu konu çoğu kez dinî radikalleşmeye indirgeniyor. DEAŞ’ın ortaya çıkışı ile birlikte DEAŞ’a katılımları anlamak en önemli mesele hâline geldi. Oysa radikalleşme denildiğinde birçok farklı radikalleşme türlerinden bahsetmek mümkündür. Sağ-Sol, etnik, dinî veya dinimsi (FETÖ gibi) radikalleşmeler söz konusu olabilir.
Bu açıdan bakıldığında sol radikalleşme Türkiye için en az DEAŞ kadar hatta ondan daha fazla risk oluşturuyor. Unutmayalım Türkiye uzun yıllardır PKK terör örgütlü ile mücadele ediyor. Bu süre zarfında binlerce gencini teröre kurban verdi. PKK terör örgütüne katılımlara baktığımızda, katılım oranı en çok 17 ile 20 yaş arasında gerçekleşiyor. Dağ kadrosundakilerin yaklaşık yüzde 50’sini de bu yaş grubundaki teröristler oluşturuyor.
Gençler hem propagandaya çok açıklar hem de öfkelerini, kırılganlıklarını ve yaşadıkları travmaları çok kolay şiddete dönüştürebiliyorlar. Gerek bireysel radikalleşmede gerekse grup radikalleşmelerinde gençler merkezî bir rol oynuyor. Peki gençler neden radikalleşir?
Genç radikalizmin artmasında en çok üstünde durulan konulardan biri genç işsizliğin artmasıdır. Genç işsizlik ile terör örgütlerine katılım arasındaki bağ birçok araştırmacı tarafından ortaya konmuştur. Toplumda genç nüfusun varlığı her zaman dinamik bir yapının göstergesi kabul edilir. Yaşlanma toplumlar için ölümle eş anlamlıdır. Buna karşılık yönetilmeyen ve istihdam edilemeyen genç nüfus aynı zamanda şiddetin kışkırtılması ve sürdürülebilmesi içinde bir “çatışma riski”ne zemin hazırlayabilir. Yapılan araştırmalara göre, daha fazla işsizlik de dâhil olmak üzere olumsuz ekonomik koşullar, terörist grupların liderlerinin daha vasıflı elemanlar temin etmelerine fırsat vermektedir. 1980-2008 yılları arasında elli altı ülkede gerçekleşen terörist saldırıların incelenmesi sonucu, yüksek işsizlik oranları ve yoksulluk ile terörizm arasında bağ olduğunu göstermiştir.
Elbette tek başına genç işsizlik radikalleşmeyi açıklamaya yetmiyor. Çalışmalar radikalleşmenin çok boyutlu bir süreç olduğunu gösteriyor. Bu da ister istemez bu konuda farklı disiplinlerin bir arada çalışmasını zorunlu kılıyor.
Türkiye’de Taha Köse ve İpek Çoşkun tarafından ilk defa yapılan “Türkiye’de Üniversitelerde Radikalleşme” adlı çalışma bize oldukça ilginç şeyler söylüyor. SETA tarafından yayımlanan bu çalışma, gençlerde radikalleşmeyi Türkiye örnekleminde başka dinamiklerin tetiklediğini gösteriyor. Çünkü üniversitede okuyan gençler işsizliğe dâhil değillerdir. Bu çalışma bize gösteriyor ki, üniversiteler sol-etnik radikalleşme açısından âdeta bir cennet vadediyor. Köse ve Çoşkun’un yaptığı çalışma 11 ildeki 14 üniversitede yerinde gözlem yapılarak gerçekleştirilmiş. 100’den fazla öğrenci 60 akademisyen ile bire bir görüşülmüş. Kantinlere ve kampüslere gidilmiş. Radikal dilin ve siyasi çatışma kültürünün duvar yazılarından, gündelik konuşma diline kadar nasıl etkili olduğu gözlemlenmiş.
Türkiye’de eğitimi yaygınlaştırmak, bölgesel kalkınmaya hizmet etmek için açılan üniversitelerin, milyarlarca liraya mal olan kampüslerin sol radikalleşme için nasıl güvenli bir liman oluşturduğunu okuyunca insan dehşete kapılmıyor değil. Araştırmaya göre üniversitelerde radikalleşmenin dinamikleri arasında hızlı üniversiteleşmeyi saymak mümkündür. Üniversitelerde öğrenci başına düşen öğretim üyesi/Öğretim elemanı sayısının yüksek olması, öğrencilerine karşı duyarsız olan yönetimler, işlemeyen danışmanlık sistemleri bu iç dinamikler arasında önemli yer tutmaktadır. Bir öğretim üyesi olarak ben de ifade etmeliyim ki üniversitelerde danışmanlık dediğimiz iş, öğrencinin hangi dersi alıp hangi dersi bırakacağı ile sınırlıdır.
Üniversiteler gelen öğrencilerin kim olduğu ile pek ilgilenmezler. Söz gelimi kaç üniversitede gelen öğrencilerin maddi imkânlarının sınırlı olup olmadığı, anne-babasının boşanmış olup olmadığı ile ilgili bilgi vardır, bilemiyorum. Ağır ders yükü veya ders ücreti telaşı arasında sıkışmış hocalar ile kendilerini öğrencilerinden sorumlu hissetmeyen yönetimler arasında kalan öğrenciler her türlü propagandaya açık hâle gelmez mi? Araştırma biraz öyle diyor, zira OECD rakamlarına göre öğretim üyesine düşen öğrenci sayısı 16 iken biz de bu sayı 50-55 civarındaymış. Anlaşılıyor ki, yönetilmekte zorluk çekilen veya gerekli titizlik gösterilmeyen kitleleşme aidiyet duygusu ve ideallerin benzer fikirli bireylerle paylaşılması ve aşırılık yanlısı gruplara katılmak için oldukça verimli bir ortam sunuyor.
Radikalleşme çalışmaları başıboş bırakılan gençlerin kulaktan duyma bilgilerle çok kolay radikalleşebileceğini gösteriyor. Arkadaşlık bireylerin radikalleşmesinde önemli bir faktör. Üniversitelerde, derse girmeyen, devamsızlığın dikkate alınmadığı boş zaman ideolojik etkileşimi daha da hızlandırıyor. Thomas Hegghammer’ın “Jihadi Culture: The Art and Social Practices of Militant Islamists” adlı eserinde değinildiği gibi şiddete çağrıda bulunan ideolojiler silahtan çok fazla şey sunar. Aslında şiddet çağrısı bir yaşam alanı içinde şarkılar, marşlar, sloganlar, semboller, bayraklar gibi bir çok araçla sunulur. Kampüs birçok üniversite için boş zaman ve eğlence alanı olarak işlev görür. Ve şiddete çağrıda bulunan terörist gruplar için boş zamanlarını ritüeller, şarkılar, şiirler, filmler, sporlar ve şakalarla doldurmak kültürel bir atmosfer oluşturur. Yönetimlerin bu atmosfere karşı bilimin, düşüncenin, sanatın ve entelektüel paylaşımın olduğu bir karşı atmosfer oluşturmaları gerekir. Fakat bunun için öncelikle kampüslerde ne olup bittiğini gözlemleyen, sosyal danışmanlık sistemleri ile şiddeti engellemeye yönelik faaliyet sunan bir yönetim anlayışının geliştirilmesine ihtiyacımız var. Peki öyle mi? SETA araştırması pek de öyle olmadığını söylüyor.
Türkiye’de üniversitelerde radikalleşmeyi tetikleyen bir diğer unsurda araştırmaya göre gettolaşmadır. Türkiye’de birçok köklü üniversite maalesef belli ideolojilerin “kaleleri” gibi görülmektedir. İster sağ ister sol olsun gettolaşma üniversiteleri homojenleştirerek çoğulculuğu öldürmektedir. Üniversiteler farklı fikirlere açık olması gerekirken, gençler kimliksiz olarak girdikleri kampüslerden aşırı sol örgütlerin birer sempatizanı olarak çıkabilmektedir. PKK terör örgütünü destekleyen eylemlerin belirli üniversitelerin kampüslerinden çıkması bunu göstermektedir. Dolayısıyla Türkiye’de belirli üniversitelerde bu gettolaşma zihniyeti hem akademik ifade hürriyeti hem de gençlerin terör örgütlerine kazandırılması için bir tehdit oluşturmaya devam etmektedir.
Araştırmanın dikkat çektiği bir diğer husus da, üniversitelerin sürekli devamsızlık yapan öğrencileri takip etmemeleri. Kuşkusuz üniversite yönetimleri, bireylerin kendi sorumluluğunu alması gerektiğini savunabilir. Fakat insan sermayemizi oluşturan binlerce gencin neden devamsızlık yaptığı, kayıtlarını neden aldırdıklarını en azından akademik ilgi konusu yapmak, yönetimlerin bu konuda danışmanlık sistemlerini çalıştırması daha doğru olmaz mı? Çünkü araştırmada da ifade edildiği gibi, 4 Kasım 2016’da Bağlar Çevik Kuvvet binasına saldırıyı yapan şahıs Harran Üniversitesi İlahiyat Fakültesini terk etmiş bir öğrencidir. Dolayısıyla terk edilen öğrencilerin araştırılması belki de onların terör örgütlerinin kucağına düşmeden geri dönmesini sağlayacaktır.
Peki, bu konuda ne yapılabilir? Sanırım önce duyarlılık ve sorumluk gerekiyor. Yükseköğretim kurumundan rektörlere kadar herkesin kampüslerde neler olup bittiği ile ilgilenmesi lazım. Bina yapmak, indekslerde yer almak kadar, gençlerin radikal ve aşırı örgütlerle olan bağı da bizim sorumluk alanımıza girmelidir. Kalite değerlendirme kurullarında şekilsel birçok değerlendirme talebi kadar, YÖK’ün üniversitelerdeki radikalleşmeyle de ilgilenmesi önemli gözüküyor. Unutmayalım ki, 2547 sayılı YÖK kanunun 13. maddesi rektörlere “öğrencilere gerekli sosyal hizmetlerin sağlanmasında, gerektiği zaman güvenlik önlemlerinin alınmasında” da yetki ve sorumluk vermiştir. Gençlerin terör örgütlerinin avı olmaması da sosyal hizmet ve güvenlik önlemelerinin alınması sorumluluğu içinde değerlendirilebilir. Bu nedenle üniversitelerde radikalleşme ile mücadele için YÖK başkanlığında kurumsal düzenleme iyi olurdu. Umarım YÖK, SETA’nın bu araştırmasını dikkate alır.
—————————————–
Kaynak:
https://m.turkiyegazetesi.com.tr/yazarlar/hilmi-demir/607803.aspx