Uygarlığımızın Uç Beyi Bir Güzel İnsan: Muhsin YAZICIOĞLU

Ey sonsuzluğun sahibi,
Sana Ulaşmak istiyorum
Güneşimi kapatmayın
Beton çok soğuk, üşüyorum (M.Y.)

Bir eylül soğuğunda almışlardı O’nu, tıpkı diğer serviler gibi. Çile doldururken buz gibi zeminde, o yiğit alın eğilmemişti. Yukarıdaki mısralar o vakit dökülmüştü dudaklarından. Bizim neslin abide şahsiyetlerinden biriydi O! Hep mahallenin “güzel kızı” olmuştu. Kırgındı belki, ama ayağında demir çarık, elinde demir asa memleket yollarında tüketti ömrünü.

Bu satırları yazarken içim eziliyor. Baharda ilk açan kar çiçekleri gibi, buzulları delerek, başını yukarı çıkaran kardelendi O! Belcivan’da toprağa düşen yaralı geyik nasıl içimizi ürperttiyse, Muhsin Bey de aynı ürpertiyi duyumsattı bize. O bizim ortak vicdanımız oldu hep. Hep içimizde bir gıpta oldu kendisine. Bu partizanca bir ilgi değildi. Hakiki, sahici, içten gelen, kendiliğinden bir yönelmeydi.

Bir dramı temsil etti kendisi. Bir neslin, daha doğrusu nesillerin dramıydı mücadelesi. Yatağına kırgın akan ırmakların hikâyesiydi bu. Aklıma Maveraünnehir’den dalga dalga gelen Türkmen oymakları geliyor. Gün doğusundan gün batısına kadar bizim diyen irade sahiplerinin haykırışları çınlıyor kulaklarımda. O neslin, o nesillerin ve bu büyük rüyayı canlı tutmak isteyen bütün nesillerin son temsilcilerinden biriydi O!

Boşalan dünyamızda, arkasında büyük gedikler bırakarak giden bu Türkmen büyüğünün karşısında saygıyla eğilmek istiyorum. Zorbalar karşısında eğilmeyen yiğit çehresi, Türkiye Cezayir olmayacağı gibi Suriye de olmayacak diye haykırırken, bütün gözler O’na yönelmişti. Tipi ve borana karşı göğsünü feragatle siper eden bu halis Türk her aklıma geldiğinde, “vefalı Türk geldi yine” mısraları yankılanır kulaklarımda. Çırpınan Karadeniz’in o hırçın dalgalarını konuşturan Türk ruhu, onun çehresine yansımıştı sanki.

Yüreğimize taş basıyoruz. En önde koşan atlının atı yere kapaklanıyor. Toprak bir ana gibi O’nu bağrına basıyor. En sevdiği yavrusunu kucaklayan bir ana gibi. Üşümesin diyor toprak, buzullarda daha fazla acı çekmesin. Zirveleri kollayan bir kartalın kanadı kırılıyor. Süzülüyor yukarılardan, arkasında kavisler çizerek. O sıcak alın toprağa değiyor. Buzullar eriyor, hayır erimiyor buzullar ağlıyor sessizce.

Yüreğimizden bir şeyler kopuyor, en derin yerinden yüreğimizin. Gökler ağlıyor, ağlıyor melekler. Atalarımız, gökyüzünün ebedi sakinleri, bir anda yüzlerini dünya semasına çeviriyorlar. Bırakıyorlar meşgalelerini. Kimdir, bu gelen kimdir sedaları yükseliyor aralarında. Mahşeri bir dalgalanmayla sarsılan yüreklerimizdeki ürperti oradandır. Yüreklerimizin sahillerine vuran bu hüznün nedensiz yankısı, içimizin bir yerlerinde yenibaharlara memba oluyor.

Güzel insanlar güzel atlara binip gittiler diyen Türk dehası, hüznümüze nasıl da refakat ediyor. Hayat bitti sanılan yerde yeniden başlar. Umutlar devşirmeye başlarız bir yerlerden. Yaralarımızı sarar, şurada burada yıkık dökük evlerimizi yeniden onarmaya başlarız. Yarım kalan yapıyı imar etmek, öksüz bırakmamak için yeniden yola koyuluruz.

Bir ömür boyu, hicranını duyduğumuz yitik bir uygarlığın Uc Bey’iydi O! Kendinden öncekiler gibi, o da sıcak yatağında düşmedi toprağa. Ölüm bu, ne denir. Noktaları kaldırıldığı zaman olmak olan bir başka varlığa yürümek değil midir ölüm.

İsmiyle müsemma bir güzel insanın ardından yazmak, insanı hüzünlendiriyor. O büyük kafileye, arkasında imanlı ve azimli nesiller bırakarak katılmak ne güzel!

İnsan ruhu ki, hudutları olmayan sahillere açılma hissiyle kıvranır da durur. “Açıktan gemiler geçse/Sanırım gittiği diyar bendedir” diye yakınan sanatkâr, bu iklimlerin yansımalarına sonsuzla temasın rengini katmaktadır. Aslında bu bir bakıma insan yanımızla, daha doğrusu sonsuzlukla temas kurma isteğine duyulan hasrettir bu. Muhsin Bey, nesillerimize bu hasreti tam olarak duyuramamanın hicranıyla gitti.

Zaman zaman hüzünlendiğimiz ve içlendiğimiz anlar vardır. Kendimizi yalnız hisseder, bu yalnızlıkta kendimizi buluruz. Sanatkârın yegâne gıdası ıstırabı içinde biriktirdiği bu hazinedir. Büyük millet mustariplerinin tamamı bu ıstırabı hisseder, onunla varlığa yeni bir anlam yüklerler. Bunun bir adım ötesi, varlık ötesine sıçramaktır. O ne sıçrayıştır ki, mehabet ufku yüce bir dağı seçmiştir.

Dikkatlerin tümüyle satıhta yoğunlaştığı zamanlar vardır: metafizik gerilimin saltanatını nihayete erdiren, insan ruhunu yaralayan zamanlar. Desteksiz kalan, ihtilaçlar içinde kıvranan ruhların çıkış aradığı zamanlardır bunlar. Ne arandığı tam olarak bilinmemektedir. Yitik bir cennetin, topyekûn bir uygarlığın anahtarları kaybedilmiştir. O günlerde yollara koyulan bu nesiller, henüz adını koyamasalar bile, böyle büyük bir uygarlığın ateşini hissetmişlerdir içlerinde.

Gözyaşım hani akmayacaktın diye gözyaşına sitemde bulunan güfte sahibini düşünüyorum bir an: içindeki kırıklığı gözyaşından bile gizlemek isteyen soylu inceliği. Gözyaşı bile bu ana ortak edilmek istenmemektedir. İç zenginliğinin had safhaya ulaştığı böylesi bir uygarlık neslini düşünüyorum. 12 Eylül öncesi nesilleri ve onların temsil ettiği dava, adını tam olarak koyamasalar da, böyle büyük bir dönüşümün bahar tazeliğini temsil ediyordu. O isimsiz heyecanların çoğu, şurada burada heder olup giderken, derinlerdeki kökleri hisseden Anadolu çocukları, tekerleği tümsekte bırakmama azmini buluyorlardı bu asil duruşta.

Her şeyin birer reprodüksiyon hâlini aldığı yalnız, tekdüze yaşantılarda, demir bir kafes içinde gerilen zavallı insanların dramını düşünelim. Ne kadar ilkel bir hayata kurban edildiklerini düşünelim bir an için. Sürüklenen, savrulan ve değersiz bir meta gibi birer muhasebe değeri haline getirilen insanların dramını düşünelim: bir değirmende öğütülen ve toz haline getirilen insanları! Bir de bu hayata direnen, baş kaldıran soylu silkinişleri!

Bir nehir kenarında, sudaki ezel fikri deryasında erimek isteyen büyük düşünürler nesli geliyor aklıma. Kemaliye’de saatlerce kendini bu ilahi senfoni seline bırakan ve “Gidin insanlar! Gidin! Belki bu yalnızlıkta birlikle selameti bulurum.” diyen büyük mustaribin hicranını paylaşmak isteyen kaç kişi vardır dersiniz. Hayatını muvaffakiyet dilenmek üzere kurgulamış bir nesilden böylesi soy davranışlar bekleme gafletim mazur görülsün.

Muhsin Bey’in ölümü bana çok dokundu. Hassasiyetime dokunan aslında bütün bir neslin dramıdır. Metne başlık yaptığım mısra ile O’nun derûnundaki mana arasında ilişki kuran gönlüm beni buralara sürükledi. Kendisi ‘gayemiz hayata uymak değil, hayatı hakka uydurmak’ diyen bir neslin devamıydı.

Bartın zindanında, tek kişilik hücresinde, rutubet ve buz kesen soğuk içinde, betonlar arasından fışkıran küçük, mini minnacık bir yeşillik belirtisine bakıp, ümidini diri tutan ‘Efendi’ endamlı şahsiyetleri hatırlıyorum. Yaşanmış günlerine pazarların dirhem bulamadığı günlere erince, derin bir mahcubiyetle yüzleri kızaran asalet abideleri geliyor aklıma.

Gittin, amma kodun hasretle canı bile! diyen şair gibi yüreklerimiz burkuluyor. Arkasında binlerce buruk yürek bırakarak gitti. Ölürken bile zirveleri tutmuştu. Kendisine yakıştığı gibi yaşadı ve nihayet ufukta süzülerek kayboldu. Sevgiliye, en sevgiliye giden son hamleydi ölüm O’nun için. Ülküsü, hepimizin kızılelması olan o büyük amaçtı.

Ama O’nu ve neslini günümüz nesillerinden farklı kılan şey, hayatı hakir gören, önemsemeyen o ruh saffetinden geliyordu. Bir nefeslik can için bu kadar zikzak yapmaya değmezdi. Hayat, o nesil için, bir nefeslik candan ibaretti. Vazife için gelmiştik buraya, ebedi kalmaya değil. O’nda kendimizi buluyorduk. Ben hormonsuz Anadolu insanıyım demişti bir keresinde; yalın ve pürüzsüz.

Yaşadığı sürece onun çizgi ve misyonunu tam olarak idrak edemeyen bazıları, birikmiş enerjiler üzerinde tavan yaparken, enerjinin kaynağını kendilerinden bilerek, kendileriyle Muhsin Bey arasında kıyaslama yanılgısına düştüler. Oysa O, siyasetin sosyolojik olarak boşluk bırakmadığı ıssız bir zeminde, sırf şahsiyetiyle yapayalnız yürüdü.

Ne tuhaf, ne tuhaftır ki ölürken de yalnız, yapayalnızdı.

(NOT: Bu Yazı, merhum başkanın vefat haberi geldiği gün yazılmış ve Türk Ocakları Genel Merkezinin sitesinde de aynı gün yayımlanmıştır)a

[i] Prof.Dr. (E)

Yazar
Abdülkadir İLGEN

1964 yılında Bolu-Kıbrısçık’ta doğdu. İlköğrenimini doğum yeri olan Deveören Köyü İlköğretim okulunda yaptı. Daha sonra Ankara Dikmen Ortaokulunda başladığı ortaokul hayatını 1977-1978 yılında Polatlı Lisesi Orta Okulunda... devamı

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2025

medyagen