Uygarlık Yolu

Tam boy görmek için tıklayın.

CIVILIZATION ROAD

 

Prof.Dr. Mustafa ERGÜN

 

ÖZ

Hazar Taşkınları 15 bin yıl önce oluşmuş ve bu da İnsanlık Tarihine NUH TUFANI olarak yer etmiştir. İnsanlığın ilk uygarlıklarında birisi yaratan olan TURAN bölgesi dünyadaki en büyük kapalı su havzasıdır. Burada gerçekleşen uygarlık için tüm koşullar vardır: 35-40°K enlemleri arası, bol su kaynakları ve maden yatakları açısından zengindir. Ayrıca Turan bölgesi ulaşım için gerekli olan AT ve ÇİFT HÖRGÜÇLÜ BAKTERYAN (TÜRK DEVESİ) yine bu bölgede MÖ 3-4000’li yıllarda ehlîleştirilmiştir. Bu olguların bir araya gelmesiyle ileri bir uygarlık gerçekleştirilmiştir. Bir iç havza olan bu bölgede önce kuzeydeki bu bölge daha sonra Pamirler ve Altay Dağlarından (karalardaki en büyük buzul kütleri vardır) beslen Seyhun ve Ceyhun ırmaklarınca beslenmektedir. Kuzeyden gelen suyun azalmasıyla, Hazar Denizi su seviyesi 15000 yıl önce +50m’den -28m olmuştur. Dolayısıyla bu durum bölgede göçlere neden olmuş ve göçler başlamıştır. Aryanlarda tüm dünyaya buradan yayılmışlardır. İşte be göçler, ehlîleştirilen at ve develer yoluyla yapılmıştır. Sümer yazıtlarında bu bölge maden (kalay ve demir) ve değerli taşlar (Firuze “Turkuaz” ve Lacivert taş “Lapis lazuli”) getirildiği belirtilmektedir. Orta Asya bölgeleri ile her zaman bağlantılar var olmuştur. Örneğin; Hindistan, Çin ve Ortadoğu arasında en eski zamanlardan beri, en az Tunç Devri‘nden beri bağlantılar vardı. Bu tarihi bağlantıyı batılıların tanımladığı yalnızca ipek ticaretine bağlayarak değersizleştirmemek gerek. İnsanlık tarihinde çok önemli yeri olan bu bağlantı uygarlığın gelişmesinde ve yayılmasında önemli bir yer tutmuştur.

ANAHTAR KELİMELER: Uygarlık kuşakları; At ve Deve; Madenler; Kıymetli taşlar; Hazar taşkınları

 

ABSTACT

The Caspian Floods occurred 15 thousand years ago and this took its place in Human History as Noah’s Flood. The TURAN region, which created one of the first civilizations of humanity, is the largest closed water basin in the world. All the conditions for the civilization that took place here exist: between latitudes 35-40°N, it is rich in abundant water resources and mineral deposits. In addition, the HORSE and DOUBLE-HUMPED BACTERIAN (TURKISH CAMEL), which are necessary for transportation in the Turan region, were also cultivated in this region between 3-4000 BC. With the combination of these phenomena, an advanced civilization has been realized. In this region, which is an inland basin, this region in the north is fed first by the Pamirs and then by the Seyhun and Ceyhun rivers, which are fed by the Pamirs and the Altai Mountains (which have the largest glacial masses on land). With the decrease in water from the north, the water level of the Caspian Sea has increased from +50m to -28m 15000 years ago. Therefore, this situation caused migrations in the region and migrations started. The Aryans spread all over the world from here. Migrations were made through domesticated horses and camels. In Sumerian inscriptions, it is stated that minerals (tin and iron) and precious stones (Turquoise “Turquoise” and Navy Blue stone “Lapis lazuli”) were brought to this region. Connections with the regions of Central Asia have always existed. For example; There have been connections between India, China and the Middle East since the earliest times, at least since the Bronze Age. This historical connection should not be devalued by attributing it solely to the silk trade as defined by westerners. This connection, which has a very important place in human history, has had an important place in the development and spread of civilization.

KEYWORDS: Generations of civilization; Horse and Camel; Metals; Precious stones; Caspian floods

 

GİRİŞ

İşte ilk uygarlığın çıkış yerlerinden biri olan Harran Bölgesi’nden MÖ 10 ila 5 bin yılları arasından batıya doğru Anadolu’ya ve doğuya da Elburz dağları eteklerinden ilerlemiştir. Fakat aynı zamanda Ceyhun Irmağı boyunca Aral Denizi’ne uzanan Turan bölgesinde de uygarlık gelişmiştir. Tarih boyunca metal, uygarlıkların ilerlemesinde çok önemli bir rol oynamıştır. İnsan uygarlığındaki metal çağları yaklaşık 8000 yıl önce başladı ve bu süre zarfında insanlık bakır, kalay, bronz ve demir gibi malzemeler için metalürji sanatını kullanmayı ve ilerletmeyi öğrendi. Tarihsel olarak, genellikle kronolojik olarak ayrılmış olsa da, dünya üç büyük metal çağı gördü: bakır/kalkolitik çağ, bronz çağı ve demir çağı. Bu metalleri eritme ve şekillendirme sürecinin keşfi, uygarlıkların ilerlemesi üzerinde, öncelikle sırasıyla üç olgu: kültür, ticaret ve fetih yoluyla önemli sonuçlar doğurdu. Turan Ovası’nda tarih öncesi çağlarda yaşamış ve ileri bir uygarlık düzeyine erişmiş insan topluluklarının varlığı hakkında bazı kalıntılar mevcut ise de bilimsel nitelikli herhangi bir veri, ayrıntılı bir arkeolojik çalışma henüz mevcut değildir. Ancak yerkürenin bereketli altın kuşağı içinde bulunan, insan ve diğer canlı türleri için en uygun paleocoğrafik koşullara sahip olan bu yörenin, gelişmiş insan topluluklarının yaşamış olduğu bir arazi parçası olarak kalmış olmasını da akıl ve mantık kabul etmektedir (Gerey, 2003).

Orta Asya bölgeleri ile her zaman bağlantılar var olmuştur. Örneğin; Turan bölgesi ile batısı arasında en eski zamanlardan beri, en az Tunç Devri‘nden beri bağlantılar vardı. İlk zamanlarda maden elde etme ve işleme konusunda bilgi alışverişine ve ticari malların değişimine dayanmış olan bu bağlantılar, diplomatik ilişkilerin kurulmasını ve iki kültürün birbirini tanımasını da sağlamıştır. Ancak, arabulucular yolu ile gerçekleştirilmiş olan bu bağlantılar bir süreklilik göstermemiş, uzun süreli kopukluklar yaşanmış, ticaret ve bilgi alışverişinin uzun bir süre gerçekleşmediği dönemler de olmuştur.

Uygarlık 12 bin yıl önce Buzul Çağının (deniz seviyesi -125/130 metrelerde) sona ermesiyle 35-40°K enlemleri arasında göl ve tatlı su kenarlarında başlamıştır (Şekil 1). Bu koşullara uygun kuşaklar Harran-Harran-Turan bölgeleri ve İç Anadolu’dur. İnsanoğlu Toplayıcı-Avcı-Tarım yolunu takip ederek yaşamını devam ettirmiştir. Bir bölgede uygarlığının gelişmesi için şu olguların beraberce bulunmasına bağlıdır: (i) Uygun iklim (35º-40° K enlemleri arası); (ii) Zengin su kaynakları; (iii) Maden yataklarınca zengin olması; (iv) Obsidyen (çakmaktaşı) volkanik kayacının bolluğu.

Doğudan batıya doğru gelişen bu ticari harekette daha önceki çağlardan beri kullanılmakta olan bir yol şebekesinden yararlanılmıştır. Yoğun bir şekilde ipekporselenkâğıtbaharat ve değerli taşların taşınmasının yanında kıtalar arasındaki kültür alışverişine de imkân sağlayan bu binlerce kilometre uzunluğundaki kervan yolları zaman içinde İpek Yolu olarak adlandırılmıştır. İpek Yolu Asya‘yı Avrupa‘ya bağlayan bir ticaret yolu olmasının ötesinde, 2000 yıldan beri bölgede yaşayan kültürlerindinlerinırkların da izlerini taşımakta ve olağanüstü bir tarihsel ve kültürel zenginlik sunmaktadır.

Güncel tarihin yazdığı şekilde İpek Yolu sadece tüccarların değil, aynı zamanda doğudan batıya ve batıdan doğuya bilgelerin, orduların, fikirlerin, dinlerin ve kültürlerin de yolu olmuştur. Bu bağlamda burada bu yolu yalnızca İpek Yolu olmadığı fakat Doğu ile Batıyı birleştiren bir iletişimin varlığı daha kapsamlı anlamak zorundayız. Tarihçi Arnold J. Toynbee (1947) şöyle demiştir: “İnsani amaçlar için, bozkır, kuru olması nedeniyle 15’nci Yüzyıl öncesi (Deniz ulaşımı öncesi) insanlar arası ilişki bakımından tuzlu su denizden daha yüksek iletkenliğe sahip olan bir iç denizdi. Bu susuz denizin suya değmeyen gemileri ve iskelesiz limanları vardı. Bozkırın kalyonları develer, bozkırın kadırgaları atlar ve bozkırın limanları “kervan şehirleriydi”.

Timur’un Semerkant’ı ve Çin Seddi’nin kapılarındaki Çin ticarethaneler; MS 1500’den önceki haliyle dünyanın ayrı uygarlıklarını –birbirleriyle olan teması sürdürmelerini sağlayacak ölçüde- birbirine bağlayan egemen hareket araçları okyanusları aşan yelkenli gemiler değil, bozkırları aşan atlardı (Toynbee, 1947). Bu dünyada, gördüğünüz gibi, Babür’ün Fergana’sı merkez noktaydı ve Türkler Babür’ün zamanında ulusların merkez ailesiydi. Bu UYGARLIK YOLU Sümerler zamanından beri vardı ve değişen zamanlar boyunca da varlığını korumuştur. Bu gerçeği yalnızca Avrupa’nın tanımladığı şekilde ipeğe indirgemek yanlıştır.

HAZAR DENİZİ BÖLGESİ COĞRAFYASI

Hazar Denizi ve Turan havzası dünyanın en büyük kıta içi kapalı havzasıdır ve su toplama havzasıdır. Hazar ekosistemi, dünya okyanuslarına ait deniz seviye değişimlerinden bağımsız olarak kendine has su seviyesi değişimlerine sahip dünyanın en büyük kapalı bir havzadır. Batısında Hazar Denizi, kuzeyinde Kazakistan ve Tanrı Dağları, doğusunda Pamirler ve güneyinde ise Kopet Dağları ve Hindukuş Dağları bulunmaktadır (Şekil 2).

Hazar Denizi’nin doğusunda Türkmenistan yer almaktadır. Türkmenistan topoğrafik olarak daha çukur bir arazi üzerinde bulunmaktadır. Türkmenistan topraklarının beşte dördünü Karakum Çölü kaplar. Karakum Çölü Türkmenistan‘da 350,000 km2 bir alan kaplar. Biruni, 10. yüzyılda çölün eskiden deniz olduğunu ileri sürmüştür. Günümüz bilim adamları çölün kumlarının güneyde bulunan dağlardan akarsular tarafından taşındığı ileri sürülmüştür. Bu konu Hazar Denizi su seviye değişimlerinde incelenecektir; MS 1000’li yıllarda Hazar Denizi aniden yükselmiş bu da kuzeydeki Hazar Hanlığı üzerinde çok olumsuz etkileri olmuştur. Başkentleri İtil su altında kalmıştır.

 

200 milyon yıl önce alanda Tetis Okyanusu yer alıyordu. Güneyde oluşan dağlar Tetis Okyanusu’nu küçülterek kurutmuştur. Bu durumda Ceyhun Irmağı Hazar Denizi‘ne doğru akmaya başlamıştır. Irmağın taşıdığı kumlar çöl alanında birikmeye başlamıştır. Tecen ve Murgap ırmakları Ceyhun ile birleşerek kum birikimini hızlandırmıştır. İklimin kuraklaşması ile bu kumul alanı üzerinde Karakum Çölü’nü oluşturmuştur. Kızılkum Çölü yaklaşık olarak 300 bin km² yüz ölçümüyle dünyanın en büyük çölleri arasında yer alır. Orta Asya’nın iki büyük ırmağı (Seyhun ve Ceyhun) arasında yer alan Kızılkum Çölü, Aral Denizi’nin güneyindedir. Kış ve ilkbahar mevsimlerinde olmak üzere yıllık olarak 100–200 mm arası yağış almaktadır. Çölün kuzeybatıya eğimli düzlüklerinde ayrık olarak yükselen 3000 metreye ulaşabilen yükseltiler bulunur. Türkmenistan’ın kuzeyinde yer ala Sarıkamış gölü deniz seviyesinden 38 m alçakta bulunmakta ve derinliği 87 m’dir. 15-17 yüz yıllarında Türkmenlerin çoğu gölün çevresinde yaşamaktaydı. Sarıkamış gölünün tek beslenme kaynağı Ceyhun ırmağı olduğunu ve daha sonra Ceyhun ırmağının suyu tamamen Aral gölüne akmaya başladığı bilinmektedir. Bu olay 17 yüzyılda gerçekleşiyor. Zaman geçmesiyle göl kenarında yaşayan insanlar bölgeden göç etmek zorunda kalmışlardır.

Hazar Denizi alan olarak dünyanın en büyük kıta içi su kütlesidir (Şekil 2). Değişik kesimlerce dünyanın en büyük gölü olarak tanımlansa da aslında tam anlamıyla bir denizdir. Alanı 371,000 km2 (Karaboğaz Gölü hariç) ve hacmi de 78,200 km3’dir. Dünya okyanusları ile bağlantısı olmayan (Endotermik) kapalı bir havzadır. Kuzeydoğusu Kazakistan, kuzeybatısı Rusya, batısı Azerbaycan, güneyi İran ve doğusu da Türkmenistan tarafından çevrelenmektedir. Hazar Denizi, Kafkas Dağları’nın doğusunda, Elburz Dağları’nın kuzeyi ve çok geniş Türkmenistan bozkırlarının batısındadır (Şekil 2). Hazar Denizi’nin eski yerleşik halkları tarafından tuzlu oluşu (1.2% veya 12 g/l; okyanusların tuzluluğunun üçte biri kadar) ve uçsuz bucaksız oluşu bağlamında okyanus olarak algılamışlardır.

 

HAZAR DENİZİ VE ÇEVRESİNİN HİDROGRAFİSİ İLE SONUÇLARI

Hazar Denizi taşkınların merkezi ve ilişkili olayların (deniz-seviye yükselimi, kıyısal değişimler ve kıyısal düz alanları su basması) paleocoğrafya için çok hassas bir göstergesidir. Bu havzadaki su miktarı aşırı bir şekilde artmış ve bu arada da fazla su ise Karadeniz’e akmıştır. Taşkın sırasında, Hazar Denizi yaklaşık bir milyon km2‘ye (günümüzde 371.000 km2) ve eğer Aral-Sarıkamış havzası da eklendiğinde 1,1 milyon km2‘ye ulaşmıştır (Şekil 3; Dolukhanov, 2000). Karadeniz-Hazar Taşkınlarını yansıtan jeolojik, litolojik, paleontolojik ve jeomorfolojik bulguları Chepalyga (2007) tartışmıştır. Bu taşkın olayları (17 ila 10 bin yıl günümüzden önce) kıyısal düzlükler (denizel yükselimler), ırmak vadilerine (aşırı arası taşkınlar), ırmak boşalım alanları (buzul gölleri; termokarst) ve yamaçlarda üzerine izlerini bırakmıştır. Bu Khavalyan Yükselimi olarak bilinmektedir. Chepalyga (2007) her biri 2000 yıl süren ırmak vadilerinde tanımlanan üç büyük aşırı taşkın dalgalarını içeren ve gruplandırılan 10 salınım (her birisi 500-600 yıl süreli) taşkın tarihi olarak tanımlamıştır (Şekil 4).

 

Bu çekilme kıta üzerindeki temel su dengesi sonucu oluşmuştur. Arktik Okyanusa tatlı su akımını azaltmış, Aral, Hazar, Karadeniz ve Baltık Denizi’ne tatlı su akımını aşırı bir şekilde arttırmıştır. Bunun sonucu olarak, yön değiştiren ırmakların tortul toplanma alanı olan Aral ve Hazar Denizleri (bu arada Türkçe ’de “Aral Denizi”; “Adalar Denizi” demektir) üzerinden Doğu Sibirya’da başlayıp Akdeniz’de sona eren dünyanın en uzun ırmağı oluşmuştur (Şekil 5). Nuh Tufanı bu ırmak üzerinde olmuştur.

Bazı kitaplarda var olduğu yazılan, bazı kitaplarda uydurma olduğu öne sürülen Orta Asya’daki hayat kaynağı tatlı sulu içdenizlerin varlığı ve sonradan kuruyarak çoraklaştığı, çölleştiği jeolojik bir gerçektir. Henüz yeterince bilinmeyen husus, bu ortamlarda insanoğlunun nasıl bir hayat sürdürmüş olduğudur.

Tatlı suya ve verimli toprağa sahip en elverişli yerler büyük nehirlerin deltaları olmalıydı. Turan Ovasında kum fırtınasından kaçan bu insanlara (birinci büyük göç) kucak açabilecek 4 önemli nehir ağzı, delta bulunmaktaydı. Bunlar Ceyhun ağzındaki Harezm, Seyhun ırmağı ağzındaki Kızılorda, Hazar Denizi sahilinde eski Ceyhun ırmağı ağzındaki Uzboy ile Utrek bölgeleriydi. İkinci yerleşim yerleri olarak bu bölgelere yerleşen insanların daha kalabalık topluluklar oluşturarak küçük köyler kurmuş olmaları; ilk tarım ve hayvancılık faaliyetlerinin de bu dönemde başlamış olmasını gerektirir. Kedi, köpek, sığır bu dönemde ehlileştirilmiştir. Arpa, buğday, çavdar yetiştirmek için mevsimlere göre rejim değişikliği gösteren nehirleri, sulama kanalları ve göletlerle ıslah etmeyi ve kontrol altına almayı bu dönemde öğrenmişlerdir.

Ancak buzul dönemlerinden uzaklaştıkça havalar daha çok ısınmaya, akarsular azalmaya, kum fırtınaları çölleşmeyi yaygınlaştırmaya, insanların deltalardaki ikinci yerleşim merkezlerini de tehdit etmeye başlamıştır. Kuraklıktan, çölleşmeden ve aşırı sıcaklıktan bunalmaya başlayan bu insanlar için M. Ö. 4000 ve 5000’li yıllarda artık üçüncü yerleşim merkezlerine doğru ikinci büyük göçlerini yapmaları kaçınılmaz olmuştur. Turan Ovası insanları üçüncü yerleşim yerleri olarak güneydeki ve doğudaki yüksek dağların eteklerinde, havası serin ve yağışlı, suları bol ve berrak, toprakları verimli ve çölleşme tehlikesinden uzak, kenarlarında otlakları bol, yaz-kış suları kesilmeyen nehir yataklarının kenarlarında kurmuşlardır. İşte bu devirde bu yöre insanı Mezopotamya ve İndüs vadisine doğru hareket etmişlerdir.

 

TURAN BÖLGESİ UYGARLIĞININ DOĞUŞU

Bir bölgede uygarlığının gelişmesi için şu olguların beraberce bulunmasına bağlıdır:

  • Uygun iklim (35º-40° K enlemleri arası);
  • Zengin su kaynakları;
  • Maden yataklarınca zengin olması;
  • Obsidyen (çakmaktaşı) volkanik kayacının bolluğu.

İşte ilk uygarlığın çıkış yerlerinden olan Turan ve Harran Bölgeleri’nden MÖ 10 ila 5 bin yılları arasından batıya doğru Anadolu’ya ve doğuya da Elburz dağları eteklerinden ilerlemiştir. Fakat aynı zamanda Ceyhun Irmağı boyunca Aral Denizi’ne uzanan Turan bölgesinde de uygarlık gelişmiştir. Daha sonra Afganistan ve KB Pakistan üzerinden Hindistan’a doğru ilerlemiştir. Neolitik yaşam Harran’dan hem Avrasya hem de Afrika’ya yayılmıştır. Unutulmamalıdır ki, Avrasya’nın çoğu Turan ve Harran’dan yayılırken tarımı benimsemiş olsa da, bazı bölgeler tarımı bağımsız olarak geliştirmiş olabilir (Sarinidini, 1995). Bununla birlikte, tarımın Sahra Altı Afrika’ya yayılması, geniş Sahra Çölü tarafından sekteye uğratılmıştır; bu bölgede, tarıma dayalı yaşam sadece MÖ son iki bin yılda ortaya çıktı. Amerika’da ise, Neolitik yaşam ilk olarak Orta Amerika ve Peru’da ancak MÖ 2000 yılında ortaya çıkmıştır. Böylece, Yeni Dünya genelinde Neolitik yaşamın yükselişi (Sahra Altı Afrika’da olduğu gibi) MÖ son iki bin yıl içine sıkıştırılmıştır.

Dünyanın bazı bölgeleri tamamen tarımdan geçmiştir. Bu bölgelerde iki alternatif geçim yönteminden biri izlenmiştir. İlk alternatif, toplayıcı-avcı yaşamına süresiz olarak devam etmekti. Bu yolu Avustralya, Sibirya’nın çoğu, Amerika’nın çoğu (uzak kuzey ve güney) ve Sahra Altı Afrika’nın bazı bölgeleri izledi. Toplayıcı-avcı toplumlar modern çağda çoğunlukla yok olmuş olsalar da, birkaç küçük nüfus hayatta kalmıştır; belki de en ünlüsü Sahra Altı Afrika’nın San halkı ve Amazon yağmur ormanlarının kabileleridir.

İkinci alternatif göçebe sürü hayatıydı. Göçebe sürüleme kurak bölgeler için çok uygundur Yağışların ot için yeterli olduğu ancak verimli tarım için çok az olduğu; tipik sürü hayvanları koyun, keçi, sığır, at, deve (İslam dünyasında) ve ren geyiğidir (Sibirya’da). Göçebe sürüleme özellikle Bozkır’da (Ukrayna’dan Moğolistan’a uzanan doğu-batı otlak şeridi) başarılı oldu. Toplayıcı-avcı yaşamı gibi, göçebe sürücülük de çoğunlukla (ancak tamamen değil) modern çağ tarafından yerinden edilmiştir.

Biz iklimi ve paleocoğrafyayı buzul çağı süresince (120 ila 12 bin yıl öncesi) beraberce düşünmeliyiz. Buzul çağlarında bütün suların kutuplarda tutulmasından dolayı deniz seviyeleri yaklaşık 120/130 m aşağılarda bulunmaktaydı ve bu dönemler hemen hemen hiç yağmurun olmadığı kuru zamanlardır. Onun için, dünyanın büyük bölümü, 35/40° enlemlerinden ekvatora kadar yarı tropik kurak-yarı kurak bölgelerdi. Yaşam alanları işte bu 35/40° enlemlerindeki bölgelerde devam etmiştir (Chepalyga, 2007). Güney Hazar ve çevresi, insanoğlu için belki de en uygun kuşaklardı (Neandertal halkı yaklaşık 30 bin yıl öncesi buzul çağının çok sert iklim koşulları nedeniyle yok olmuşlardı). Buzul çağında Konya Gölü (Orta Türkiye) ve Kavir Gölü (Kuzey İran) yaşam alanı için uygun yerlerdi, çünkü güneydeki çöl bölgelerine göre tatlı su bakımından zengindi.

Orta Asya’da Son Buzul Maksimumu sırasında hayatta kalabilen insan topluluklar (tüm Dünya’da yalnızca 5 milyon kadar) Kazar-Turan bölgesine sığınmışlardı. Bu insanlara:

 

ORTA ASYA’DA YAŞIYAN İNSANLAR «HOMO SAPIENS ALTAENSIS»
(ALTAY AKILLI İNSANI)

denmektedir.

Yaşam için su çok önemlidir. Onun için, tatlı suyun elde edilmesi uygarlığın yaratılması ve sürdürülebilirliğinin olmazsa olmazlarındandır. Buzul çağında suyun çoğunluğu kutuplarda ve yüksek dağlarda tutulmuştur. Buzul çağında su seviyesi 120/130 m günümüz seviyesinin daha altında idi. Buzul çağında yeryüzündeki yaşam sınırlanmış bir alan içinde var olmuştur. Buzul Çağı sonrası uygun yerler olan Harran, Aran ve Turan uygarlıkları oluşmuştur. İklim değişip ısı yükselince buzullar erimeye başlamıştır. Dünya ikliminde 5-6 bin yıl önce aşırı ısınma olmuş ve buzullar hızlı olarak çözünmüştür. Buna koşut olarak deniz su seviyeleri hızlı olarak yükselmiş ve Mısır, Mezopotamya ve İndüs Deltaları oluşmaya başlamıştır. Kuzeydeki buzullardan gelen su miktarı azaldıkça (özellikle Turan ovasında) çoraklaşma ve çölleşme başlamıştır.

 

Turan bölgesinde iklim değiştikçe Hindukuş Dağlarını aşarak İndüs vadisine inmişlerdir. Önce Belücistan’ın kuzeyinde Mehrgarh (MÖ 7 binler)’ta uygarlık oluşturmuşlardır. Daha sonra da İndüs üzerinde Harappa (MÖ 5300)’ta uygarlık gelişmiştir. İndüs’ün güneyinde ise delta uygarlığı olarak Mohenjo-daro (MÖ 2500)’da uygarlık gelişmiştir. Batıda ise, Uygarlık Hazar Denizi çevresinden başlayarak ARAN ülkesi ve URMU’ya (Güneybatı İran; güney Azerbaycan) ulaşmıştır. ARYAN uygarlığının kökeni de büyük bir olasılıkla budur (Childe, 1926). Buradan da Toros ve Zağros Dağlarındaki geçitlerden ilerleyerek, dünyanın ilk uygarlığının (yaklaşık 12 bin yıl önce) oluştuğu Harran Ovasına ulaşılmıştır. Buzul çağı sonunda Harran bölgesi en uygun iklim koşulları ve coğrafyaya sahipti. Dünya uygarlığında asıl sıçrama, bundan 5-6 bin yıl önceki sıcak iklim koşullarında buzulların hızla erimesi ve deniz seviyesinin hızla yükselmesi sonucunda deltaların oluştuktan sonradır. Sümer uygarlığı da Turan, Aran ve Harran’dan güneye ve batıya doğru Mezopotamya’ya ilerlemiştir. Ayrıca Harran uygarlığı Torosları aşarak önce Konya Ovası’na (MÖ 8000) ve batıya doğru ilerleyerek Ege Denizi kıyısında Troya uygarlığını (MÖ 4000) meydana getirmişlerdir. Uygarlık buradan batıya Trakya’ya geçmiş ve Avrupa uygarlığının temelleri atılmıştır (Şekil 6).

Buradan da şu anlaşılmaktadır, daha önce 35º-40°K enlemlerindeki uygarlıklar, deltalar oluştuktan sonra, daha güneye 30º-25°K enlemlerine kaymıştır. Burada MISIR uygarlığı bir istisna teşkil etmektedir. Çünkü Nil Irmağı güneyden kuzeye doğrudur. Nil ekvatordaki tropik yağışlardan beslenmektedir. MISIR Uygarlığı daha gençtir (MÖ 3500) ve Hazar bölgesinden etkilendiği söylenmektedir (Petri 1920’ler). SARI IRMAK Uygarlığı doğuda kendiliğinden oluşmuştur. Uygarlık SARI IRMAK bölgesinde daha geç başlamıştır.

ANAU bölgesi (Türkmenistan) Aşgabat şehrinin hemen doğusundadır yer almaktadır. Amerikan arkeolog Raphael Pumpelly (1837-1923) Türkmenistan’da Aşgabat yakınlarındaki ANAU (ANEV) ve Mari (Merv)’de kazılar yapmıştır (Pumpelly, 1908). Anau uygarlığının başlıca bulunduğu yerler, dağ çaylarının düzlüğe çıktığı yamaçlardır. Pumpelly buradaki arkeolojik malzeme ile insanoğlunun ilk tarımsal faaliyetleri ile ilgili olarak “VAHA, TATLI GÖL (OASIS)” adlı kuramını ortaya atmıştır. Fakat bu çalışmalar Birinci Dünya Savaşının başlaması ve arkasında Rusya’da Sovyet rejimin gelmesi bu bölgenin dünya ile ilişkisini koparmıştır.

Kentleşme sürecinin Bakterya’daki Ceyhun ve Marganya’daki Murghab Irmağı deltasının bulunduğu kuzey Afganistan, doğu Türkmenistan, güney Özbekistan ve batı Tacikistan’ı kapsamaktadır (Sarianidi, 1995). Bu bölge Pamir ve Hindukuş dağları arasındadır. Bakterya-Marganya Arkeolojik Kompleks (The Bactria–Margiana Archaeological Complex; BMAC), aynı zamanda Ceyhun uygarlığı olarakta bilinir, yaklaşık olarak MÖ 2400-1900 olarak tarihlenen Orta Asya Tunç Çağı için modern arkeolojik tanımlamadır. Hem Sümer ve hem de İndüs uygarlıklarını kaynağı olan Turan bölgesi (Batılılara göre Bakterya veya Oxus) hem Hazar Denizi su seviyesinin son 15 bin yıldır daha önce kuzeyden gelen su miktarının hızlı bir şekilde azalmasıyla birlikte bölge çölleşmeye (Karakum ve Kızılkum Çölleri) başlamıştır.  Buzul çağının bitiminden sonra ilk uygarlığı yaratan insanlar daha suyu bol yerlere göç etmişlerdir. Bu da uygarlığın daha geniş bir coğrafyaya yayılması demektir.

Hazar-Turan havzası dediğimiz bölgenin büyük bölümü Sovyet Rusya’nın idaresi altındaydı. Geri kalan bölümü’de İran ve Afganistan toprakları içindeydi. Sovyet Rusya’nın 1990’larda dağılmasında sonra şu devletler bağımsızlığını kazanmışlardır: Türkmenistan, Azerbaycan, Kazakistan, Kırgızistan ve Tacikistan. Bu gelişmelerden sonra ancak dünya bilim dünyasına açılmıştır. İlk defa bu bölgenin kapsamlı bir incelemesi yapılmıştır ve aşağıdaki kitapta toplanmıştır:

Lyonnet, B. and Dubova, N.A.(eds.), 2021, The World of the Oxus Civilization. Taylor&Francis, London and New York.

Bu yayın karanlıkta kalmış bu bölge tarihi geçmişini daha da aydınlatacaktır.

Aslında bu bölgenin önemli olduğu ta 19’ncu yüzyılı ortalarından beri biliniyordu. Bu bağlamda Ari ırk kuramının kurucularından Fransız aristokratı Kont Arthur de Gobineau’ya (1816–1882) göre Arilerin anavatanı Soğdanya (Özbekistan) ve Orta Asya tüm uygarlığın beşiği. Zamanla bu görüş benimsenerek Aryanların anayurdunun Orta Asya ve Bakterya (Hazar-Turan) civarında olduğu kabulü yaygınlık kazanmıştır. Lorenzo Burge’da “Pre-Glacial Man and The Aryan Race (1887) adlı eserinde Aryanların atalarının MÖ 15.000 dolayında Orta Asya’da ortaya çıktığını ve burada büyük bir uygarlık yarattıklarını iddia etmiştir. Buzul Çağının sona ermeye başlamasıyla da Aryanlar Orta Asya’dan yeryüzüne yayılarak yeryüzüne uygarlık yaymışlardır. Alman hukukçu Rudolp von Jhering de “The Evolution of the Aryan” adlı eserinde Aryan anavatanını Orta Asya/Baktrerya (Hazar-Turan) olarak kabul etmiştir. Aryan kuramcılarına göre Ariler bütün diğer halklardan üstün, sakin ve sağlam karakterli, sürekli çabalayan, düşünsel açıdan parlak, uzun boylu, açık tenli sarışın bir ırktılar. Orta Asya’dan dünyaya yayılan Arilerin diğer halkları kolayca yönetimleri altına almaları bu şekilde açıklanmıştır. Ari sözcüğü Türkçe ve Sümerce Ara (İyi, saf) sözcüğünden türemedir.

Batıda ise, Uygarlık Hazar Denizi çevresinden başlayarak ARAN ülkesi ve URMU’ya (Güneybatı İran; güney Azerbaycan) ulaşmıştır. ARYAN uygarlığının kökeni de büyük bir olasılıkla budur (Childe, 1926). Buradan da Toros ve Zağros Dağlarındaki geçitlerden ilerleyerek, dünyanın ilk uygarlığının (yaklaşık 12 bin yıl önce) oluştuğu Harran Ovasına ulaşılmıştır. Buzul çağı sonunda Harran bölgesi en uygun iklim koşulları ve coğrafyaya sahipti. Dünya uygarlığında asıl sıçrama, bundan 5-6 bin yıl önceki sıcak iklim koşullarında buzulların hızla erimesi ve deniz seviyesinin hızla yükselmesi sonucunda deltaların oluşmuşmasından sonradır. Sümer uygarlığı da Turan, Aran ve Harran’dan güneye ve batıya doğru Mezopotamya’ya ilerlemiştir. Ayrıca Harran uygarlığı Torosları aşarak önce Konya Ovası’na (MÖ 8000) ve batıya doğru ilerleyerek Ege Denizi kıyısında Troya uygarlığını (MÖ 4000) meydana getirmişlerdir. Uygarlık buradan batıya Trakya’ya geçmiş ve Avrupa uygarlığının temelleri atılmıştır (Şekil 7). Bu bağlamda Gordon Childe “Ex Orient Lux (Işık Doğudan Gelir”) demiştir.

İngiliz çevre uzmanı Nick Brooks, uygarlığın 6 bin yıl önce felaket boyutlarında bir iklim değişikliği sonucu kazara doğduğunu ileri sürdü. Bu bölge insanı birinci yerleşim yerleri olan göl kenarında ve ikinci yerleşim yerleri olan deltalarda edinmiş oldukları deneyimlerden de yararlanarak buralardaki üçüncü yerleşim yerlerini bir büyük köy veya küçük kasaba şeklinde daha toplu ve daha büyük ölçekte yapmışlardır. Tarımsal faaliyetlerinde sığırın ve eşeğin gücünden büyük ölçüde yararlanmaktadırlar.

Buradan da şu anlaşılmaktadır, daha önce 35º-40°K enlemlerindeki uygarlıklar, deltalar oluştuktan sonra, daha güneye 30º-45°K enlemlerine kaymıştır. Burada MISIR uygarlığı bir istisna teşkil etmektedir. Çünkü Nil Irmağı güneyden kuzeye doğrudur. Nil ekvatordaki tropik yağışlardan beslenmektedir. MISIR Uygarlığı daha gençtir (MÖ 3500) ve Hazar bölgesinden etkilendiği söylenmektedir (Petri 1924). Ayrıca Sümer Uygarlığını takip eden Akkad, Asur ve Babil devletleri daha önce yaratılan uygarlık üzerine fazla bir şey eklememişlerdir.

Önce çivi yazılı metinlerde okunan TUFAN söylentisi daha sonra da din kitaplarına geçmiştir. TUFAN olayının nerede olduğu veya olabileceği hakkında birçok varsayım yapılmıştır. Fakat bulgular, din kitaplarında yazılanların eski Sümer Gılgamış Destanı’nda verildiğine benzer şekilde olduğu saptanmıştır. Kuran’da Tufan olayına fazla yer verilmez. Nuh’un gemisinin ulaştığı Ağrı Dağı değil Cudi Dağı’dır (Cudi aslında Arapça ’da Yüksek Yer demektir) ve yalnızca Nuh’un ailesini kapsamıştır. Bu arada Hazar Denizi’ne komşu tüm Türk halklarının hepsinde taşkın ile ilgili halk destanları mevcuttur (Çığ, 2008). Zaten bu şekilde ani bir yükselim ancak ve ancak Hazar-Aral gibi bir kapalı havzada olabilir.

Son Buzul Maksimumu (SBM)’na göre Taşkının o devir insanlarını daha fazla etkilediğini göstermektedir. Bu olay kültürleri yok etmemiş, öte yandan dönemsel ve tekrarlayan çevresel değişimler belki de denizciliğin başlaması gibi üretken ekonomilere neden olmuş ve aynı zamanda da atın ve çift-hörgüçlü Bakteryan Türk devesinin evcilleştirilmesine yol açmıştır. Bu olanaklar insanları yer değiştirmelerinde önemli olmuştur. Deniz seviyesindeki bu gibi ani değişimler o devrin insan toplulukları üzerinde aşırı baskılar yapmış olmalıdır ve su baskınları kültürel bellekte Büyük Taşkın (Tufan) olarak kalmıştır. Avrasya taşkın olayları belki de eski Ön-Aryanların hafızalarında tutulmuş ve eski yazıtlarında yer almıştır. Aynı zamanda eski Mezopotamya yerleşimcileri de bunlara yer vermiş ve kutsal kitaplara geçen Tufan hikâyesi doğmuştur.

Neyman (2007) tüm olasılıkları tartıştıktan sonra yalnız Hazar Denizi kutsal kitaplarda bahsedilen tanımlamaların tüm koşullara en uygun yer olduğunu kanıtlamıştır. Doğudan kalkan Nuh’un Gemisi batıya doğru gelerek dağlara yaslanmıştır demiştir. Cennet Bahçesi ise Hazar Denizinin derinliklerinde bulunduğu düşünülmektedir. 15 bin yıl önce oluşan “Hazar Taşkınları” sırasında Hazar Denizi su seviyesi -150 metrelerde idi. Buzul Çağında bu çukur alanlar (35°-40°enlemleri arası) Dünya’da en uygun yaşam alanlarıydı.

Doğadaki “Evrim Yasası” gereğince, yalnızca “Değişen Koşullara ve Çevreye Uyum Sağlama” yeteneğine sahip olanlar ayakta kalabilmişlerdir. Nick Brooks; Uygarlık, insanlığa karmaşık ve “KENTLİ” toplumlar içinde bir yaşam için tercih yapabilmesine olanak sağlayan elverişli bir çevrenin ürünü olarak ortaya çıkmadı. Tersine, bugün “UYGARLIK” diye değerlendirdiğimiz şey, büyük ölçüde, felaket boyutlarında bir iklim değişikliğine kazara ve planlı olmayan bir biçimde uyum sağlanmasının sonucudur. Toynbee; “Uygarlıkların gelişmesinde rol oynayan temel etmenin, bir toplumun karşılaştığı sorunlara verdiği YANIT, daha doğrusu, ortaya çıkan sorunla ona verilen karşılık arasındaki diyalektik ilişki olduğunu” ileri sürer. İnsanoğlunun ilk uygarlığının yaşadığı felaket boyutlardaki ani taşkınlar (TUFAN) sonucunda TURAN uygarlığı doğmuştur.

TURAN UYGARLIĞINI ETKİYEN ETMENLER

  • AT VE ÇİFT-HÖRGÜÇLÜ BAKTERYAN (TÜRK) DEVESİ

Atın evcilleştirilmesi son yıllarda Kazakistan (Botay) ortaya çıkan bulgulardan MÖ 3500’lü yıllara uzatılmıştır. “Botay” uygarlığı insanlarının büyük yerleşim birimlerinde yaşadıkları ortaya çıkmıştır. Botay halkı atı hem binek hayvanı olarak kullanmış, hem de eti ve sütü için beslemişlerdir. Bu süreç henüz iletişim, ulaşım ve savaş dönemlerinin başlamasından çok öncedir. Ancak atın evcilleştirilmesi ulaşım, haberleşme ve savaş yöntemlerini tamamen değiştirmiştir (Outram, 2009). Böylelikle bilinen en eski evcil atların Botay Uygarlığında bulunduğu gözlenmektedir.

İnsanların haberleşme işini (eğer kuşları ve Kızılderililerin dumanla işaretleşmesini saymazsak) esas olarak at üstlenmiştir. Bu nedenledir ki Divanü-Lügati-it Türk “At Türk’ün kanadıdır” der. Ama kuşkusuz bir süre sonra o, onu kullanabilen herkesin de kanadı olmuştur. At, yerleşik insanın uygarlık tarihinde; örneğin mitolojisinde, destanlarında, inancında çok önemli roller üstlenmişti, fakat göçebe halinde yaşayan insanoğlunun vazgeçilmez yoldaşı olmuştur. Hem siyasi hem ekonomik hem de askeri açıdan Dünya at sayesinde küçülmüştür. Atın evcilleştirilmesi, tıpkı insanın aracı kullanabilmesi gibi insanlık tarihinin en önemli “buluşlarında” (başarılarından) biriydi. At, hızıyla insanlığı birbirine yakınlaştırmakla kalmamış, adeta küreselleşmenin motoru da olmuştur.

Günümüzde Afganistan ve Türkistan bozkırlarında ve Gobi çölünde yaşayan ve az sayıda kalan çift hörgüçlü vahşi develer M.Ö.2500‘lü yıllardan beri evcilleştirilmeye başlanmıştır. Bir Bakteryan soylu deve hiç dinlenmeden 50 km yol gidebilir, 250 kg yük taşıyabilir, susuzluğa, soğuya ve sıcaklığa dayanıklıdır. Develer çöl sıcağında bile kolay kolay terlemezler, deve gübresi çok kuru olduğu için hemen yakıt olarak kullanılabilir. Bu develerin bu bölgede MÖ 3 binlerden beri varlığı bilinmektedir.

Bu süreçte iki-hörgüçlü Bakteryan (Türk) devesini ehlîleştiren bu bölge insanı taşıma işlerini kolaylaştırmışlardır. Ayrıca da, Dünyada atı ilk defa ehlileştiren insanlar olarak büyük bir taşıma ve ulaştırma imkânına kavuşmuşlardır. Bu dönemde, insanların toplumsal faaliyetleri oldukça gelişmiş, komşu şehir ve ülkelerle ticari ilişkiler kurulmaya başlanmış olması gerekir. At sırtındaki bu insanlar için dünyaları küçük gelmeye başlamış, onlar sayesinde dağlar fethedilmeye, dağlar ötesi ülkelere ulaşılmaya başlamıştır. Havalar ısındıkça havası serin, suyu bol ve berrak olan, bol otlu ve verimli yaylalara doğru at sırtında göç ederek, oralarda yeni yerleşim merkezleri kurmuş olabilirler. Örneğin. Hindikuş dağlarının kuzeyindeki tarih öncesine ait kalıntıların sahipleri bu insanların hemşerileri veya akrabaları olmalıdır. Bu son yerleşim yerlerinde insanlar daha güvenli, daha huzurlu ve daha mutlu olmuşlardır. Bu nedenle bu kasabalardan başlayarak büyüye büyüye günümüze kadar gelinmiştir. Günümüzdeki başşehirler ile diğer büyük şehirler bu üçüncü yerleşim yerlerinin yakınında veya üstünde kurulmuşlardır. Bunlardan bazıları olarak, Aşkabat, Merv (Marı), Buhara, Semerkant, Duşanbe, Taşkent, Andican, Namangan, Çimkent, Türkistan, Cambul (Taraz), Bişkek ve Almatı sayılabilir.

  • LACİVERT TAŞ (LAPİS LAZULİ) VE FİRUZE (TURKUVAZ)

Lapis lazuli veya lacivert taşı, çok eski çağlardan beri mücevher olarak kullanılan bir taş türü. Koyu mavi renkte, yarı şeffaf-opak niteliğinde, özellikle Antik Mısır’da firavunlar tarafından çok önem verilmiş kıymetli bir taştır (Şekil 8). Lapis lazuli bir mineral değil, kayadır. Çünkü birkaç mineralden oluşmuştur. Gerçek bir mineral olabilmesi için sadece bir mineral türünü içermesi gerekirdi. Adının ilk kısmı olan lapis, Latince kökenli bir kelimedir ve “taş” anlamına gelir. İkinci kısım olan lazuli ise, Latince lazulum kelimesinin genitif hali’dir (-in hali). Lazulum kelimesi de zaten Arapça el-lacivert kelimesinden türemiştir ki bu Arapça kelimenin kökeni de lacivert sözcüğüne dayanır. Aslında bir yerin ismi olan bu kelime zamanla taş ile ilgisi yüzünden mavi manasında kullanılmaya başlandı. İngilizce “gök mavisi” anlamına gelen azure kelimesi de buradan türemiştir. Bir bütün olarak incelenirse lapis lazuli mavinin taşı ya da gökyüzü taşı anlamına gelir.

Antik Mısır‘da lapis lazuli gübre böceği şeklindeki süs eşyaları, nazarlıklar ve benzeri takı eşyalarının vazgeçilmez malzemelerinden birisi olmuştur. Asur ve Babiller tarafından mühür olarak kullanılan Lapis Lazuli, Mısır‘da yapılan arkeolojik kazılar esnasında MÖ 3.300-3.100 zamanında bir yerleşim birimi olan Nakada bölgesinde kraliyet dönemi öncesinden kalma lapis mücevherler bulunmuştur. Aynı zamanda toz haline getirilmiş lapisin Antik Mısırlı kadınlar tarafından göz farı olarak da kullanıldığı bilinmektedir. Fırat Irmağının yakınında bulunan Ur‘un Antik Sümer kraliyet mezarlarında lapis lazuliden yapılmış sayıları 6.000’den fazla kuş, geyik, kemirgen heykelciklerinin yanı sıra çok sayıda boncuk, tabak ve silindir mühür bulunmuştur. Bu eşyaların çoğunda kullanılan lapis lazuli Afganistan, Bedahşan‘daki madenlerden çıkarılmıştır. Pek çok Sümer ve Akad yazısında lapis lazuli, krallara layık zenginlik ve ihtişamda bir taş olarak belirtilmiştir.

MÖ 7 binli yıllardan itibaren İndüs Vadisi’nin küçük uygarlıklarında tespih taşı olarak kullanıldığı bilinmektedir. Ancak bu miktar batıdaki uygarlıklardan oldukça azdır. Mısır ve Mezopotamya’daki lapis eserlerinin bolluğu göz önüne alındığında, Afganistan madenlerinden çıkan bu taşların güneye ve batıya gönderildiği anlaşılıyor. Lapis lazuli rotası tam olarak bilinmiyor fakat bunun Elburz dağları güneyinden Zağros dağlarını aşıp Mezopotamya’ya ulaştığıdır. Taşıma işini yapanlar ise bölgeye has Çift Hörgüçlü Bakteryan (Türk) develeridir.

Turkuaz Taşı İngilizce yazılışı ile Turquoise ve diğer bilinen adıyla Firuze Taşı, eski dönemlerde Türkler tarafından savaş malzemelerinde kullanıldığı için Türk Taşı olarak da bilinir. Turkuaz taşının geçmişi aslında binlerce yıl öncesine,  Antik Mısır dönemine kadar uzanır. Her daim şans ve uğur getirdiğine, nazardan koruduğuna inanılan bir taş olmuştur. Turkuaz taşı tarih boyunca mücevher yapımında, mekânlarda süs eşyaları olarak, şans getirmesi amacıyla savaş malzemeleri işlemelerinde ve daha birçok alanda kendine yer bulmuştur. Bu taş, adını İran’ın doğusunda Meşhet civarında bulunan Firuze bölgesinde çıkarılmasından dolayı Ortadoğu’da bu adla anılmıştır ve Farsça ’da bir renk adıdır.

Turkuaz, Fosfat Mineralleri grubundandır. Bünyesinde Fosfat, Bakır ve Alüminyum bulunur (Şekil 9). Turkuaz taşı (Firuze) saydam olmayan opak ve mumsu bir yapıdadır. Gök mavisinden turkuaz mavisine, yeşil mavi ve mavi gri renklerde mavinin en güzel renklerinde bulunabilir. En kaliteli firuze taşı, içinde damar veya çizgi olmayan gök mavisi renklilerdir ancak içerisinde altın renkli birkaç nokta ya da damarlar bulunduran firuzeler de oldukça güzellerdir ve çok fazla tercih edilirler. Sertlik derecesi 5-6 arası olduğu için rahatlıkla takı ve mücevher yapımında kullanılabilen bir taştır.

 

Tanrıça Ianna (Ay Ana) Aratta’da yaşamaktadır fakat Uruk prensi Enmerkar (MÖ 3400’ler) onu Aratta beyinden daha fazla mutlu etmektedir. Burada Uruk’un yapacağı Ianna tapınağı için istediği lacivert taş (lapis-lazuli) karşılığı olarak buğdayın verildiği anlaşılmaktadır. Demek ki ilk tarımın yapıldığı Harran ile bu bölge arasında buğday karşılığı olarak değerli taşlar ve madenlerin alındığı anlaşılmaktadır. Bu da bizi “İpek Yolu” olarak bildiğimiz ticaret yolunun (Şekil 10) Sümerler zamanından beri var olduğunu göstermektedir.

Bu bağlamda Sümer ve Mısır uygarlıklarının kurulduğu bölgelerde bulunmadığı bilinen Lapis Lazuli (Lacivert Taş; Nazarlık) eski uygarlıklarca kutsal kabul edilmiştir. Lacivert renginin adı ise kayacın çıktığı yerin adıdır. Mavi rengin gökyüzünün rengi olması nedeniyle gök tanrısını temsil ettiğine inanılmasıdır. Mavi, sonsuzluğun, maneviyatın, barışın, huzurun, adaletin, ilhamın rengidir. Demek ki Neolitik erken zamanlarından beri Orta Asya ile Mezopotamya ve Mısır arasında bir ticaret bağlantısı vardı. Bu durum Sir William Mathew Flinders Petrie 1920’lerde antik Mısır ile güney Rusya özellikle de Kafkaslarla belirgin bir bağlantının var olduğunu gözlemlemiştir (Petrie, 1920). En erken Mısır kültür bağları ve aynı zamanda mitolojik tanımlamalar Kafkas (Hazar) bağlarını işaret ettiğini söylemiştir. 1920’den sonra Rusya’daki komünist rejim bu tür kıyaslama yapabileceğimiz çalışmaları engellemiştir.

 

 

 

Ayrıca koruyucu özellikleri olduğu inanılan bu iki kayaç yalnız Sümer ve Mısır uygarlıklarınca kullanılmamıştır. Bu bölgenin “HANİF” inancı (putlara değil tek tanrıya inanç) çok derindir. Tanrı olarak “GÖK TENGRİ”ye inanıyorlardı. Koruyucu renk olarak algıladıkları mavi rengi yansıtan taşlarla önemli yapılarını donatmışlardır. Tüm bu coğrafya Turan, Aran ve Anadolu’da da önemli tapınaklarda hem lacivert hem de firuze kullanılmıştır.

Eski Türk inancında Tanrı; GÖK TENGRİ’dir. Gök mavi rengi Tanrı ile özdeşleşmiştir. Tapınakların hem lacivert taş hem de firuze ile süslenmesinin nedeni budur. Bizim uygarlığımızda yaygın olarak kullanılan NAZARLIK bu iki taşın beraberce kullanılmasından oluşmaktadır (Şekil 11). Bu iki taş “Kötü Göz” olarak ifade edilen siyah noktayı sarmalamaktadır ve etkisi önlemektedir.

Sümer mitolojisinde yer alan Aratta bölgesi Uruk kralları Enmerkar ve Lugalbanda (MÖ 3400’ler) tarafından bahsedilmektedir. Aratta sözcüğünü irdelersek “ARA” sözcüğü “SAF” demektir. Sonundaki “TA” ise “DAĞ” olabilir. Bazı Türk diyaleklerinde ARATTA sözcüğü MÜCEVHER sözcüğü olarak da kullanılmaktadır. Bu bölgenin altın, lapis-lazuli ve diğer değerli madenlerce zengin olduğu ve bunu işleyen ustaların var olduğu belirtilmektedir. Bu bölgenin uzakta ve ulaşımının zor olduğu yazılmaktadır. Burası Tanrıça Ianna (Ay Ana; İştar)’nın yaşadığı yerdir. “Aratta” kenti, bugün hala ortaya çıkarılamamış efsanevi bir yerdir. Ancak bu kent, Sümer tabletlerine göre “Suşin ve Anşan” ülkelerinin yani İran’ın doğusundadır. Tabletler kentin altın, gümüş ve lapis lazuli ile dolu, inanılmaz derecede zengin bir yer olduğunu belirtir. “Lapis lazuli”, lacivert renkli özel bir taş olup Türkmenistan’ın doğu sınırındaki antik “Bakterya” bölgesinden çıkarılmaktadır

(c) MADENCİLİK

Levha tektoniği göz önüne alındığında 30/35-40/45°K enlemleri arasında yer almaktadır. İşte bu kuşağın tüm bu coğrafik özellikleri yanı sıra geçirdiği evrimin sonucu yitim kuşağı olması da cevherleşmenin oluşmasında önemli yer tutmuştur. Bu da kaybolan Tetis Okyanusunun üzerinde yaratılan sıkışma sonucu ısı ve basınçla cevherleşmeler oluşmuştur. Bu bölge hidrokarbonların Dünyanın %60 ila 70 içermektedir. Hidrokarbonların oluşmasında da ısı ve basınç önemli yer tutmaktadır. Bu hidrokarbon kuşakları Tetis Okyanusun güney ve kuzey kenarlarında oluşmuştur. Tetis’in güney kenarında Libya-Mısır Doğu Akdeniz, Suriye-Irak-Körfez hidrokarbon bölgesi yer almaktadır. Tetis’in kuzey kenarında ise Romanya-Karadeniz-Kuzey Kafkaslar ve Azerbaycan-Türkmenistan hidrokarbon bölgesi bulunmaktadır. Böyle bir coğrafya Dünyanın hiçbir yerinde bulunmamaktadır (Uygun İklim Kuşağı; Maden Bölgesi; Hidrokarbon Bölgesi).

Tetis Okyanusu temeli olan yapının üzerinde oluşan Alp-Himalaya kuşağı maden cevherleri açısından çok zengindir (Şekil 12). Harran’ın kuzeyi Bitlis Büklüm Kuşağı ve batıya Toroslara ve doğuya Zağros Dağlarına ve Pamirlere uzanan bölgeler çok önemli metalojenik bölgelerdir (Bakır, Kurşun, Çinko, Kalay ve Demir). Tunç çağının temel ön koşulu eritmenin geliştirilmesiydi (cevherden metal çıkarma işlemi). Yeterli miktarda metal eritildikten sonra, çekiçlenebilir veya istenilen bir şekle dökülebilir (eritilebilir ve bir kalıba dökülebilir). Eritme teknolojisi ilk olarak Güneybatı Asya’da ortaya çıktı. Eritilen ilk metal bakırdı. Oldukça yumuşak bir metal olan bakır, alet ve silahların yapımı için yeterli değildir. Ancak sonunda, bakırı kalayla karıştırarak çok daha sert bir metal elde edildiği keşfedildi: tunç (Bazen kalay yerine başka elemanlar kullanılırdı.).

İnsan uygarlığındaki metal çağları yaklaşık 8000 yıl önce başladı ve bu süre zarfında insanlık bakır, kalay, tunç ve demir gibi malzemeler için metalürji sanatını kullanmayı ve ilerletmeyi öğrendi. Tarihsel olarak, genellikle kronolojik olarak ayrılmış olsa da, dünya üç büyük metal çağı gördü: bakır/kalkolitik çağı, tunç çağı ve demir çağı. Bu metalleri eritme ve şekillendirme sürecinin keşfi, uygarlıkların ilerlemesi üzerinde, öncelikle sırasıyla üç olgu: kültür, ticaret ve fetih yoluyla önemli sonuçlar doğurdu. Çağları birbirinden ayıran neydi? Sağladıkları önemli yeteneklerden bazıları nelerdi? O çağların karanlık taraflarından bazıları nelerdi? O çağlarda ne tür uygarlıklar gelişti ve nasıl sona erdi? Cevaplar geleceğe ışık tutabilir mi? Ve bu dersler yeni ulus devlet kavramlarımız bağlamında nasıl yorumlanabilir? Bunlardan bazıları üzerinde düşünmek, yeni bir metal çağına girdiğimiz göz önüne alındığında özellikle önemli hale geliyor – Lityum çağı. Bu birbirine bağlı ama birbirine bağımlı dünyada, son derece gergin ulus devletlerin vatandaşları için kaynaklar için rekabet ettiği bu metalin ve güç merkezinin hareketine katkısının gelecek nesiller için dramatik sonuçları olacaktır. Eğer tarih herhangi bir iç görü sağlayacaksa, bugünün ve henüz gelmemiş olanların derslerine dikkatle dikkat edilmelidir.

Toplumsal maddi ilerleme, insanların teknolojik yeniliklerin yardımıyla üretkenliklerini ve verimliliklerini artırma yeteneklerine dayanmaktadır. Tarih boyunca metal, uygarlıkların ilerlemesinde çok önemli bir rol oynamıştır. Tunç Çağı’ndan Sanayi Devrimi’ne kadar toplumlar, rekabet avantajı elde etmek için metalin gücünden yararlandılar. Bu yazıda, uygarlığın refah ve egemenlik elde etmek için metali nasıl kullandıklarını keşfedeceğiz.

Metalin keşfi, toplumların işleyişinde devrim yarattı. Dayanıklılığı ve çok yönlülüğü ile metal, uygarlıkların gelişmiş araçlar, silahlar ve altyapı geliştirmesine izin veren değerli bir kaynak haline geldi. Yükselen anıtların inşasından karmaşık mücevherlerin yaratılmasına kadar metal, güç ve saygınlık sembolü haline geldi.

Uygarlıklar büyüdükçe, metale olan talepleri de arttı. Bu, farklı bölgeler eksik oldukları metalleri elde etmeye çalıştıkları için karmaşık ticaret ağlarının kurulmasına yol açtı. Metal madenciliği, eritme ve dövme yeteneği değerli bir beceri haline geldi ve çok aranan uzman ustaların ortaya çıkmasına neden oldu. Metal sadece bir hayatta kalma aracı değil, aynı zamanda ekonomik büyüme ve kültürel değişim için bir katalizör haline geldi.

Metalin eski uygarlıklardaki rolü göz ardı edilemez. İnsanlar metali keşfettiği andan itibaren, toplumlarda devrim yaratan ve onları güç ve etkiye doğru iten bir oyun değiştirici haline geldi. Metalin ilk uygarlıklar tarafından güç kazanmak ve kaderlerini şekillendirmek için nasıl kullanıldığını inceleyelim.

Garner (2021) Tunç Çağı’nda kalay üretiminin Afganistan’ın kuzeyinde yapıldığının arkeolojik kanıtlarını ortaya koymuştur. Günümüzde Özbekistan, Tacikistan, Kırgızistan ve Kazakistan olarak bilinen bölgede Tunç Çağında Zerafşan vadisinin güneyindeki Hisar Dağlarından Pamir ve Tanrı Dağlarına kadar dağ uzantılarında önemli maden ocakları vardır. Önemli maden yatakları güneydoğuya doğru Kırgızistan, Atasu Dağları (orta Kazakistan), ve Kalba Narim Massif ve Altay Dağları (doğu Kazakistan)’ya doğru yer almaktadırlar. Bu bölgelerde bazıları Tunç Çağı işletmeleri olduğu anlaşılan birçok maden ocakları vardır. Zerafşan vadisinin güneyinde Buhara ile Semerkant arasında çok sayıda kalay işletme ocakları vardır. İskitlerin altın elbiselerinin kökeni buradan gelmektedir. Ayrıca Demir madeni çıkarılması ve işlenmesi ilk defa bu bölgede yapılmıştır. Başka etmenlerle beraber bu bölgede ileri bir uygarlık yaratılmıştı (Lyonnet ve Dubova, 2021).

Kalay ilk defa Altay Dağları bölgesinde elde edilmiştir. Batıda Bitlis Büklüm Kuşağı ve Kıbrıs’ta da Bakırın elde edilmiştir. İşte bu iki metalin birleşmesiyle elde edilen Tunç ise MÖ 3000’lerde edilmiştir (Şekil 13).

 

Bakırın keşfi, insanlık tarihinde önemli bir dönüm noktası oldu. Uygarlıklar tarafından kullanılan ilk metaldi ve dövüle bilirliği ve iletkenliği onu paha biçilmez kılıyordu. Bakır başlangıçta alet ve silah oluşturmak için kullanıldı ve erken uygarlıklara avcılık ve savaşta avantaj sağladı. Üstün araçlar üretme yeteneği ile rakiplerine hükmedebildiler ve egemenliklerini ortaya koyabildiler.

Tuncun keşfi büyük bir teknolojik sıçramayı beraberinde getirdi. Bakırı kalay ile birleştirerek, medeniyetler daha güçlü ve daha dayanıklı bir metal yaratmayı başardılar. Bronz, zırh, silah ve aletler için tercih edilen metal haline geldi ve medeniyetlere savaşta benzeri görülmemiş bir avantaj sağladı. Bronz eserler üretme yeteneği, bir güç ve etki ölçüsü haline geldi ve bu değerli kaynak etrafında toplanan uzman ustaların ve ticaret ağlarının yükselişine yol açtı.

Demirin tanıtılması insanlık tarihinde bir dönüm noktası oldu. Demir sadece bronzdan daha güçlü değil, aynı zamanda daha boldu, bu da onu daha geniş bir medeniyet yelpazesine erişilebilir kıldı. Demirin aletlerde, silahlarda ve altyapıda yaygın kullanımı toplumları dönüştürdü ve onları yeni güç seviyelerine taşıdı. Demir, imparatorlukların genişlemesinde çok önemli bir rol oynadı, yeni bölgeleri fethetmelerini ve rakip uygarlıklar üzerinde egemenliklerini kurmalarını sağladı.

Bu olayı Murad Adji (2019) şöyle tanımlamaktadır: Doğu’nun tarihine bakıldığında, Türklerde dini geleneklerin MÖ 5. yüzyıla doğru şeklini bulduğu görülür, başlangıcı ise yüzyılların derinliklerinde kaybolmaktadır. İnancın doğuş nedeni üzerine yapılabilecek en yakın tahmin, Altay halkının yaşamını değiştiren madencilikle ilgili olabilir. Eski bir destan bu olayı, Altay halkına Gök Tanrı’yı anlatan ve onlara demir cevherini işlemeyi öğreten Gezer Han öyküsüne bağlar. Yeni Tanrı ve yeni element ilişkisi aşikârdır. Altaylının bilincinde onlar her zaman tek ve ayrılmaz bir bütün olarak kalmıştır.

Demiri boşuna “göksel metal”, “göklerin armağanı” olarak adlandırmıyorlar Altay halkının destansı şaheserlerinde. Bu isimde, göktaşını bulan insanı saran coşku ve hayranlık ifadesi vardır, çünkü göktaşları gökyüzünden gelen habercilerdir ve saf halde doğada bulunmadığı bilinen demiri eski insanlara armağan ettiler. Demir göktaşlarından elde edilmiştir. En eski aletler olarak bilinen bıçak ve hançerler bunlardan yapılmıştır.

Çin kaynakları (Taiping Huanyu Ji) kadim Altay’la ilgili olarak şunları bildiriyor

“Onların topraklarında altın, demir, kalay çıkıyor; devletleri [de] göksel yağmurun demirine sahip, onu bıçak ve kılıç yapmak için topluyorlar, [o] bildiğimiz demirden farklı. Bir zamanlar oradan gelen bir yabancıya sordular [cevherin nasıl çıkarıldığını], cevap vermedi, sakladı. Sadece, ‘demir çok sağlam ve keskin, çok üstün ve ustalıklı işçilik gerektirir. Çünkü onların toprağında demir var. Ağaçlar fırtınalı yağmurdan donunca ortaya çıkıyor [demir]. Belli bir süre geçince, toprak onu yine içine çekiyor. Bu yüzden [o] seçmeli ve meşakkatli bir iş. Her seferinde, gökten yağmur yağınca insanlar [bu demiri] toplarlar, kuşkusuz başarısızlıklar ve ölümler de olur. Nedeni tam olarak bilinmez’ dedi.”

Göklerde birçok değerli maden yataklarının sahibi Tanrı, insanlara cevheri eritip, demir elde etme yeteneği bağışladı. Altay halkı da ona ibadet etmeye başladı. Felsefe bu anlayış zemininde bina oldu, toplumla birlikte gelişip bir dünya görüşü doğurdu ve zamanla olgunlaşıp yeni yaşamın ahlaki temel değerlerini oluşturarak din haline geldi. Kafkasya, Küçük Asya gibi diğer kadim madencilik merkezleri de bilimin bilgisi içeriğindedir, ancak oralarda Altay’dakine benzer bir inanç sisteminin izlerine rastlanmaz ve bu mümkün de değildir. Neden mi? Oralarda teknoloji farklıydı, metal az ve düşük kaliteliydi; bu yüzden demir çok rastlanmayan, pahalı ve altından değerli bir madde halinde kalarak insanların yaşam tarzına fazla etki edemedi.

Demir sanılanın aksine, bronzu kullanımdan kaldırmadı. Demir çağında, tunç çağındakinden daha fazla bronz eşya imal edildiğini yazıyor M. Becker:

“Şayet MÖ 2000 yılında demir bakırdan 15-20 kat pahalıysa, sonradan değeri düşmüş olması gerekirdi, ancak o kadar değer verildi ki filizleri (işlem görmemiş demir külçeleri) kral hazinelerinde muhafaza edilirdi. Ninova yakınlarında yapılan bir kazıda, Asur Kralı II. Sargon’un (MÖ 722- 705) sarayında 160 ton demir bulunmuştur.”

Yeryüzünde demir madenini eriten yoktu. Yapamadılar. Demir cevherin içinden çıkıyordu ve bu çok fazla yakıt tüketimi gerektiren zahmetli bir işti. Altaylılar demiri eritmeyi öğrendiler! Onlara Gök Tanrı’nın armağanıydı yeni yaşam tarzı. Sonsuz mavi göğün Tanrı’sı ve ona ibadet geleneği buradan şekillendi. Örneğin en yüce varlık için yapılan bir şenlik, toplum liderinin getirdiği örse çekiç vurularak başlardı. Bu da çan çalma âdetinin başlangıcıdır. Çan yani “kolokol” (kalık kol) Türkçe karşılığı ise “göklere dua”.

İnanca yerleşen çan sesinin, adil insanların ruhunda doğmaması elbette olanaksızdı. Sadece işitme yeteneği olmayanlar onu duymazdı, ama onlar da bu sesi hissederlerdi. “Demirin ruhu” Türk kavmini ayrıcalıklı yaptı. Bu iddia tamamen yerindedir. Gerçekten de Altay dünyanın en kaliteli ve bol demir cevherine sahipti ve onlara silahı, “maharetli ellerinde özgürlük ve zafer aracına dönüşecek olan metali verdi” diye yazıyor tarihçiler ve metalürji uzmanları.

İşte demir, tevhit inancıyla ayrılmaz bir bütün olarak Büyük Kavimler Göç’üne eşlik etti; onun alameti, düşünce yapısı, sesi oldu. Altaylıların eritme tekniği yeni inançla eşzamanlı olarak ortaya çıktı, Kuzey Hindistan’da, İran’da, daha sonra Avrupa’da; Don, Dinyeper ve Ren havzasında da böyleydi. Bu bütünlük her yerde görülüyordu. Yeni uygarlık bu şekilde kendini gösteriyor, cazibe merkezi oluyordu. Ve inandırıcıydı. Onu zorla değil severek alıyorlardı.

  • DENİZCİLİK

Avrasya taşkın olayları belki de eski Ön-Aryanların hafızalarında tutulmuş ve eski yazıtlarında yer almıştır. Su kültürüne sahip olan topluluklar, ilk olarak su yüzeyinde yüzerek sağlanan araçlı hareketi belirledi. Daha sonra ağaçtan yapılan sallarla su üzerinde açıkta ulaşımı sağladı. Zaman içinde ihtiyaca uygun olarak sallar birbirine bağlanmak suretiyle daha geniş araç üretildi. İnsanoğlu ateşin kullanımını keşfetmeden önce, su ile taşınan araçlara sahipti ve insan yazmayı öğrenmeden ve hatta çizmeyi düşünmeden önce ilkel ticaret gemilerinin ne kadar süredir kullanımda olduğunu merak edilmektedir. Başarılarının çoğunu, olayların kabaca kaydedildiği gölgeli zaman diliminden tarihlendirme eğilimi vardır. Dünya denizciliği göllerde ve büyük akarsularda başladığı savına göre bir iç denizler olan Hazar ve Aral Denizleri ve bunları besleyen Ceyhun ve Seyhun Irmaklarında denizciliğin (dolayısıyla da balıkçılığın) ilk başladığı yerler olmalıdır.

Dünya deniz taşımacılığının göller ve büyük nehirler halinde başladığı savına göre, iç denizler olan Hazar ve Aral Denizleri ile onları besleyen Ceyhun ve Seyhun Nehirleri, denizciliğin (ve dolayısıyla balıkçılığın) ilk başladığı yerler olmalıdır. Deniz balıklarının kökeni farklı olsa da tüm tatlı su balıklarının adı Türkçedir. Aslında Nuh Tufan’ında gemi inşa yerinin adı KEMİ SALGAN’da buna işaret etmektedir. Buzul Çağı sırasında ve hemen sonrasında dünya denizlerindeki deniz seviyeleri -120/130 metredeydi ve son 12 bin yılda buzulların erimesi sonucu istikrarlı bir şekilde yükseliyordu. Bu nedenle insanlar okyanus kıyılarına yerleşmek istemediler. Bu durum 5-6 bin yıldır dünyanın aniden ısınmasıyla hızla artmıştır. Bu süreçte deltalar oluşmuştur. Deltalardan sonra uygarlıkta bir sıçrama yaşanırken, deniz kıyılarında denizcilik gelişmeye başlamıştır.

Hâlbuki Orta Asya steplerinde yaşadıkları dönemlerde dahi bir “Yer-Su” inancına sahip olan ve ırmak ulaşımını maharetli bir şekilde kullanmış oldukları anlaşılan bölge insanı, bu hareket kabiliyetleri sayesinde tek bir bölgeye sıkışıp kalmamışlar ve tarihte benzerine az rastlanan bir örnek teşkil etmişlerdir.

DOĞU VE BATIYI BİRBİRİNE BAĞLAYAN “UYGARLIK YOLU”

Son 15 bin yıl için Hazar Denizi bölgesindeki önemli olaylar: 15 bin yıl öncesi Khvalyan Yükselimi; 12 bin yıl öncesi buzul çağının sonu; 5-6 bin yıl öncesi günümüze yakın uygun değer deniz seviyesine ulaşım ve deltaların oluşmasına neden olmuştur. Dünya uygarlıkları aşağıdaki şekilde özetlenebilir:

  • Buzul çağından sonra: Harran (10.000 MÖ, GD Türkiye); Turan-Anau (8-9.000 MÖ, Türkmenistan): Konya (7.000 MÖ. Orta Anadolu); Filistin (7,000 BC); Mehrgarh (7.000 MÖ; Belücistan, Pakistan)
  • Deltaların oluşmasından sonra: Mezopotamya (4.000 MÖ); Mısır (3.500 MÖ); Harappa (3.300 BC, Pakistan); Troya (4.000 MÖ, KB Türkiye); Mohenjo-daro (3.300 MÖ, Güney Pakistan)

Buzul çağının bitimiyle bu uygarlıklar (deltalar oluşuncaya kadar) başta Harran, Aran ve Turan olmak üzere Hazar çevresinde oluşmuştur. Erken uygarlıkların, Buzul Çağında Hazar Denizi bölgesi ile sıkı bir şekilde ilişkili olduğu bilinmektedir. Buzul çağında Toros Dağları buzdan bir duvar örmüşler ve kuzeyinde Anadolu ve tüm Avrupa’da aşırı buzul koşulları canlı yaşamına )uygun yerler değildi (Şekil 14).

Gordon Childe, “EX ORIENT LUX” (Işık Doğudan Gelir) olarak bilinen söylemiyle de Batı ve Avrupa uygarlığının köklerinin Yakındoğu’dan Batıya doğru göç ettiği savını ileri sürmüştür. Günümüzde yalnız Batıya değil Doğuya (Hint Yarımadası ve Çin) ve Güneye (Mısır ve Afrika) doğru Turan-Aran-Harran civarından gitmiştir. Turan Bölgesi araştırmaları (Lyonnet ve Dubova, 2021) uygarlığın kaynağının Harran ile sınırlı olmadığını göstermekte, Hazar-Ceyhun havzasının daha ayrıntılı incelenmesini salık vermektedir.

Orta Asya bölgeleri ile her zaman bağlantılar var olmuştur. Örneğin; Çin ile Avrupa arasında en eski zamanlardan beri, en az Tunç Devri‘nden beri bağlantılar vardı. İlk zamanlarda maden elde etme ve işleme konusunda bilgi alışverişine ve ticari malların değişimine dayanmış olan bu bağlantılar, diplomatik ilişkilerin kurulmasını ve iki kültürün birbirini tanımasını da sağlamıştır. Ancak, arabulucular yolu ile gerçekleştirilmiş olan bu bağlantılar bir süreklilik göstermemiş, uzun süreli kopukluklar yaşanmış, ticaret ve bilgi alışverişinin uzun bir süre gerçekleşmediği dönemler de olmuştur. Tunç Çağını (MÖ 3000’ler) başlatılması Turan Bölgesi ile Batı’da Sümer Uygarlıklarının birleşmesini sağlayan “UYGARLIK YOLU” olarak tanımladığımız güzergâh boyunca olmuştur. Bunu da olanaklı kılan AT ve ÇİFT HÖRHÜÇLÜ BAKTERYAN (TÜRK) DEVESİ kullanımı ile sağlanmıştır. Metal çağları tüm Dünya’da aynı zamanda gerçekleşmemiştir.

Yapılan araştırmalarda bölge insanlarının henüz avcı ve toplayıcı iken atlı bir kültür sahibi oldukları görülmektedir. Bölgede neolitik çağdan kalma, Botay Uygarlığından daha önceki yaşam uygarlığı olan Atbasar Uygarlığı’nın son yıllarında atlı uygarlığına geçişin yaşandığı görülmektedir (Zaibert, 2009). Böylelikle atın evcilleştirme sürecinin tarıma dayalı olmadığı kanıtlanmış olmaktadır. At, bu çatışmada başrolü oynamıştır. M.Ö. 2000’li yıllardan sonra ise atın dünyanın yapısını değiştiren gücü ortaya çıkmış, Asya’nın bozkırlarından batıya yapılan göçler at sayesinde gerçekleşmiştir. Bu göçebe kültürün batı ile karşılaşması ise çatışmaya neden olmuş, bu da oldukça yıkıcı olmuştur. At, bu çatışmada başrolü at oynamıştır.

İnsanların haberleşme işini (eğer kuşları ve Kızılderililerin dumanla işaretleşmesini saymazsak) esas olarak at üstlenmiştir. Bu nedenledir ki Divanü-Lügati-it Türk “At Türk’ün kanadıdır” der. Ama kuşkusuz bir süre sonra o, onu kullanabilen herkesin de kanadı olmuştur. At, yerleşik insanın uygarlık tarihinde; örneğin mitolojisinde, destanlarında, inancında çok önemli roller üstlenmişti, fakat göçebe halinde yaşayan insanoğlunun vazgeçilmez yoldaşı olmuştur. Hem siyasi hem ekonomik hem de askeri açıdan Dünya at sayesinde küçülmüştür. Atın evcilleştirilmesi, tıpkı insanın aracı kullanabilmesi gibi insanlık tarihinin en önemli “buluşlarında” (başarılarından) biriydi. At, hızıyla insanlığı birbirine yakınlaştırmakla kalmamış, adeta küreselleşmenin motoru da olmuştur.

Doğuda barışın hüküm sürdüğü zamanlar, Batı bir savaş alanı idi. Romalılar ile Partlar arasında uzun zamandan beri yaşanan sorunlar, birinci Roma İmparatoru Augustus’un diplomatik başarısı ile son bulmuş, iki taraf arasında bir barış süreci başlamıştır. Bu barış süreci, Uygarlık Yolu’nun batı bölümünün daha güvenli olmasını ve Uzak Doğu ile yapılan ticaretin canlanmasını sağlamıştır. Geç Antik Çağ döneminde Doğu Roma, yani Bizans ile Sassani İmparatorluğu arasındaki ticaret savaşları nedeniyle büyük ölçüde engellenmiştir. İşte bu savaşlar süresince Basra Körfezi yoluyla yapılan ticaret (Baharat Yolu) Yemen ve Kızıldeniz’e kaymış. Göçebe olarak yaşayan Araplar bu durumdan yaralanmış ve zenginleşmişlerdir. MS 400’lerde yazıya kavuşmuşlar ve kuzeydeki tek tanrılı dinlerden etkilenmişlerdir. İşte İslamiyet’in doğuş nedeni budur. Birbirleri ile boğuşan Bizanslılar ve Sassaniler Arap çöllerinden gelecek bir tehlike görmemeleri nedeniyle kolayca Romanın güney eyaletlerini ele geçirmişlerdir. Daha sonra tüm güçlerini batıdaki Bizanslılara yönelten Sassasinleri Irak üzerinde kolayca yenerek tüm ülkeyi ele geçirmişlerdir.

Asya ile Avrupa arasında doğrudan bağlantı kurulmasında, 13. yy.da Moğolların büyük katkısı olmuştur. Moğol istilaları sık ve geniş iletişim çağının başlamasında etkili olmuştur. Bu durum, Moğolların ele geçirdikleri yerlerde sistemlerini kurduktan sonra, yabancılarla iletişim kurarak yönetime devam etmeleri ile gerçekleşmiştir. Bu dönemde Moğolların yabancılara olan misafirperverlikleri sayesinde ticaret yeniden artmıştır.

Ancak, Moğol İmparatorluğu’nun ömrü kısa sürmüş ve 1262 yılında koca imparatorluğun çöküşü başlamıştır. Buna rağmen Uygarlık Yolu’nun doğu bölümünün güvenliği Kubilay Han döneminde uzun süre sağlanmıştır. Çin milliyetçiliği canlanmaya başlamış; 1368 yılında, yabancı egemenliği Moğol kökenlilere karşı saldırgan bir dış politika tutumu izleyen Ming Hanedanlığı dönemini sona erdirmiştir. Moğollar dönemindeki rahatlığa rağmen, Uygarlık Yolu üzerinde yapılan ticaret hiçbir zaman Tang Hanedanı dönemindeki seviyesine ulaşmamıştır. Song Hanedanlığı döneminde Uygarlık Yolu önemini yitirmeye devam etmiştir. Çin deniz ticareti sayesinde Güneydoğu Asya’da yeni pazarların keşfedilmesi ve Arapların koyduğu yüksek gümrük vergileri nedeniyle bu yol daha az tercih edilmiştir.

Tarihçi Arnold J. Toynbee (1947) şöyle demiştir: “İnsani amaçlar için, bozkır, kuru olması nedeniyle 15’nci Yüzyıl öncesi (Deniz ulaşımı öncesi) insanlar arası ilişki bakımından tuzlu su denizden daha yüksek iletkenliğe sahip olan bir iç denizdi. Bu susuz denizin suya değmeyen gemileri ve iskelesiz limanları vardı. Bozkırın kalyonları develer, bozkırın kadırgaları atlar ve bozkırın limanları “kervan şehirleriydi”. Bu durumu daha belirgin hale getirmek Toynbee (1947) görüşü göz önüne getirmeliyiz: Timur’un Semerkant’ı ve Çin Seddi’nin kapılarındaki Çin ticarethaneler; MS 1500’den önceki haliyle dünyanın ayrı uygarlıklarını –birbirleriyle olan teması sürdürmelerini sağlayacak ölçüde- birbirine bağlayan egemen hareket araçları okyanusları aşan yelkenli gemiler değil, bozkırları aşan atlardı. Bu dünyada, gördüğünüz gibi, Babür’ün Fergana’sı merkez noktaydı ve Türkler Babür’ün zamanında ulusların merkez ailesiydi.

“UYGARLIK YOLU” olarak tanımladığımız güzergâh 15’nci yüzyıllardan sonra okyanusları aşan deniz yolculukları başladıktan sonra tamamen değişmiştir. Fakat tarihi süreçleri iyi bilmemiz gerekmektedir. Eğer tarihi süreçler içinde algılayamazsak tüm resmi bütünlük içinde göremeyebiliriz. Zaten Batı tarafından yanlış bir şekilde tanıtılan “İPEK YOLU” kavramı tarihi çok belirleyen Doğu-Batı etkileşimini yadsıyan anlayışının sorgulanması gerekmektedir.

KAYNAKLAR

Adji, M., 2019, Türklerin Saklı Tarihi (Rusça aslından çeviren: Varol Tümer), Görev Kitap ve Yayıncılık Ticaret Limited Şirketi, İstanbul.

Childe, G., 1926. The Aryans: A Study of Indo-European Origins, Routledge, Trench, Truber.

Garner, J., 2021, Metal sources (Tin and copper) and the BMAC, in: Lyonnet, B. and Dubova, N.A.(eds.), 2021, The World of the Oxus Civilization. Taylor&Francis, London and New York.

Gerey, B., 2003, 5000 years of Sumer-Turkmen connections, Berlin (in Turkish

Lyonnet, B. and Dubova, N.A.(eds.), 2021, The World of the Oxus Civilization. Taylor&Francis, London and New York.

Luckwert, W.L., 2015, Göbekli Tepe, Alfa Printing, Istanbul (420 pp).

Sarianidi, V. I., 1995, Soviet excavations in bactria: The bronze age. In G. Ligabue, & S. B. Salvatori (Eds.), An ancient oasis civilization from the sands of Afghanistan. Venice: Erizzo.

Chepalyga, A.L., 2007). “The late glacial great flood in the Ponto-Caspian basin”. In Yanko-Hombach, V.; Gilbert, A.S.; Panin, N.; Dolukhanov, P.M. (eds.). The Black Sea Flood Question: Changes in coastline, climate, and human settlement. Dordrecht: Springer. pp. 118−148. ISBN 9781402053023.

Childe, G., 1926. The Aryans: A Study of Indo-European Origins, Routledge, Trench, Truber.

Dolukhanov, P.V., Chepalyga, A.L., Lavretova, N.V., 2010, The Khvalynian transgression and the Caspian basin, Quaternary International, 225, 152-159.

Gerey, B., 2003, 5000 Yıllık Sumer-Türkmen Bağları, Berlin.

Grosswald, M.G., 1980, Late Weichselian Ice Sheets of Northern Eurasia. Quaternary Research 13, 1–32.

Lyonnet, B. and Dubova, N.A.(eds.), 2021, The World of the Oxus Civilization. Taylor&Francis, London and New York.

Adji, M., 2019, Türklerin Saklı Tarihi (Rusça aslından çeviren: Varol Tümer), Görev Kitap ve Yayıncılık Ticaret Limited Şirketi, İstanbul.

Childe, G., 1926. The Aryans: A Study of Indo-European Origins, Routledge, Trench, Truber.

Levine, M., 1999,.  Botai and the Origins of Horse Domestication, Journal of Anthropological Archaeology, University of Cambridge, 18, 29–78.

Levine, M., 2005,. Domestication And Early History Of The Horse, The Domestic Horse: The Origins, Development, and Management of its Behaviour, ed. D. S. Mills & S. M. McDonnell, Cambridge University Press, s. 5 – 22

Lyonnet, B. and Dubova, N.A.(eds.), 2021, The World of the Oxus Civilization. Taylor&Francis, London and New York.

Outram, A., K. Natalie, A. S., R. B., Sandra, O., Alexei, K., Victor, Z., Nick, T., Richard, P., Evershed 2009). The Earliest Horse Harnessing And Milking, http://www.sciencemag.org, Science6 March 2009: Vol. 323no. 5919pp. 1332-1335DOI:10.1126/science.1168594.

Petrie, Sir William Flinders, 1920, The Caucasian Atlantis and Egypt, (Ancient Egypt, December).

Toynbee, A.J., 1947, Civilization on Trial, Newyork Oxford University Press.

Zaibert, V. F., 1992,  Atbasarskaya Kultura (Атбасарская Культура). Rossiyskaya Akademiya Nauk, Uralskoe Otdelenilye, Ekaterinburg.

Zaibert, V. F., 2009, Botayskaya Kultura (Ботайская Культура), Kaz-Akparat, Almatı.

Yazar
Mustafa ERGÜN

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen