Anneannem ümmî bir hanımdı. Ama o zamanın ümmî kadınlarında sıkça rastlanan bir vasfı vardı. Zengin bir şifâhi kültüre sâhip oluşu… O kültürün bâzı hikmetli unsurlarını biz torunlarına sırası geldikçe sunmayı çok severdi. Dinî bilgilerin zerresinin öğretilmediği güya laik bir CHP eğitiminin talihsiz çocukları olarak hepimiz değil ama nasibi olan bâzılarımız onun anlattıklarını zevkle dinlerdik. Oturuşumuza, kalkışımıza, konuşma tarzımıza kadar mensup olduğumuz kültürün icabı olan, bu gün hasretle andığım güzel ve değerli olan pek çok şeyi ondan öğrenmiştim. Ak akçanın kara gün için olduğunu, gevezeliğin güzelliği zedelediğini, oturup kalkmasını bilmemenin insanı kadın olsun erkek olsun çirkinleştireceğini, yırtığın fakirde bile ayıp olduğunu söyler, edebin ve hayânın dinimizin esası olduğunu “El hayayı minel iman” diyerek usanmadan tekrarlar, temizliğin de imanın şartı olduğunu “El nezafet-i minel iman” diyerek noktayı koyardı. Çok cömertti. Biraz fazlaya kaçan bu vasfını hizaya sokmak isteyen yakınlarına “Cennetin kapılarını cömertler açacak” diye cevap verirdi. Haramdan çok korkar, haram yiyenin âkıbeti hayrolmaz kendisinden çıkmazsa çocuklarından çıkar derdi. Onun şifâhi kültürün de israf da haramdı. Ekmek “Nan-ı azizdi”. Bir kaç kırıntısı bile yerde bırakılmaz, yere kazara düşen ufacık bir ekmek parçası bile yerden hemen alınır öpülür, başa yükseltilirdi. Eşinin devletin içinde yuvalanmış bir rüşvet ve soygun çetesine tehditlere rağmen girmeyip istifayı göze almasını göz yaşları içinde anlatır, bu yüzden öldü ama kursağımıza haram lokma girmedi derdi. En yakını bile olsa böyle insanlarla selâmı sabahı keserdi.
Aklımın ermeye başladığı demlerde bana namaz surelerini ve bâzı duâları ezberletmişti. “ Rabbi Yessir, Ve lâ tuassir, Rabbi temmim Bi’l hayır” ı okumadan “Hayırları fetheyle, şerleri defeyle” diye dua etmeden yatağa girmezdik. Hz Mevlâna’yı ve Hz. Yunus’u halkımıza malolmuş kıssaları ile ondan dinlemiştim. Genç yaşta dul kalmış kızına yâni anneme daima iffetli ve edebli olmayı telkin eder, bunlardan nasibi olmayan bâzı hatunların hâline çok üzülürdü. Ona göre bu iki vasfın yokluğu Allah’ın özene bezene yarattığı, ANA denilen varlığı hem mânâ hem de şekil olarak çirkinleştiren şeylerdi. Bâzı hanımların tavırları ve halleri çok defa bana “anneannem doğru söylemiş, güzel olmasına güzeller amma yüzlerinde hoş olmayan bir mânâ var” dedirtir, ona hak verirdim.
Gazetelerden ve radyodan evlere boşalan nahoş haberler, çevremizde şâhit olduğu bâzı olaylar karşısında diline virdettiği bir söz vardı: “Kıyâmet’in kopması yakın…” Çocuk aklımla kıyâmetin ne olduğunu sorduğum zaman kaşlarını çatarak “dünyânın sonu” demişti. Merakım kabarır ard arda sorardım… Ne zaman kopacak, ne zaman kopacak?
“Bir gün bana gel, sana anlatayım” dedikten sonra “Daha çok vakit var, yakın alâmetleri gerçekleşmedi ki” demişti. Ben ise bütün benliğimi saran bir merakla “bu yakın alâmetler nedir” diye onu bıktıracak kadar ısrarla sorar, cevap isterdim. Hiç unutmuyorum bir oruç ayında iftara yakın beni yanına çağırarak o yakın alâmetleri bir bir saymaya başlamıştı. “Uzaklar yakın olacaktı, toplu ölümler çoğalacak, Azrail denen melek sanki bir kişi için yorulmama değmez, toptan hesap göreyim diyecekti. Anneannemin bunu söylediği zamanlarda bir uçak düşüp yüz kişi, iki yüz kişi ölmüyor, trafik kazalarındaki korkunç rakamlar içimizi karartmıyor, terör denen kıyamet benzerine yüzlerce masum insanı kurban vermiyorduk. Gökten yağmur gibi şehitler de yağmıyordu. Anneanneciğim biraz düşündükten sonra paralar tunç insanlar piç olacak, bina ve zina da çoğalacak diyerek yakın alâmetleri tamamlayıvermişti.
Anneanneciğim bu alâmetleri saydığı zaman İstanbul’da, benim güzel köyümde yâni Kadıköyümde diğer yerlerde de olduğu gibi ne bina vardı ne de zina… Çünkü günahlar da sevaplar gibi gizliydi, aleni değildi. Günakârlar kadın olsun erkek olsun işledikleri günahın şuurunda olarak aleniyete dökmez utanırlardı. paralar da bereketliydi. Cahil ellerin elindeki acımasız aletlerle yerle bir edilen o cumbalı, oymalı içi dışından geniş, duvarlarında “Edeb Yahu” yazan levhalar asılı evler, bahçelerindeki ve pencerelerindeki çiçeklerle, komşulukların iç açıcı havasını sergileyerek sokakları, caddeleri ne güzel süslerdi. Meselâ şimdinin insan kalabalığı içinde kaybolmuş ruhsuz Bahariye Caddesi… Çok da uzak olmayan bir geçmişte aynen Rahmetli Afif Yesâri’nin İstanbul Hâtırası kitabında anlattığı gibi. “Ihlamur ağaçlarından yayılan kokularla sanki masallara uzanırdı.”
Bu yakın geçmişte şimdi arayıp da bulamadığımız hasret ve rahmetle andığımız mimarlar da vardı. Güzelim sahillerimizde, o sahillere yakın yerlerde gökdelen gibi on on beş veya yirmi kat apartman yapmak kabalığına kendisini kaptırmamamış, bu kabalıkta birbirleriyle yarışmamış sanat ve tabiat âşığı mimarlar… Kısacası Gökyüzümüz insanın içine kasvet yağdıran gökdelelerle delinmemiş, inancımıza göre günahların en büyüğü en rezili olan zinâ da günümüzde olduğu gibi aleniyete dökülerek ayla, günle, bir kaç utanç senesiyle hudutlandırılarak ilân edilmemiş, seviyeli birliktelik kılıfına sokulmamıştı.
Kadınlar kibardı, edebliydi, zarifti, şıktı. İşte o devrin değerli tarihçisi Adnan Giz’in artık bir benzerine rastlayamadığımız o kadınlar ve genç kızlar için yazdıklar: “Olgun kadınları vardı ki kitaplıkları okunmuş kitaplarla dolu, sohbetleri şiir ve san’atla zengindi, Genç kızları vardı ki yalnız var olanı değil, gönülden ve hayalden geçeni de anlar ve konuşabilirdi. Ahmet Haşim’in ‘Hepsi hemşiredir ve yahut yâr diye övdüğü O Belde’nin kadınlarında acaba Kadıköylü kadınların hiç mi etkisi yok?”
Evet, günümüze dönersek rahmetli anneanneciğimin naklettiği bir kıyamet alâmeti daha gerçekleşecek, uzaklar yakın olacaktı. Denizlerin altından yolların açılması, tünellerin kazılması, köprülerin yapılması, Uzakların yakın hâle getirilmesiyle övünülecek, bayram edilecek, uzakları yakın hale getirenler de onların kendilerine bahşettiği bu armağanı hayranlıkla seyredenler de nerdeyse zilleri ele alıp oynayacak kadar sevineceklerdi.. Uzaklar böylesine yakın olurken evvelce çok yakınımızda olan iç içe yaşadığımız pek çok mühim şeylerin bizlerden uzaklaştığını iki taraf da hiç ama hiç düşünmeyecekti..
Evet, müjde… Uzaklar yakın olmuştu. Amma! Bizleri insan olarak, millet olarak yücelten bütün değerler, başta gerçek Müslümanlık yani Kur’an’ın sunduğu o muhteşem ahlâk çok ama çok uzaklarda kalmış, onlarla aramızdaki köprüler acımasızca berhava edilmişti.
Hicran GÖZE