Uzun Yıllar Ötesinden Hatırını Sorayım Mı?

Bir bibliyoman olsanız bile günü, zamanı geldiğinde kitapların elinizden çıkıp gideceğini bilirsiniz. Çünkü sahibi olduğunu söylediğimiz kitaplardan ayrılmak bir kaderdir ve bu, hemen her şeyde böyledir. Bence asıl mesele, üzerinde isim, tarih, şehir kaydı ile ilk sayfalarının birinde yazarın kaleminden dökülmüş ithaf yazıları bulunan kitaplardır.

Zamanın birinde, herhangi birinin kaderine iltica etmiş, üzerine “temellük kaydı” konmuş, sonra okunmuş, sayfalarına notlar alınmış ve bir gün ayrılık deminin gelmesi yüzünden sizden uzaklara, hem de çok uzaklara düşmüş talihsiz kitaplardan bahsedeceğim. Talihsiz diyorum, çünkü onları elime alınca bir insanın hatırasını rahatsız etmiş hissine kapılıyorum. Fütursuzca oraya dâhil olmuş gibi oluyorum. Ne var ki, sahaflardan aldığım birçok kitabın ilk sahibi ben değilim.

Ben de uzun bir süre aldığım kitaplara isim ve tarih yazmayı önemli bir şey olarak gördüm. Fakat, kalemi kâğıdın üzerinden çektiğimiz andan itibaren kitabın koşar adım bizden uzaklaştığını nereden bilebilirdim! Yıllar sonra anladım bunu. Artık aldığım kitaplara adımı soyadımı yazmıyorum.

Zaman zaman sahaflardan aldığım kitaplara göz gezdiririm. Bir arkadaş sıcaklığını tazelemek, onlarla halleşmek üzere sayfalarını çeviririm. Sadece muhtevaları değil, iç kapaklarındaki yazılar, derkenarlar da kendine çekiyor beni. Hele onlardan biri var ki, kapağını kaldırdığımda zihnimi zamandan zamana savurup durur. Esasen bir kitap hastasına göre o kadar da eski değildir. Ama yeni nesiller için ne de olsa bir değeri ve uzun yılları kucaklayan bir geçmişi vardır. Kitap, Abdülhak Hamit’in Makber’i. Eser, 1944 yılında Kanaat Kitabevi’nden çıkmış. Kitabın iç kapağında bir isim, altında bir tarih ve şehir adı var: H.C.[1] -18. Nisan 946 – Çanakkale. Bir an on yıllarca geriye gidiyorum.

Mâzî ve hatıra yüklü bu kitapları elime aldığım zaman bir garip oluyorum. Arpacı kumrusu gibi geçen her demi sayıyor ve âdetâ yaşıyorum. Koskoca bir geçmişi sırtlıyorum sanki.

O eski kitapların mektup yüklü bir havası vardır. Bir yığın eski eşyanın arasında kalmış tozlu bir kitap veya yazılı çizili bir kâğıt, aslında bir yığın yaşanmışlığın arasından size gülümseyen hatıralar demektir. Onlara dokunmak ve kitapların o kadar mânâ yüklü yüzlerinde geçmişe dair bir ifadeye rastlamak beni çok heyecanlandırır. Sırrına sadece sizin vakıf olduğunuz, bir zaman unuttuğunuz ve tozlu rafların arasında saklı bir şeye âniden tesadüf etmiş gibi oluyor insan. Hani dedenizin dedesinin bir eşyası ile karşılaşmak gibi bir şey bu. İnsanın içi ürperir, eşyadan dökülen bir yığın yaşanmış ve küllenmiş duygular kaplar kalbinizi. Bir anlığına tarifsiz bir bütünlük hissi duyarsınız.

Bu bütünlük hissini, kitapların genellikle iç kapağında ve birkaç kelime çiziktirilmiş ilk sayfalarında daha çok duyarım. Buradaki yazılar, yazarın veya şairin, kitabı alan bir yakınına, dostuna veya okuyucusuna yazdığı samimî duyguların ifadesidir. Fakat kitap size ulaşmış bir kere. Kendisine yeni ufuklar aramak üzere bir menzile daha konmuş. Elinizde olmadan bakmak, okumak zorunda kalıyorsunuz. Böyle yazılar insanı kendisinden alır ve bir muhasebe iklimine de çeker. Üzerinden nice zamanlar geçmiştir! Belki kitabın yazarı, belki sahibi çoktan rahmet-i Rahman’a kavuşmuştur. O yazarlardan biri de kütüphanemde bulunan Kâtip Çelebi’den Seçmeler I kitabının iç kapağına bir okuyucusu için şunları yazan Orhan Şaik Gökyay’dır. Gökyay kitabın ilk sayfalarından birine şu satırları yazmış:

Aziz H. D. C.’e

Sonsuz minnettarı olduğum kardeş sevgisine daima teşekkürlerim ve sonsuz sevgilerimle.

27 Eylül 1992

Orhan Şaik Gökyay

Şüphesiz, Orhan Şaik Gökyay’dan bir hatıraya kavuşmak güzel bir şey. Fakat yine de insanın içi sızlıyor işte. Ne demeli? Almasak böyle kıymetli bir hatıraya sahip olamamanın huzursuzluğu bizi kaplayacak. Aldığımız zaman ise, bedeli tefekkür ve bir iç muhasebesi olan yaralı, mahrem ve uzak hatıralara dokunmuş olacağız gibi gelir bana.

Burada yeri gelmişken Metîn Kayahan Özgül hocamdan dinlediğim şu güzel hatırayı nakletmek istiyorum:

1980’li yıllar. Hocamız, Haldun Taner’in imza gününde. Elindeki kitap da yazarın Çok Güzelsin Gitme Dur adlı eseri. Hoca, sırada beklerken ve durup dururken kitabın ismini kendi kendine tekrar ediyor. Bir süre sonra aruzun âhengini de bu isimle beraber duymaya ve hatta söylemeye başlıyor: Çok Güzelsin Gitme Dur-Fâilâtün Fâilün. Ve bu, böylece imza sırası kendine gelene kadar devam ediyor. Haldun Taner, sırası gelen hocamıza imzalatmak istediği kitabın ismini soruyor. Hoca da: “Fâilâtün fâilün” diye cevap veriyor. Haldun Taner şaşırıyor ve çok seviniyor. Çünkü kitabın ismini bu vezni düşünerek vermiştir. Onun, bir genç tarafından fark edilmesi yazarının çok hoşuna gidiyor. Haldun Taner, Kayahan Hocayla bir süre muhabbet ediyor.

Ben de uzun zaman önce Kayahan Hoca’ya Halit Fahri Ozansoy kitabını imzalatmıştım. İmzasının üstüne de “Uzun yıllar ötesinden hatırını sorayım mı?” diye yazmıştı. Bu aslında kaderi kitapla birleşmiş bir insanın kaybolan ve birden karşımıza çıkan hatıralarının samimî ifadesinden başka bir şey değildi. Hem, hemen her kitap hâl diliyle bize böyle seslenmiyor mu? Uzun yıllar öncesinden, derin ümitlerle gün yüzüne çıkmış çağrısını bizim elimizde olduğu hâlde yinelemiyor mu?

Bütün bunların yanında kitap imzalamaktan hoşlanmayan yazarlar da bulunabilir. Onlardan biri İstanbul Mektupçusu diye de bilinen Osman Nuri Ergin’dir. Orhan Okay, kendisini bir ziyareti esnasında ona İnsan Hakları Beyannamesinin İslâm Hukukuna Göre İzahı adlı yayınını imzalatmak istiyor. Fakat Osman Nuri Bey, imzalı kitaplarının sahaflarda satıldığını gördüğünden beri kitap imzalamadığını söylüyor ve kendisinden özür diliyor.[2]

Bana sahaflardan intikal eden “gezgin kitaplarım” vardır. Elimde olan bir gezgin kitap Abdurrahim Karakoç’un Kan Yazısı adlı eseri. İç kapağında şöyle yazılı: 17. 12. 1977 / Ahmed / Ank. / İmza. Bütün bunlar alt alta dizilmiş vaziyette. Ahmed Abi, şimdi kitabının bende olduğunu duysa ne düşünürdü merak ediyorum. Hatırlar mıydı acaba? Ya da ben kitabın müstakbel sahibiyle karşılaşsam neler düşünürdüm? Bilemiyorum.

Üzerinde isim, imza vb. olmayan, ama sadece tarih bulunan kitapları görmeden geçmeyelim. Anlaşılan o ki, kitabın bir gün elinden çıkacağını bilmek, sahibini rahatsız etmiş. Pek tabiî, bu da onları kitaba isimlerini yazmaktan alıkoymuş. Meselâ bunlardan birisi olan Mehmet Kaplan’ın Hikâye Tahlillerine bakıyorum. Üzerinde 25-2-99 yazılı. Sadece bir tarih. O günün de yaşandığına dair en adil bir şâhit gibi öylece duruyor orada. Kitabın eski sahibi daha akıllıca yol tutmuş gibi.

Bütün bunların yanında uzak diyarlara uğrayıp kaderimizin kesiştiği kitaplar da yok değil. Memleketinizde “kisve-i taba bürünmüş” ve şöyle bir yurtdışı seyahatine çıkıp gelmiştir onlar. Bunlardan biri MEB yayınlarından çıkan Muallakat-Yedi Askı isimli kitap. İç kapağında 21-2-90 / Münih / M.E.B / A. A.‘dan yazılı.

Kitapların bu seyahatleri ve bir yerde karar edememeleri bana hep, Niyâzî Mısrî hazretlerinin şu sözlerini hatırlatır:

“Senin tasarrufun altında bulunan her şey; altun, gümüş, ev, bark, kap-kaçak, sergi, çocuklar, zevce, kitaplar, hizmetçiler ve diğerleri sen gerçi bunların maliki ve sahibi olduğunu zannedersin, biri elinden çıksa üzülür, azap çekersin. Lâkin bu hareketin senin bilmezliğinden ileri gelir. Bilmiyorsun ki onlar seferberdirler. Tek tek, ya da çifter çifter ya da daha çok olarak çeşitli taraflardan geldiler, sana kondular ve seni menzillerinden bir menzil yaptılar. Sonra geldikleri gibi seni bırakıp ne için yaratılmış ve fenaları nerede mukadder ise onu aramak maksadıyla gittiler.”[3]

Hakikaten sahibi olduğumuzu zannettiğimiz her şey bir yolculuk hâlinde. Dahası biz birer yolcuyuz. Her şey ve herkes bir gün, elimizden, yanımızdan geçip gidiyor. Bu kadar yokluk insana bazen ıstırap veriyor. Belki bunu nispeten daha az bir biçimde kitaplarda hissediyoruz. Fakat onlar da bir gün elimizden çıkacaklar. Biz bir iptilâ halinde onlara tutunsak, kitaplarına gözü gibi bakan bir bibliyoman olsak bile nihayetinde onlardan ayrılmak durumundayız. Eskiler “insan mezara kitap mezata.” demiş. Bu sözün hakikati ne kadar büyüktür!

Aslında bir yolculuğa çıkan her kitap, kendisinden azamî derecede istifade edebilecek kimseleri de arıyor demektir. Yani kitaplar, hızla akıp giden zamanın içinde hangi kıyıya vuracağı pek bilinmeyen ve kadim bilgiler ihtiva eden mektup yüklü şişeler misali kaderin tesiri ile oradan oraya sürüklenip dururlar. Cemil Meriç’in “Kitap arayanını bulur evlâdım kitap sevenini bulur” sözleri de aslında gezgin kitapların ulaşmak istediği hedefe dair bir şeyler söylüyor bize.

Kitapların yolculuğu bitmiyor, her durumda devam ediyor. Karşılarına internet gibi dev bir rakip çıkmış olsa bile derin bir âşinâlık ve kadim zamanların kuşatıcılığı ile onlar bize eşlik etmeye ve kaderimizin bir yerinde bize katılmaya devam ediyorlar. Ayak bastığımız toprak; dokunduğumuz ağaç; nakışlarına, desenlerine, oymalarına hayranlıkla baktığımız tarihî bir eser gibi bir müddet daha bizimle beraber olmaya devam edecekler. Bundan şüpheniz olmasın.

[1] Yazıda kitap sahiplerinin isimlerinin baş harfleri verilmekle yetinilmiştir.

[2] M. Orhan Okay, Silik Fotoğraflar –Portreler-, Dergâh Yayınları, İstanbul 2013, s. 203

[3] Niyâzî-i Mısrî, İrfan Sofraları (Çev.: Süleyman Ateş), Ankara 1971, s. 58-59.

Yazar
Yasin ŞEN

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen