Fransa eski Cumhurbaşkanı ve Avrupa Konvansiyonu Başkanı Valery Giscard d’Estaing “Türklerin Avrupa Birliği’ne girmeleri, bu birliğin sonu olur!” dedi ve galiba doğru söyledi. Hani, dilimizde, “çocuktan al haberi” diye bir cümle vardır; saklanması, ‘ötekilere’ söylenmemesi gereken bir olayı, konuyu, çocuğun sâfiyâne ve dosdoğru söylediği pek çok tecrübeyle sâbit olduğu için bu deyim yerleşmiştir. Mösyö d’Estaing öyle ‘saf’, ‘dobra dobra konuşan’ biri olmasa da, Avrupa Birliği’ndeki bâzı üyeler Türkiye’yi oyalamak ve bize ‘bu kadarı da olmaz’ları bile yaptırmakta çok ileri gittikleri için, sonra bu oyundan dönmenin çok zor olacağını gördüğünden dolayı böyle konuşmuş olmalı.
Bizim, ‘Türk târih çizgisi’nden kopuk ve ‘milleti millet yapan değerlerden’ uzaklaşmada hayli ‘ileri’ gitmiş ‘karikatür aydın’ımızın görmek istemediği vâkıa (olgu) budur: “Türk, Avrupa için ‘öteki’dir”. Avrupa kültürü için üç unsurun Eski Yunan, Roma ve Hristiyanlık olduğunu hatırlayalım. Avrupa Birliği, Roma İmparatorluğunun kültürel, ekonomik ve siyâsî alanda yeniden meydana getirilmesidir. Bunun altyapısı da hazırdır; yalnız ülkemizde değil, Roma İmparatorluğu’nun vaktiyle hâkim olduğu bütün coğrafyada, kalıntıları yeryüzüne çıkarılmakta, onarılmaktadır, ‘turizm zokası’ her yerde kullanılmaktadır. Latince, Avrupa öğretim kurumlarının birçok kademelerinde öğretilmektedir, o ölü dili bilmek, Avrupalı aydın için itibâr sağlayıcı bir özelliktir. Eski Yunanca da Avrupa kültüründe, Avrupa milletlerinin dilinde, bilim ve felsefe terminolojisinde mûtenâ yerini korumaktadır. Hristiyanlık ise, -inananları günden güne azalsa da- bir gelenek, bir kültür olarak devâm etmektedir, bayraktaki 12 yıldız, Hz. İsâ’nın 12 havârisini temsîl ediyor; Avrupa Birliğinin üye sayısı 15 olsa da, 20 olsa da, 25 olsa da, o bayraktaki yıldız sayısı değişmez.
Türk, kabiliyetli bir millettir, târihte çok büyük işler başarmıştır. Geçmişte başardıklarını, gelecekte de tekrarlayabilir; o cevhere sâhiptir. Türk, Avrupa Birliği’ne tam üye olarak girer, diğer milletlerle ‘eşit’ durumda olursa, Avrupalı’nın önce keyfi kaçar, sonra, ekonomi alanındaki bâzı yerleri, alanları Türklere kaptırır (işçi olarak gidip işveren durumuna gelerek, Avrupalı’lara iş sağlayan kardeşlerimizi hatırlayalım), günümüzde, Avrupa halkları arasında -her türlü aleyhte propagandaya rağmen- yavaş yavaş yayılmakta olan İslâm’ın yayılışı hız kazanır. Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne tam ve eşit üye olarak girme ihtimâli, şuûrlu Avrupalı’nın uykularını kaçırır.
‘Zaten Avrupa’nın içindeyiz’ diyen etkili ve yetkililerimiz, işi sâdece coğrafî planda alarak tecâhül-ü ârifâne yapıyor olsalar gerek. “Öyle başa böyle traş” dercesine, Mösyö d’Estaing de, “başkentiniz Avrupa’da değil” diyor. Her iki taraf için de ne imrenilecek(!) seviye değil mi?
Avrupa Birliği’ni teşkîl eden, şuuraltına Türk korkusu ve nefreti sinmş olan milletler için en iyisi, ‘alacakmış gibi’ yapıp, Türkleri kapıda -mümkün olduğu kadar uzun zaman- bekletmektir. Bu arada, ‘uyum kanunları’ adı altında çıkarttıkları, Türkiye’nin altını oymak değil, birlik ve bütünlüğünü un ufak edecek ‘sevimli’ kararların uygulanmasını keyifle seyretmek, akıllarına estikçe ‘daha bir uyum’ kararları çıkartmaktır. Türkler, en iyisi, Avrupa mutfağını göremeyecekleri bir mesâfede tutulmalı, onlara sâdece ‘vitrin’de bir şeyler gösterilerek aşağılık duygusuna kapılmaları teşvîk edilmeli, kendilerine dönmek için gösterecekleri en küçük refleks, ‘çağdışılık’,’bağnazlık’,’global dünyâya uyumsuzluk’ olarak çatık kaşla karşılanmalı, bu konuda zâten var olan medya terörü şiddetlendirilmelidir.
Yeni iktidâr, işi ciddiyetle ele alıp, görüşmeler yapmak üzere bâzı Avrupa başkentlerine sivil toplum örgütleriyle gidiyor. Muhâlefet liderine yapılan Kopenhag’a birlikte gitme teklifi de, Avrupa Birliği’ni köşeye sıkıştırma yolunda çok sağlam bir adım. Sonunda, hiç olmazsa, muhâtaplarımızın çifte standard uyguladıkları iyice ortaya çıkar da, bizim ‘karikatür aydın’ımızın gözü nihâyet açılır; ne kadar çabuk olursa, o kadar iyidir.