Sait EBİNÇ
Ruhunuzun köşelerinde kalmış eski ramazanların lezzetini bilmem hatırlar mısınız? Bütün bir senenin en güzel ayı olan ramazan bize bir müjde gibi gelirdi. Mayıs güneşi Nisanın serinliğini kırmaya başlayınca arkları ve bahçeyi kaplayan sarı kır papatyaları ışıl ışıl olunca. Çayır çimenler aydınlık yeşile bürününce bu vakitlerde babaannemin bahçeli evi bir huzur bucağına dönüşürdü. Ramazandan bir hafta önce babaannem evde hummalı bir ramazan hazırlığı başlatır. Bir hafta süren bu hazırlık esnasında iki katlı kerpiç ev baştan başa temizlenir günlerce tahta merdivenlerin gıcırtıları ve temizliğinin âhengi ve kokusu her tarafı kaplardı. Beyaz badanalı odalarda ışıltılı beyazın ve temizliğin kokusu evin her tarafına sinerdi.
Ramazanda bu evin biz çocukları büyüleyen esrarlı bir yanı vardı. Mayısın sonlarında bağın bütün hudutlarını çevreleyen bergonlardaki çalı yığınları sarı, kırmızı, beyaz güller hercâi bir renk denizine dönüşür. Mayısın sonlarına doğru gül mevsimi erişince mis gibi kokular bağı bahçeyi kaplardı. İkindiye doğru bahçede kurulan ocakta iri bakır tencerelerde pişirilmeye bırakılan yaprak sarmalarının akıllara ziyan veren nefasetteki kokusu bütün bahçeyi kaplardı. İftar vakti yaklaşınca babaannem şilteleri ve çulları ihtiyar badem ağacının altına serer semaveri ateşlerdi. Ramazan ayında bahçelerde oruç açmak pek hoş olurdu. Bağ havasının iştâh açacağı kanaatiyle sofralar bahçeye serilirdi. İftar öncesi kâh toprak testilerde buğulanmış suların serinliği, kâh üst kattaki göl mehtabına bakan odada beyaz örtüsüyle babaannemin Kur’an okurken sanki bir iyilik güneşinin yüzünü aydınlattığı munis, mütebessim nurlu yüzünü hep hatırlarım. Onun bu yüzünü görseydiniz; sadece iyilik yapmak için yaratılmış olduğuna hükmedebilirdiniz. Onun bütün hayatı maddesi ve medeniyeti şefkât, merhâmet ve sevgiyle yoğrulmuş bir Osmanlı kadınıydı. O’ nun iç nizamı insan sevgisiyle doluydu. O konuşurken yüzünde parlayan o ince gülümseme içinin beyazlığına şahâdet ederdi. Onun iyiliğe doyum olmayan tebessümleri, o mutlu derin teselli verici ve gönül alıcı tebessümleri sanki bir iyilik güneşinin insanın ruhunu muttasıl ısıtan ışıklarına benzerdi. O herkesin hatalarını örten temiz bir kalbe sahipti. Benim bir tarafımı hatta zengin his tarafımı yapan insanlardan biriydi o. Ah! O çok yaşlı ben ise çocuktum. Ona soracağım sorularım vardı. Fakat o göçüp gitti bu dünyadan. Sorularımda bende kaldı.
Babaannemin bu cennetin köşesinde kurulmuş evinin bereketi hiç eksik olmazdı. Her dâim duvarlara gömülü mavi boyalı ahşap dolaplarda beyaz leblebiden, lokumlara, armut kaklarından, kaysı çekirdeklerine envâi türlü yemişi ceplerimize doldurur o her daim mütebessim bakışlarıyla başımızı okşardı. Bizde ceplerimizdeki bu yemişlerle bahçenin gölgeliklerinde oyunumuza geri dönerdik. Bazen de babaannemin evinin üst katındaki göl mehtâbına bakan odasının küçük penceresinde oturup Van Gölü’nün mavi atlasını seyre dalardım. Bu pencerede çocukluk rüyalarımın uzun ilkbahar gecelerinde sarsılan camların, yaprakların hışırdayan ağaçların, Ağustos böceklerinin sesi bana neler ilham etmezdi ki. Bu pencere benim adeta ilticagâhım olmuştu. Bu pencereden bakınca bahar akşamlarının kızıl durgun gölünde hep geçecek gemiler beklerdim. Fakat geçmezdi bu gemiler.
Babaannemin denize kadar uzanan iğde leylak güllerle donatılmış bahçesinde oruç ağız kavakların söğütlerin büklüm büklüm uzayıp giden gölgeleri altında gün boyu çocukluk neşesi içinde günümüzü gün ederdik. Gün boyunca baharın çimenliğinde koşturur oynardık. Öğlen saatlerinde benizlerin solgunluğuyla hissedilen oruç gölge dönüp gün bitimine doğru orucu bozma kararsızlığına dönüşünce yeleğinin cebinden çıkarıp elime tutuşturduğu iki buçuk lirayla “Benim balam büyümüşte oruç tutmuş” türünden iltifatlarıyla o saatlerde depreşen huysuzluğumuzu oyalar açlığı ve susuzluğu unuttururdu. O vakitler hiçbir akşam yemeği iftar sorfasında göründüğü kadar hak edilmiş ve kazanılmış bir anlam taşımazdı. Biz çocuklar sofraya büyük meydan muharebesi kazanmış bir kumandanın haklı gururuyla otururduk.