Öğretmenler odasının açık duran kapısından başını uzatan müstahdem Hatice Hanım, bana bakıp seslendi:
-Hocam sizi Müdür Bey çağırıyor.
İştahla yudumladığım çayımı gönülsüz yarım bırakıp, elimdeki tebeşir bulaşığı bardağı önümde duran sehpa üzerine koyarak, oturduğum koltuktan kalktım. Eh ne de olsa emir büyük yerdendi(!) Ceketimin düğmesini ilikleyip, yaka kartımı da kontrol ettikten sonra kapıyı iki kez tıklatıp içeri girdim.
-Beni istemişsiniz Müdür Bey, buyurun!
Gözleri sumenin üzerindeki resmi yazıya benzer bir kâğıttaydı.
Yüzünde bozuk bir ifade, alnında donmuş çizgiler vardı. Başını kaldırmadan konuştu:
-Oturun!
Sesi resmi, tavırları soğuktu. Oturdum. Döner koltuğunun arkasına yakın, duvara yerleştirilmiş çağrı ziline basarak, sürekli kendi kapısını bekleyen erkek müstahdeme seslendi:
-Hasan Efendi, içeriye kimseyi alma! Soran olursa özel görüşme yapılıyor, dersin. Kapıyı çek ve çık!
Müstahdem, denileni hemen yaptı. İçime meçhul bir kaygı düştü. Ne olabilirdi? Müdür Bey’i hiç bu kadar ciddi ve endişeli görmemiştim. Havada bir yanık kokusu olduğu kesindi. O an bin türlü ihtimal en küçük zaman birimi içinde zihnimi yoklayıp geçti. Bir şikâyet, bir soruşturma, bir sürgün haberi, bir yer değiştirme, bir iftira… Her şey olabilirdi. Müdür Bey, sumenin üzerindeki o resmi yazıya yeniden kilitlendi. Kim bilir bu kaçıncı okuyuşuydu. Galiba bütün sır o kâğıttaydı. Müdür Bey’in ahengini bozan bu resmi yazının benimle olan ilgisini doğrusu çok merak ediyordum. Yine de sormadım. İstedim ki kendi söylesin. Kaba ve solgun dudaklarının üstünde boz bir geven gibi duran, iplik iplik ağzının içine akan bıyıklarının uçlarını kıtır kıtır ısırıp duruyordu.
Gözleri akla takla bana baktı:
-Hocam, dedi. “Öğrencilere vermek istediğiniz ‘Ermeni Meselesi ve Ardında Yatan Gerçekler’ başlıklı konferans metninin Kaymakamlıktan ‘olur’u geldi.”
– Öyle mi! Oh, nihayet!
Derin bir nefes aldım. Kafamda oluşan buzdan soru işaretleri birden eridi. İçimden Kaymakam Bey’e teşekkür ettim. Müdür Bey’in yüzünde asılı kalan bozuk ifade hâlâ hükmünü koruyordu. “Cark” diye bir sigara yaktı. İçmediğimi bildiği için bana uzatmadı. Dumanların arasından, kelimeleri dişlerinin arasında ezerek konuştu:
-Şimdi hocam, Kaymakam Bey, olur vermiş vermesine de… Ben bu konferansı öğrencilerimize mesai saatlerinin içinde verdirtmem. Yani bütün öğrencilerin bir ders saatini bu konferans için harcayamam.
Şaşırdım!
-Anlamadım. Nasıl yani… Ama neden? Ne zaman vereceğim?
Müdür Bey’in alnındaki paralel çizgiler yoğunlaştı. Dağınık, perişan saçlarıyla dükkânlarda asılı gördüğümüz “veresiye satan huzursuz adam” resmine çok benziyordu. Çatal çatal bir sesle konuştu:
-Ne zaman, nerede vereceğinizi ben bilemem! İlle de vereceğim diyorsanız, toplarsınız çocukları cumartesi veya pazar günü, bir de okul dışında kendinize yer ayarlarsınız, konferansınızı verirsiniz.
Kısa süren sevincim, mermere damlayan sıcak mum damlaları gibi dondu.
-Yapmayın Müdür Bey, şaka yapıyorsunuz herhalde? Cumartesi, Pazar… Okul dışında (!) Olacak iş mi bu?
– Hayır, gayet ciddiyim!
-Siz açıkça bu konferansı vermeyin, diyorsunuz.
-Hayır! Okul içinde, “Mesai saatleri içinde verdirtmem.” diyorum.
-Müdür Bey, tavrınızı anlamakta inanın güçlük çekiyorum! Bu da bir ders saati kadar önemli değil mi?
Gerilimli bir sessizlik tüm odayı doldurdu. Kaymakam Bey’in “olur”una rağmen bu kadar olumsuz düşünmesinin sebebi ne olabilirdi? Bir türlü çözemiyordum. “Öğrencilerin bir ders saatini bu konu için harcayamam” demişti. Hayır, hayır, asıl sebep bu olamazdı! Zira çocuklarımıza milli bir meseleyi anlatmak, bir dersten daha mı önemsizdi? Belki de benim hiç bilmediğim, tahmin edemediğim başka bir şeydi.
Hâlbuki anlatacaklarım milli birlik ve beraberliğin önemi, Ermeni meselesinin iç yüzü ve hedefleri vs. idi. Çünkü bu günlerde sözde 1915 Ermeni Soykırım iddialarıyla yola çıkan Ermeniler, yurt dışındaki diplomatlarımızı pusuya düşürüp birer birer katlediyorlardı. Gün geçmiyor ki yurt dışından al bayrağa sarılı bir şehit cenazesi gelmesin; bir şehit haberiyle milletimizin bağrı yanmasın. Sözde 1915’in intikamını alıyorlardı. Bütün ülkelerde etkili bir yalan kampanyası başlatmışlardı. Parlamentolarında bile Türkiye aleyhine ardı ardına kararlar alıyorlar; bütün dünyaya Türkleri soykırımcı ilan ediyorlardı. Beni asıl ilgilendiren tarafı bu değildi. Böyle önem arz eden milli bir meselede, öğrencilerimizin kafalarının çok karışık olmasıydı. Öğrencilerimizde büyük bir bilgi kirliliği hâkimdi. Kim, niçin öldürüyor bilmiyor; yoğun bir kafa karışıklığı içinde “Biz de az kesmemişiz be hocam!” gibi abuk sabuk şeyler söylüyorlardı.
Aslında yıllardan beri tanıdığım okul müdürümüz Rafet Bey, iyi niyetli bir insandı, fakat hiç bu kadar dikenleştiğini, olumsuz bir tavır içine girdiğini görmemiştim. Bu millete hizmet edebilmek için sadece iyi niyetli olmak yeterli miydi?
-Müdür Bey, dedim. “Kaymakam Bey bu metni okumuş, “olur” vermiştir. En kötüsü de çocuklarımızda büyük bir bilgi kirliliği hâkim. Nerden duyuyor, kimden etkileniyorlarsa , “Analar ağlamasın.” diyorlar; “Biz de az kesmemişiz be hocam!” diyorlar; akademisyenlerin, sanatçıların “Hepimiz Ermeni’yiz” gibi saçma sapan açıklamalarından etkileniyorlar. Yeni nesillerdeki bu zihin kirliliği çok tehlikelidir. Bunun için bu konferansın…
-Yav hocam…
Müdür Bey, başını bir o yana, bir bu yana kıvrattı. Bir sigara daha yaktı. Dumanlarını alt dudağını bükerek tavana doğru üfledi üfledi. Gözlerinde gizemli bir ifade, önemli bir sır verecekmiş gibi usulca bana doğru eğildi:
– Hocam, siz bu işten vazgeçin! Bu işin sonu hayır değil! Ben şimdilik bu kadarını söylüyorum. Hepimiz yanarız.
-Allah Allah! Bunda sonu hayır olmayacak ne var Müdür Bey? Niçin yanasınız? Niçin yanalım? Çok gizemli konuşuyorsunuz. Eğer benim bilmediğim, sizin bildiğiniz bir şey varsa lütfen söyleyin, biz de öğrenelim. Çocuklarımıza bazı milli meseleleri anlatmalıyız; kim dost kim düşman öğretmeliyiz. Çetin bir coğrafyada yaşıyoruz. Korkmanızı gerektirecek bir şey yok bunda!
Birden asabileşti, yüz hatları gerildi. Paralel çizgiler alnına yeniden sıralandı, açıldı. Galiba korkmak kelimesi fena dokunmuştu. Mayınlı bir tarlada olduğumu, mayınlardan birine fena halde bastığımı geç fark ettim. Sol kaşı hilal gibi havada. Sesinde gittikçe yükselen metal bir ton, sağ eliyle masayı yumruklayarak konuştu:
-Korkmak! Ben kimseden korkmam hoca! İnanın korkmam! E… Sonra Kaymakam Bey bu metne “olur” verdiyse, sanki okuyup da mı “olur” verdi? İlçe Milli Eğitimden evrak gelmiştir diyerek farkında olmadan imzalamış olamaz mı?
– Yapmayın Müdür Bey! Daha neler (!)
İki elini masaya kürek gibi uzatarak devam etti:
-İkincisi, bu mesele devletin meselesi! Sana ne, bana ne kardeşim? Bize ne! Bir şikâyet filan olur yarın, vallahi Kaymakamı da alırlar görevinden, Milli Eğitim Müdürünü de, beni de, seni de! Arı kovanının deliğine çöp sokmaya gerek yok hocam! Akıllı olmak lazım. Bak aslında ben de karşıyım Ermenilere ha! Allah belalarını versin! Televizyonda şehit haberleri duyarım da moralim bozulur diye vallahi haberleri bile seyretmiyorum! Duyunca da sövüyorum, günaha giriyorum! Kimyam bozuluyor yav! Ama…
– ?
-Öyle bakmayın hocam, ciddi söylüyorum karşıyım!
-Rica ederimMüdür Bey, bu asil duygunuzdan ötürü kutlarım sizi(!)
Dinledikçe hayrete düşüyordum. Çaresiz boynumu büktüm. Müdür Bey konuştukça adeta kendi sözleriyle büyüleniyor, yarattığı korku algısıyla yüzü renkten renge giriyor, beni de inandırmaya çalışıyordu.
-Müdür Bey, konferans metnini okumuş muydunuz?
-Okumadım! Okudum desem yalan olur. Üst yazısını yazdırıp gönderdim. Görüyorsunuz işler güçler… Aceleye geldi. Aslında okumayı da seven birisiyim. Her gece kitap okuyarak uyurum. Ama işte… Bak, ‘Şeker Portakalı’ adlı kitap bir aydan beri hâlâ masamda duruyor. Bir öğrencim getirmişti. Kapağını bile açamadım.
-İlçe Milli Eğitim Müdürümüz ne düşünüyor bu konuda?
-Ha, bak söylemeyi unuttum. Onlara da izah ettim konuyu: “Diyelim ki konferansı öğrencilerimize verdik.” dedim. Öğretmenler ders defterine ne yazacaklar? “Ermeniler hakkında konferans verildi.” Gün geçer, yarın makamda gözü olanlar bunu bulur, “Okulda etnik siyaset yapmışsınız.” diyerek bizi şikâyet ederler. O zaman ayıkla pirincin taşını.” Vallahi hepimiz yanarız!” dedim.
-Bu yüksek öngörünüze onlar ne dediler?
-Hoca bak seni severim, işi yokuşa sürüyorsun, benimle güzel konuş! Ne o öngörü möngörü (!) Tabii ki bana hak verdiler. “Valla doğru düşünüyorsun! İhtilal daha yeni oldu. Alır götürürler, kim vurduya gideriz Alimallah! Başımızı ağrıtmaya hiç gerek yok! Daha bineceğimiz at, gideceğimiz yol var!” dediler.
Ağzım bir karış açık kaldı. Hâlbuki bu konuyu önce İlçe Milli Eğitim Müdürümüz Haldun Bey’in yanına bizzat giderek görüşmüş; “Böyle bir konferans çok faydalı olur hocam. Hatta diğer okullardan da benzeri talepler gelirse yaygınlaştırabiliriz. Kaymakam Bey’den olur alırsak bir sakıncası yoktur. Metni hazırlayın, görelim.” cevabını almamış mıydım? O heyecanla hazırlamamış mıydım?
-Müdür Bey madem konferans meselesine olumlu yaklaşmıyordunuz da neden olur için dilekçemi Kaymakamlığa kadar gönderip beni ümitlendirdiniz? Keşke ta o zaman, işin başında olmaz deseydiniz.
Birden ayağa kalktı. Elini uzattı:
-Kusura bakma hocam, bu iş çok uzadı. Ya siz beni anlamıyorsunuz ya da ben anlatamıyorum. Darbe, darbe! Darbe taze daha! Seni alıp götürürler; arkasından da bizi! Vallahi bir gecede kaybederler hepimizi! Ben söyleyeceklerimi söyledim. İlçe milli eğitimde toplantım var. Oraya yetişeceğim. Vatan kurtaran aslan olmaya gerek yok hocam! Dersine gir, dersinden çık! Fazla da ileri gitme! Benden sana ağabey tavsiyesi.
Ceketini alıp kapıya doğru yürüdü. Arkasından seslendim:
-İşin acı tarafı nedir biliyor musunuz hocam? Ermeni terör odakları her gün bir Avrupa ülkesinde Türk temsilcilerini, masum soydaşlarımızı hunharca öldürmekten çekinmezken, biz burada kırk tane hesap yapıyoruz, Ermeni lafı etmekten korkuyoruz! “Etnik siyaset yapıyorlar.” derlermiş de bilmem neymiş. Hiç bir şeye değil de üzerimize serpilen ölü toprağına üzülüyorum.
Yüzüme bakmadan konuştu:
-Bu kadar yufka yürekli olma hocam(!) Devletimiz güçlü; hepsini alt eder. Ben sorumluluk almak istemiyorum. Bana ne? Sonra hükümetin kendi politikası var, size ne? Onlar düşünsün!
-Bunun politika ile ne alakası var hocam; bu milli bir meseledir!
Son sözlerim sanırım bende kaldı. Çoktan gitmişti.
Moralim iyice bozulmuştu. Yorgun adımlarla koridorun sonundaki sınıfıma doğru yürüdüm. İmzalamak için ders defterini açtığımda, nöbetçi öğretmenin geç kaldığım için kırmızı kalemle “Derse girmedi.” yazıp imzaladığını gördüm. Çok gayret ettiğim halde, o gün öğrencilerime faydalı olamadım.
*
* *
Teneffüste Başmüdür Yardımcısı Tahir Bey’in yanına gitmeye karar verdim. Müdür üzerinde etkili olduğu söylenirdi. Mağrur bakışları, kumral yağız çehresine sinmiş kartal kanadı bıyıkları ve ağır ağır sallanarak yürüyüşü ile eski kabadayıları andırırdı. Her daim “ağır abi” takılır; söze “Gardaş” diye başlardı. Yakasına taktığı Türk bayrağı rozeti her daim yerini korurdu. Uzaktan uzağa bu havalı, yerli halini severdim onun. En azından devletin yanında yer alan; törenlerde öğrencilere vatan, bayrak, marş kavramlarıyla seslenen bir Anadolu delikanlısıydı. Nasıl olsa bir dersim boştu. Bir ümit, meseleyi anlatır; belki Müdür Bey’i ikna ettirebilirdim.
Vardığımda Başmüdür Yardımcısı Tahir Bey yalnız değildi. Dersleri boş olan bayan ve erkek arkadaşlar çaylarını içmişler; daldan dala atlayan şuh kahkahalı sulu sohbetlere başlamışlardı. Yoğun bir sigara dumanı, sahte iltifatlar ve ardından patlayan kahkahalar kahkahalar…
-Dün gece üç kiloluk bir yavru çektim denizden, dedi biri.
Bir başkası hemen ona kinayeli itiraz etti:
-Ha! O da nedir ki, sen geçen hafta doktor beyle bizim İskenderun sahilinde çektiğimizi görecektin!
-Ne ne? Ne çektiniz?
-Tabii ki “Denizkızı(!)” Hem nasıl çektik biliyor musun? Demem!
Önce küçük bir kahkaha, ardından adeta fırsat kollayan kahkahalar tufanı. Bir başkası konuyu değiştirdi:
-Selim Bey, geçen gün okeyde sizi nasıl şapa oturttuğumuzu, baklavayı nasıl götürdüğümüzü anlatsana! Hı… Söyle söyle!
Selim Bey suskun.
-Ne diyor Selim Bey bu?
-Arka ayağı ile sağ kulağının arkasını kaşıyor(!)
Bu kaba espriye gülüştüler.
-Yalan mı?
-Bırak canım sen de hiç yenilmemiş gibi konuşuyorsun. Kırk yılda bir şans tanıdım sana. Geçen akşam tavla kutusunu koltuğunun altına kıstırdığımı ne çabuk unuttun?
Yeni bir kahkaha tufanı daha!
O anda içeri elinde bir toto kâğıdı ve kalemle müzik öğretmenimiz Bay Bülent girdi. Hep yeni kelimelerle konuştuğu ve “bey” kelimesini hiç sevmediği için öğretmenlere “bay” ve “bayan” diye hitap ederdi. Bundan dolayı arkadaşlar ona “Bay Bülent” derlerdi. Bay Bülent, kibar ve nazikti. Zeki Müren gibi yürür; kristal, kadınımsı bir sesle konuşurdu:
-Oo! Neşeniz bol olsun! Gününüz dileğinizce geçsin. Lütfen beni bir dakika dinler misiniz? Ortak spor toto oynuyoruz. Katılmak isteyen bay ve bayan öğretmenlerim lütfen bana yanıt versinler.
Benimle birlikte bir arkadaşın dışında hemen herkes katıldı. İsimlerini tek tek not edip paralarını topladı. Bol şans dilemelerini rica etti.
-İyi, dedi bayan arkadaşlardan biri. “Bu eylem iyi oldu. Bir hafta toto heyecanıyla geçecek. Arkasından diğer hafta… Zaten sıkılıyorduk. Bari teneffüslerde konuşacak ortak bir şeyimiz olur.”
-Aynı zamanda arkadaşlar, dedi Bay Bülent, “Ortak oynadığımız bu toto, bir birimize daha çok yakınlaşmamızı, kaynaşmamızı sağlayacak. Düşünebiliyor musunuz ortak bir heyecan üretecek! Keşke tüm okullarda böyle eylemler olsa! Aslında sevgi ve barış, tüm insanlığın doğal bir gereksinimidir. Sanırım Nazım’ın dizeleri: “Karanlıklar onunla yok olsun!” Hele de biz öğretmen yığınları için. Umut nedir umut, biliyor musunuz? Varsılın kabaran cüzdanı; yoksulun azalan ekmeğidir.
Öğretmenler alkışladılar.
-Eh biz de yoksul olduğumuza göre…
Başım fena halde ağrıyordu. Bir an kendimi yalnız ve garip hissettim. Ben de onlarla gülmek istiyordum ama olmuyordu. Kuru suratlı, çakırdikeni bıyıklı Şavata Bey, gözlerinde alayımsı bir ifade Bay Bülent’e döndü, bozuk bir doğu şivesiyle konuştu:
-Allah senden razzi olsin! Sen ne gafali adamsin babam. Böyle şeyler hep senden mi çıkar? Keşke Mevlana da senin gibi düşünseydi de…
-Allah’ıma tam kırk kolon toto oynardı(!) dedi her fırsatta Çerkez olduğunu söyleyen Adige Bey.
İyice bunalmıştım.
Biraz sonra konu, yoğun bir maç tartışmasına dönüyorsa da nihayet zil imdadıma yetişti. İçerde ben, kabuk bağlamış sigara dumanı ve Muavin Bey’den başka kimse kalmamıştı. Çenesini bana doğru uzattı, yüzünde mağrur bir eda:
-Bir şey mi vardı gardaş? dedi.
Meseleyi açtım. Sonuna kadar itirazsız dinledi. Derin bir nefesten sonra gayet istihzalı geniş geniş gülümsedi. Başını bir o yana, bir bu yana salladı:
-Yahu be gardaş! Hassasiyetlerini anlıyorum anlamasına da… Müdür Bey haklı. Ders defterine ne yazacağız? “Ermeni Meselesi Anlatıldı” diye yazsak, yarın bizden sonra gelenler bunu bulur, “Müdür Bey okulda etnik siyaset yapmış; işte belgesi” diyerek hepimizi şikâyet etmezler mi? Zamanında biz de az adam kovalamadık sokaklarda. Duvarlara az yazılar yazmadık! Ama bu bir yere kadarmış. Şimdi ihtilal oldu, düdük çaldı. Evli evine, köylü köyüne!
-Hocam bu söylediklerinizin benim söylediklerimle ne alakası var?
– Aslında çok alakası var. Darbe olduğunda babam ne dedi biliyor musun? “İhtilal çocuklarımızı bize bağışladı!” Şimdi sen tutmuşsun yeniden… Neyse… Yani diyeceğim o ki, bu meseleler artık eskidi, pörsüdü. Hareketin lideri bile içeride. Bugün yarın asacaklar! Akıllı ol gardaş! Ha… Eğer ille de vermek istiyorsan topla çocukları cumartesi veya pazar günü, bir de kendine okul dışından yer bul, ver! Hem çocuklar sınava hazırlanıyorlar. Beş dakika boş vakitleri yok.
Yüzünde yeniden garip bir tebessüm belirdi. Gülmeye başladı.
-Takma kafanı bu meselelere! Devletimiz güçlü! Anlaşılan sen daha hızını alamamışsın. Bak başımızda askeri bir yönetim var. Nene gerek Ermeni mermeni meselesi! Dersine gir, dersinden çık. Bak çocukların var… Benden sana gardaş tavsiyesi. Kafana bir tarak tak ve hiç çıkarma! Sonra, vatan kurtaran aslan olmak sana mı düştü gardaş? İkindiye doğru gel,Burnaz’a balık tutmaya gidek. Akşama da Fener’in maçı var zaten.
Yüreğime sanki koca koca dağlar yürüyordu.
-Nasihatin için teşekkür ederim hocam! Balığa başkasıyla git. Maçı da hiç sevmem. Beni hiç ama hiç anlamamışsınız! Ben vatan kurtaran aslan olmaya devam edeceğim.
-Breh breh breh!
“Şak şak şak” alkışladı.
Ayağa kalktım.
-Ben vatan kurtaran aslan olmaya devam edeceğim hocam! dedim.
Tam kapıdan çıkıyordum ki aklıma geldi. Geri döndüm. Kulağına eğildim, kısık bir sesle:
-Sana bir şey söylemek istiyorum, dedim.
-Söyle gardaş…
– Bıyıklarının hayrını görmeyesin(!)
-Hoh hoh hoo(!)
Koltuğa yayıldı; Eli, kartal kanadı bıyıklarındaydı. Bastı, sıvazladı. “Yakışıyor değil mi gardaş?”
Dışarı çıktım.
*
* *
Aynı gün, öğleden sonra İlçe Milli Eğitim Müdürümüz Haldun Bey’in yanına gitmeye karar verdim. Henüz içimde topluiğne başı kadar da olsa bir ümit vardı. Kapıyı çalıp içeri girdiğimde, kendinden başka kimse yoktu. Yalnız bulduğum için kendimi şanslı saydım.
Telefonla konuşuyordu. Göz ucuyla oturmamı işaret edince oturdum.
İri kıyım, esmer tenli, atmaca bakışlı bir adam… Oldukça enerjik ve otoriter bir görünümü var. Sesi mikrofonik ve etkileyici… Müdür olduktan sonra ilçe okullarına bir hareketlilik getirdiği kesin. Acaba kabuktan öze inebilecek, kendinden beklenen şekilcilik çemberini mana dinamosuyla çatlatabilecek mi? Nihayet telefondaki konuşması bitti.
-Evet hocam, sizi dinliyorum.
Bütün hafızamı ve ikna gücümü toplayarak hemen anlatmaya başladım. Son ümidim burası.
-Müdür Bey, ben Sayın Kaymakamımızdan oluru alınan, okulda öğrencilerimize vermek istediğim “Ermeni Meselesi” konulu konferans hakkında konuşmak için buradayım. Malumunuz Ermeni terör odakları yurt dışında her gün bir elçimizi şehit etmektedir. Aslında bu Türkiye’ye, Türk devletine sıkılan bir kurşundur!
-Sadede gelelim!
-Bu konuda öğrencilerimizin kafalarının bir hayli karışık olduğunu gördüm. Çocuklarımızda büyük bir bilgi kirliliği hâkim.
-Evet!
-Hatırlayacaksınız, daha önce sizinle bu konunun sohbetini yapmıştık. Öğrencilere bu meselenin anlatılmasının faydalı olacağını söylemiştiniz. Ancak Kaymakamlık oluruna rağmen okul müdürümüz Rafet Bey’in “İlerde şikâyet konusu olabilir” düşüncesiyle bazı endişeleri var. Yani tedirgin. Verdirtmek düşüncesinde değil. Meseleye olumsuz bakıyor. Özür dilerim, amacım okul müdürümüzü şikâyet etmek değil, konferansın verilmesi için okul müdürümüzü talimatlandırmanızı istirham etmektir.
– Hım!
– Hazırladığım konferans metninin Kaymakamlıktan oluru alınmıştır. Üniversitelerimizde benzeri konferanslar verilmektedir. 2015 sayılı Tebliğler Dergisine uygundur. Aynı zamanda bu 1980 tarih ve 38.314.531 sayılı Başbakanlık Genelgesine de uygundur. (Dosyamdan çıkardığım Başbakanlık Genelgesini eline uzattım.) Devamla: Mesela şurada: “Sınıf derslerinde sınıf öğretmenlerince, camilerde müftülüklerce, halk eğitim kurslarında kurs öğretmenlerince…” vs. devam ediyor, Ek 1’e bakıyoruz: Madde 8, “Etnik ve bölücülük faaliyetleri, yurt dışı tahrik ve teşvikler…” vs. anlatılacaktır yazıyor. Şu bölümde bunun bir “Başbakanlık emri” olduğu belirtiliyor. Kaymakamlık oluru ise bir nevi aynı anlama geliyor. Sizden ricam, okul müdürümüz Rafet Bey’e bu konferansın verilmesi için telefon etmenizdir!
Gerekli izahatları yaptıktan sonra tekrar yerime oturdum. Elindeki genelgeye bir müddet göz gezdirdikten sonra, sol eli bir müddet saçlarında, alnında, kulaklarında dolaştı. Gayet tereddütlü görünüyordu. Yanındaki siyah düğmeye basıp, “Kültür” den konferans metnini getirtti.
-Ben aslında hazırladığınız bu konferans metnini okumadım, dedi.
-?
Konferans metninin sayfalarını gelişi güzel çevirdi. Başından, ortasından, sonundan mırıl mırıl paragraflar okudu.
-Baya güzel bir şeye benziyor. Erinmeden çok emek vermişsiniz be hocam? Ama… dedi.
Kaçamak bana baktı:
-Hocam yanlış anlamayın da bir şey öğrenmek istiyorum: “Düşmanlık, nefret” demeyim de konferans için bu ısrarınızın sebebi ne? Yani neyi ispat etmeye çalışıyorsunuz?
-Yapmayın hocam, ne ispatı?
-Açık konuşayım. Konferans vesilesiyle kendinizi parlatmak filan mı istiyorsunuz?
-Daha neler? İnanamıyorum! Şaka yapıyorsunuz herhalde?
-Hım… Hocam bunu cumartesi veya Pazar günü öğrencileri toplayıp verseniz olmaz mı?
Kendimi bir anda ayakta buldum. Sesimde hâkim olamadığım bir ton:
-Olmaz! Hem sonra biz gizli bir iş yapmıyoruz ki! Asıl o zaman sakıncalı olur!
Bir müddet daha dudaklarını ısırıp, sayfaları karıştırdıktan sonra nihayet kararını verdi:
-Hocam şimdi siz gidin. Ben bunu bi güzel okuyayım. Daha sonra müsait bir günde yapılması için okul müdürünüze telefon ederim.
-Pes doğrusu! dedim. “Hepiniz sözleşmiş gibi aynı cümleleri kuruyorsunuz! Müdür Bey, siz beni ne zannediyorsunuz? Don Kişot filan mı? Yoksa aklımla alay mı ediyorsunuz?
-Sesini yükseltme hoca! Senin gibi vatan kurtaran aslanları çok gördüm ben(!)
Elimi uzattım. Vermedi elini.
Dışarı nasıl çıktığımı bilmiyordum.
Bütün ümitlerim, bütün hayallerim yıkılmıştı. İş soğutularak savsaklama yoluna gidilmişti. Biliyordum telefon etmeyecekti. Hazırlamak için günlerce çalıştığım, adeta kitapların arasında kaybolduğum emeklerimin hepsi boşa gitmişti. Aşkım, şevkim kırılmıştı.
Evin yolunu tuttuğumda güneş, eskiyen bir güne el sallıyordu. Dudaklarımda Necip Fazıl’ın hep aynı mısraları:
“Eyvah eyvah Sakarya’m, sana mı düştü bu yük?
Bu dava hor, bu dava öksüz, bu dava büyük!
Vicdan azabına eş, kayna kayna Sakarya,
Öz yurdunda garipsin, öz vatanında parya!”
*
* *
Yarın Kaymakam Bey’e çıkmaya karar verdim. Onu tören konuşmalarından tanıyordum. Bal rengi iri gözlüklü, ufak tefek, sarışın bir adamdı. İlçemizde ‘Altın çocuk’ lakabıyla anılır; yürekli bir adam olduğu söylenirdi. Görüntüsünün aksine kurşun gibi cümleler kurar; Türkçeyi belagatli konuşurdu. Büyük bir gazetede Adalet Bakanı’na karşı savaş açan; “Bakan Yalan Söylüyor!” başlığı altında cesur yazılar yazan; bu yüzden soruşturma üzerine soruşturmalar geçiren korkusuz ‘altın çocuk’ oydu!
Çıkmadık canda ümit var derler. Bu özellikleri cesaretlendirmişti beni. Sonra… Bu kadar ilkeli, cesur bir adam, kendi verdiği olura, herhalde karşı çıkacak kadar tutarsız olamazdı. Doğru ya: “Mücadele edenler hep kazanamazlar; fakat kazananlar hep mücadele edenlerdi.”
Çiçeğe durmuş yeni umutlarla döndüm eve. Böyle diyordum ya, içime yine de bir şüphe düştü. Üç yenilgiden, üç hayal kırıklığından sonra insanlara olan güvenimin ne kadar sarsıldığını fark ettim. Dördüncüsünü kaldırabilir miydim bilmiyordum?
Evdeyim.
İştahım olmadığı için o akşam sofraya oturmadım. Balkonda yalnız başımayım. Eşim, çay demleyip getirdi. Televizyonda haberler başlamıştı. İlgisizce dinliyordum. Her haberi garip bir tebessümle okuyan bayan spikerin son verdiği haberle adata çılgına döndüm. Balkonun kıvrımlı pencere demirleri sanki ekranda gördüklerimle aramıza düşen soğuk bir engeldi:
“Doğu Anadolu’da Ermenilerin 1919’da işledikleri kanlı cinayetlerle ilgili yeni bir sayfa daha açıldı. Iğdır ilçesine bağlı Oba Köyü’nde yapılan kazıda, Bolşevik-Taşnak militanları tarafından toplu halde yakılarak öldürülen 90 Türk’ün mezarları ortaya çıkarıldı. Ermeni çetelerinin Iğdır ve yöresindeki 38 köyde cinayet işledikleri, bu cinayetlerde üç bin Türk’ün aynı şekilde yakılıp boğazlandığı belirtiliyor.”
Ekranda, topraktan çıkarılan yüzlerce kafatası ve kemikten bir harman… Başına toplanan halk ibretle seyrediyordu. Üniversite öğretim üyelerinin hepsi orada… Doç. Dr. Yusuf Halaçoğlu diye yürekli bir ses, Ermeni tarihçilerini davet ediyor; ihtiyar bir kadın dizlerini dövüyordu.
Daha sonra olayın şahitleri konuşuyordu. 85 yaşında ihtiyar bir nine: Sakine AKSU… Hem ağlıyor, hem anlatıyordu: “Ermeniler, köyleri basıyorlardı. Bizim köyü de bastılar. Köyden topladıkları erkekleri tandır damına doldurdular. Kapıda iki nöbetçi bulunuyordu. Daha sonra ateş açmaya başladılar. Ölenler öldü; ölmeyenleri de bacadan gazyağı dökerek yaktılar. Diri diri yanan insanların çığlıkları gökleri inletiyordu. Yakılanlar arasında benim de iki kardeşim vardı.”
Şimdi de olayın bir başka şahidi: Hacı Mehmet Ali KÖPRÜ… Sanki o günleri yeniden yaşıyordu. Gözlerinden akan yaşlar, nurlu yüzünden aksakalına boncuk boncuk akıyordu: “Iğdır yöresinde Ermenilerle birlikte yaşıyorduk. İlk olarak Kadıkışlak Köyü’nü bastılar. Sonra Amarak Köyü’ne geçtiler. Ermeni zulmünden kaçanlar Koçkıran Köyü’ne toplanmışlardı. Bunu haber alan Ermeniler, büyük bir kuvvetle köyü bastılar. Üç bin Türk’ü bu gün hâlen kullanılan camilerin avlularında koyun boğazlar gibi boğazladılar. Kaçanlar Aras nehrine düşerek boğuldular. Köyler, yollar, tarlalar bizimkilerin cesetleriyle doluydu. Gözümün önünde 80 kişinin başı kesilerek bir kuyuya dolduruldu. Tabii ki ben o zaman küçük bir çocuktum. Köpekler altı ay ceset yedi. Üç yüze yakın kadın ve kızı alıp gittiler. Hepsini kirletmişler!”
Gerisini dinleyemedim ve kahroldum. Acaba birbiriyle ilgili olan bu olayların aynı gün art arda vuku bulması bir tesadüf müydü? Yoksa yüce Allah’ın ibret-i âlem için yüce bir uyarısı mıydı?
…
O sabah müthiş bir şey oldu.
Okuldayım.
Müdür Bey, acil bir toplantı yaptı. Telaşlıydı.
Bakanlık genelgesine dayanılarak bütün okullara tebliğ edilen bir duyuruyu okudu: “…ilçemizde kurmay subaylar tarafından bir seri konferans verilecektir. İlçe okullarındaki bütün öğretmenlerin bugün saat 13.00’de (…) okulunda hazır bulunmaları… Bu bir Bakanlık emridir. Bu gün için alınacak izin ve raporlar geçersizdir.”
Belirtilen saatte ilçemizin bütün öğretmenleri katar katar geldiler. Geniş bir spor salonu. Mahşeri bir kalabalık. Okul sıraları koymuşlar. Oturduk. Herkesin kafasında aynı soru: Acaba ne anlatacaklar?
İl Milli Eğitim Müdürümüz, açılış konuşmasını yapmak üzere kürsüye davet edildi. Mağrur adımlarla yürüdü kürsüye:
“Değerli meslektaşlarım!
Bu konferansımızın amacı, Türkiye’nin bir daha 12 Eylül öncesi o karanlık günleri yaşamaması için dün gençlerimize anlatamadıklarımızı bugün anlatmak, onları milli meselelerimiz konusunda bilinçlendirmektir. Kurmay subaylarımız, sırasıyla “Atatürk Milliyetçiliğini, Ermeni Terörünün Hedeflerini, Tarih ve Milliyet Şuurunu” anlatacaklardır. Sizler de bu konuları okullarımızda yeni nesillere anlatacaksınız! Bu bir Bakanlık emridir! Aksi halde tarih ve millet önünde sorumluluktan kurtulamazsınız!
Hepinize saygılar sunarım!”
İlk defa gördüğüm bu insanı yürekten selamladım. Sevinçten havalara uçuyordum!
Hemen yanı başımda benimle birlikte konferansı takip eden Muavin Bey’e döndüm. Gülümseyerek sordum:
-Ne diyorsunuz bu işe?
-Ha! Anlaşılan vatanı kurtarma konusunda yalnız değilsiniz(!)
-Ama şimdi siz çok yalnızsınız(!)
…
O gün çıkmadım Kaymakam Bey’e.
Bir hafta bekledim. İstedim ki bu vesileyle okuldan çağırsınlar.
Tam iki ay geçti.
Ne bir ses, ne bir nefes…
…
Bir gün Kaymakam Bey’in beni çağırdığı haberi geldi. Apar topar gittim yanına.
Konferansın akıbetini sordu. Anlattım.
-Bana okul Müdürünü bağlayın! dedi.
Sesi bir gök gürlemesi gibiydi.