Görüşten görüşe farklılık gösteren mefhûmlar arasında, “ahlâk”ın çok özel bir yeri var. Senin, ahlâk âbidesi olarak değme yerlere sığdıramadığın nice âdemoğlu ve havvakızı, skandal kelimesini utandıracak fiilleri işliyor, başrollerde cirit atıyorsa, hangi ahlâk nizâmından bahsedeceksin?
Ahlâkla nâmus arasında, inkârı imkânsız bir yakınlık, hattâ aynîyet bulunuyor. Bu yüzden, ahlâklı insan, aynı zamanda nâmuslu bilinir. Bütün cemiyet normları gibi, ahlâk ve nâmusun da iltifâta, müşteriye tâbi olduğu söylenebilir. Ferdî endîşelerle yola çıkan bu ikili, daha ilk adımlarını atar atmaz mâşerî hüviyete bürünüverirler.
Ahlâklı kişinin, nâmuslu görünmesi kadar, dindâr tavırlar sergilemesi de bekleniyor. Çünkü, istisnâsız her din – en çok da İslâm – ahlâkî öğütlerle yolculuk yapıyor. Dinî ölçüler söz konusu olduğunda, ahlâklı duruşun dört bir tarafını ilâhî ilhamlar kuşatıyor. İslâm Peygamberi’nin: “Ben güzel ahlâkı tamamlamak üzere gönderildim.” deyişinde, ahlâk tâbiri, çıkabileceği en yüksek yerde görünüyor.
Türk milleti, İslâm câmiâsına dâhil olmadan önce de – dinî şablona uygun biçimde – ahlâklı idi. Müslüman olduktan sonra, elbette daha yukarılarda ahlâk plâtformları kurdu, ama bu, onun evveliyâtının ahlâk dışında görülmesine aslâ cevâz vermez.
Gök Tanrı dini ile İslâmiyet arasında, şekle bağlı farklılıkları bir kenâra atarsanız, çok büyük yakınlıklar keşfedilir. Zâten, Türk milletinin kendi rızâ ve arzûsuyla Müslüman olmasının temelinde, bu dinler arası yakınlık bulunmaktadır. Türkler, İslâm’ı tercîh ederlerken din değiştirmemişler, mevcut dinlerinin tekâmül etmiş bir merhalesine sıçramışlardır.
İslâmdan evvel, Türk topluluklarının önüne konan Budist, Manihaist, Hristiyan ve Mûsevî akîdeler, Türk bünyesine ve dolayısıyla Gök Tanrı inancına uymayan, yabancı sistemlerdi. Oysa İslâm, hem Dünyevî, hem de Uhrevî bakışıyla Türk’ün tanıdığı, bildiği ve inandığı bir âlemi gösteriyordu.
Sözün özü, Türk, İslâmdan önce de ahlâklı ve nâmuslu sıfatlarını hak ediyordu. Bunun öyle olduğu, Türk cemiyetini anlatan her çeşit sözlü ve yazılı nakle yansımıştır. Ahlâk ve nâmusun maya tutabilmesi için, vatan teknesine ihtiyaç duyulur. Türk’ün, vatanını nâmusu bilmesinde, onu yakından tanıyanlar için şaşılacak hiçbir husûs yoktur. Bütün mes’ele, bu “tanıma” fiilinde yatmaktadır.
“Kim ahlâklı?”, “kim nâmuslu?” demeden önce, Türk insanının vatana dâir tasavvurlarını tesbihin ipine teker teker geçirmek icâb ediyor. “Vatanı uğruna, kim ne yapabilir?” Sözü edilen vatan Türk vatanı ve insan Türk insanı ise; cümle sınırları, imkânları son haddine kadar geniş tutmak lâzımdır. Kür-Şad’dan Çanakkale’deki Seyyid Onbaşı’ya uzanan çizgi üzerinde, hakîkate karışmış hikmet ışıklarını mûcize yoğururken görürüsünüz.
Ahlâklı ve nâmuslu olmanın en mühim şartlarından biri de, vicdânî duruştur. Zîrâ, vicdâna oturtulamayan bir ahlâk ve nâmus telâkkîsi, vitrin mankenleri gibi “tın tın” öter, tamâmen şeklî seviyede kalır. Bir bakıma vicdân, ahlâkın da, nâmusun da endâm aynasıdır. Oraya aksetmeyen ahlâk ve nâmus, her çeşit istismâra açıktır. Bahsedilen istismâr yüzünden, ahlâklı hâlden ahlâksızlığa, nâmuslu durumdan nâmussuzluğa atlama, her zaman ihtimâl dâhilindedir.