Kenan EROĞLU
Ve bir gece ansızın düdük çalar. Herkes dikkat kesilir, düdüğün çaldığı yöne doğru bakılır. Kim çaldı bu düdüğü. Neden bu gün çaldı, neden sabah beklenmedi, biz hazır değildik neden ansızın çaldı bu düdük demenin artık hiçbir manası yoktu. Düdük çalmıştı ve herkes hazır ola geçmişti, geçmek zorundaydı. Bu düdük öyle bir düdüktü ki o sadece kendisi çalardı ve herkesi dinlettirirdi. Herkes dinlemek zorundaydı. O konuşunca herkes susardı. Kimse konuşamazdı, hatta kimse kaşını dahi kaldıramazdı. Onun sesi bütün sesleri bastırırdı.
Fakat bu düdük nasıl bir düdüktü, ilk şaşkınlıktan sonra anlamaya çalışıyorduk. Biz bununla daha önce karşılaşmış mıydık? Rastlaşmış mıydık? Bizim mahalleden geçmiş miydi? Ama bilenler bilirdi, bu düdük 1960 yılında da çalmıştı ve milletin diğer yarısını neredeyse mahkûm etmişti. Hatta 1971 yılında da biraz melodili bir şekilde sesi duyulmuştu ama pek bize dokunmamıştı.
Bu kez çalan düdük sanki başka türlüydü. Bu düdük top yekûn çalmıştı ve her yerden duyulmuştu. Herkes duymuştu. Daha doğrusu herkesi yakından ilgilendiriyordu. Bu ansızın çalan düdük gerçi herkesin dikkat kesilmesine sebep olmuştu ama ilk duyulduğundan itibaren ne gibi tesirleri olacağını pek anlayamıyorduk. Demek ki asıl fırtına arkadan gelecekmiş. Darbeyi yapan, yönetime el koyan orduydu ve bu kere bir bütün halinde hareket ediyor ve komuta kademesi içerisinde ülke yönetimine el konulduğundan söz ediliyordu. Tüm ülkede sıkıyönetim ilan edilmiş, meclis kapatılmış, siyasi partiler kapatılmış, siyasi parti liderleri ile birlikte pek çok milletvekili de tutuklanmıştı. Siyasi partiler tarafından “kirletildiği iddia edilen tencere” yine Silahlı Kuvvetler tarafından temizlenecekti.
“Bir başka örnek, 13 Aralık 1979’da Başbakanın ilk genelgesi:
“…. Asayiş ve huzurun tesisi için sıkıyönetim komutanlarımız ve güvenlik kuvvetlerimiz büyük bir gayret ve fedakârlıkla çalışmaktadır… Bu maksatla ilgili bakanlıklar ve sıkıyönetim bölgelerindeki bütün kamu kuruluşlarınca, sıkıyönetim komutanlarının istekleri halinde, başta muhabere ve ulaştırma, alet, teçhizat ve vasıtalarının tahsisi, bakımı ve tamiri olmak üzere mümkün olan her türlü yardımın derhal yapılmasını rica ederim…”
Bu genelge, anarşiyi önlemeye çalışan bütün sıkıyönetim komutanlarına, valilere, bütün bakanlara duyurulmuştu.”
(Cüneyt Arcayürek, “12 Eylüle Doğru Koşar Adım” Bilgi Yayınevi, İstanbul-1986, S:252.)
Bu duruma sevinmeli miydik?, yoksa üzülmeli miydik? Bunu bu günlerde kestirme imkânımız yoktu.
Bazen düşünüyor, “terör bitti, insanlar ölmüyor, öldürülmüyor, kargaşa olmuyor” diye baktığımızda biraz sevinir gibi oluyor. Durumu meydana getirenlerden “Allah razı olur inşallah” diyorduk. Ve ilerde görecektik Silahlı Kuvvetler tarafından hazırlanan anayasa ile birlikte Devlet Başkanlığı da oylanan Kenan Evren neredeyse yüzde yüze yakın bir evet oyu ile kabul görecekti. Bu demektir ki adına mücadele ettiğimiz halkımız-milletimiz bizim dışımızda orta yere konan diğer bir güç karşısında hemen boyun eğecek ve ona en azında bir süreliğine ram olacaktı. İktidar denilen “nazlı gelin” yeni güçle hiç düşünmeden gerdeğe girmiş ve mutlu olmanın yollarını arar olmuştu.
Biz o kadar mücadele etmiş, vatan ve millet için kanımızı canımızı sebil etmiş, binlerce şehitler vermiştik. Bir o kadar da kutsal olduğuna inandığımız davamız vardı ve bu dava Türk Milletini çağlar üzerinden sıçratacak ve muasır medeniyetin en önüne geçirecekti. Bizim tek derdimiz milletimizin mutluluğuydu. Bu kadar halisane düşünceler içinde olduğumuz halde iktidar denilen “nazlı gelin” hiçbir şekilde bizden yana bakmıyordu. Onun gözü hep başka taraflarda oluyordu.
Halbuki bizim neyimiz eksikti?, diğer iktidar sahiplerinden daha mı az milliyetçiydik?, daha mı az bilgiliydik?, daha mı az cesurduk?, daha mı az ahlaklıydık?, milletimizi daha mı az seviyorduk da neden iktidar denilen bu “nazlı gelin” bize bakmıyor hep bizden yüz çeviriyordu.
Bu iktidar denilen nazlı gelin acaba bize güvenmiyor muydu? Güvenmiyorsa neden güvenmiyor neden bize de bir fırsat tanımıyordu?. Anlamak mümkün değildi.
İktidar olamayışımızı ve iktidara gelemeyişimizi bir takım hayali güçlere yüklemek kolaycılığı sapılması gereken en kolay yol ve gerçeklerden bir nevi kaçıştı. Fakat bu kolaycılık ve gerçeklerden kaçış da bizi ne yazık ki iktidar denilen “nazlı gelin”e ulaştırmıyordu.
Bu durum da karmaşık bir durumdu. Ya da biz anlayamıyorduk.
Silahlı kuvvetler duruma neden el koymuştu, neden el koymak için bu kadar beklemişti, 2 Eylül 1980 sonrasında elinde bulunan yetkiler 12 Eylül 1980 tarihinden önce yok muydu, yoksa vardı da kullanmamış mıydı, kullanmamışsa neden kullanmamıştı. Hükümetler Terörün önlenmesi ve kardeş kavgasının bitmesi konusunda Türk Silahlı Kuvvetlerine gereken yetkiyi vermemiş miydi, bu yetkileri Özellikle de en son iktidar mevkiinde bulunan Demirel vermemiş miydi, vermemişse neden vermemişti. Bu yetkiyi vermişse Askerlerimiz bu yetkiyi neden kullanmamışlardı da 12 Eylül sabahını beklemişlerdi gibi sorular ve bilinmeyenler kafamızı karıştıran önemli sorulardı.
Bizler de ister istemez kendi kendimize düşünüyor ve “bu terör neden bitirilemiyor, asayiş temin edilemiyor” diyorduk.
“Hükümet Askerlere söz mü geçiremiyor, ya da askerler sivil hükümetleri pek dinlemiyor ve ciddiye almıyorlar” diye de aklımızdan geçmiyor değildi.
12 Eylül Askeri darbesinden sonraki yıllarda öğrenecektik ki O günün iktidarı askerlerimize her türlü yetkiyi vermiş, terörü bitirmek için ne gerekiyorsa yapın demişti.
Ve yine görecektik ki. 12 Eylül 1980 darbesinden sonra gazeteci Mehmet Ali Birant tarafından kaleme alınan “12 Eylül 04.00” isimli kitapta. O zamanın Genel Kurmay Başkanı olan Kenan Evren’in Osmanlıca olarak tuttuğu kırmızı kaplı defterinden faydalanılarak yazılan kitapta, 12 Eylül 1980 tarihinden bir yıl önceden itibaren askeri bir müdahalenin zeminlerinin yoklandığı ortaya çıkacaktı.
Fakat hayret edilecek şey o kadar çoktu ki, 12 Eylül sabahından itibaren önemli bir gelişme olmuştu: 11 Eylül akşamına kadar süren terör eylemleri 12 Eylül gününden itibaren kesiliverecekti. Nitekim öyle oldu, 13 Eylül 1980 günü ülkede ne terör vardı ne de anarşi. Ne olmuştu bu kadar anarşiste ve nereye gitmişlerdi. Bu konular şimdilik bizim bilinmeyenlerimiz arasındaydı. 12 Eylül darbesi ile birlikte gerçi iç endişelerimiz kartal ve ok muhabbetimiz sona ermiş olmasına rağmen görüldü ki teşkilatımız darmadağın oldu.
12 Eylül’ün yaklaştığı günlerde-aylarda tırmanan terör nedeniyle bunalan milletimiz ve aklıselim sahibi insanlarda Türk Silahlı Kuvvetlerinin bir müdahalesini beklemiş ve istemiş de olabilirlerdi
Partimizin kapatılabilmesi için “Nuh tufanı gerekir” diye düşünüyorken ne yazık ki “Nuh Tufanı” olmadan partimiz kapatılmış ve tüm yöneticiler tutuklanmış veya aranıyordu. Demek ki partimizin kapatılması için “Nuh Tufanı” olması gerekmiyormuş. “Nuh Tufanı” iddiamız doğru bir iddia değilmiş. Ya da biz o günlerde kendimizi olduğumuzdan daha güçlü hissediyor olmalıydık. Bu güven yersiz bir güvenmiş!…