Dün şehirde biraz işim vardı, gideceğim yer de biraz uzak. Arabaya bindim. Şehrin ufuklarında Bozdağlar var, gözüm de orada. Baktım başları dumanlı. Herhalde bir sıkıntıları olmalıydı, bir gidip ziyaret edeyim dedim.
İşimi bitirdikten sonra yola çıktım. Beni gördü ya, derdini dökecek artık. Uzaktan başladı konuşmaya;
“Bugün benim efkârım var, zarım var.”
İçli içli söylüyordu.
Sanki vefasız bir yâri vardı. Sanki el ele halaya durdukları arkadaşları kendini terk etmişti. Sanki kuşları göçmüştü uzaklara. Sanki Ferhat yaşıyordu da bağrını delmişti.
Söylemesi yetmedi bir de sitem etti Feyzi Halıcı’nın şiiriyle;
“Efkârım zor gelir dile,
Sözüm sohbetim mert ile,
Nice onulmaz dert ile,
Koydunuz baş başa beni.”
Söylediklerinin gerçekle hiç alâkası yoktu. Zaten her fırsatta, biraz vaktim varsa ziyaretine gidiyordum. Her ne kadar “nice onulmaz dert ile koydunuz baş başa beni” dese de kendi istemişti toprağa bağlı olmayı. Ben mi dedim başın kadar yükseğini de yerin içine sakla, öylece dur diye.
Benim bir “seyir tepem” var köye yakın. Oraya çıkarken baktım taşların bir yanı yosun tutmuş. Her taş mücevher değil ama dağların her taşı mücevher güzelliğinde. Dost gibi.
Tepeye çıktım.
Baktım dağların başında pare pare bulut var, ben de söyledim;
“Başı pare pare, dumanlı dağlar,
Duman eğlenir mi kar olmayınca.
Bana diyorlar ki sen gönül eğle,
Gönül eğlenir mi yâr olmayınca.”
Oradan bir fotoğraf çektim, bizim çoban Hasan’a gönderdim. “Dağlar dumanlanmış, artık kar zamanı” dedi.
Durduğum yerin altında koyunlar yayılıyor. Çoban koyunlarına sesleniyor, koyunlar ona. Çıngırak sesleri geliyor aşağıdan. Karacaoğlan demiş ya;
“Koyun meler, kuzu meler,
Sular hendeğine dolar,
Ağlayanlar bir gün güler,
Gamlanma gönül gamlanma.”
Yine gam yükünün kervanı mı gelmişti acaba bilemedim. Kervan önemliydi ama taşıdığı yük önemli yapardı kervanı. Kervandan arta kalan izleri taşırdık içimizde.
Bir türkümüz vardı bizim;
“Niye gamlanırsın divane gönül,
Elbet bir gün bu kış biter yaz gelir.
Ben dertliyim diye etme şikâyet,
Gerçeklere cahil taşı vız gelir.”
Dağlar dağlıyordu insanı ama dağ güzellikti.
Dağın efkârı boşunaydı.
Dilaver Cebeci Ağabey bizim köyün dağlarına bakmış, dalmış gitmiş, sonra da “Beni dağlara gömün” demişti.
Dağ her şeyi saklardı. Susardı. Her şeyi içine alırdı. Dökülen yapraklar bile bir yere gitmez ağacının dizinin dibinden ayrılmazdı. Kurt, kuş onda barınırdı.
Zaten dağlar dağımdı benim, hem de gam ortağımdı.
Âşık Haydar söylüyordu şimdi;
“Halimi arz ettim dağlara taşa,
Dedim götürmüyor bu gam yükünü.”
Yolcu konaktan hoşlanmazdı. Herkesin cihanı kendi içindeydi.
Irmak da denizden yukarı olurdu.
Hem dağlar denizden daha derin değil miydi?
Tez zamanda gelirim dedim dağlara…
Vefa…
Mehmet Ali KALKAN