“Dost dost diye nicesine sarıldım
Benim sadık yârim kara topraktır
Beyhude dolandım boşa yoruldum
Benim sadık yârim kara topraktır
Nice güzellere bağlandım kaldım
Ne bir vefa gördüm ne fayda buldum
Her türlü isteğim topraktan aldım
Benim sadık yârim kara topraktır”
Bu dizeler, Anadolu irfanından damıtılmış. Vefa ile vefat arasındaki ince ama derin ve köklü bağlantıyı hemen fark etmiş, büyük ozanımız Aşık Veysel. Fani ve geçici olana karşı baki ve mutlak olanın yeğlenmesi gerektiğine vurgu yapıyor. Kur’ân-ı Kerîm’de de Hz. İbrahim’e bu yüzden, “la uhibbulafilin” (ben batıp gidenleri sevmem) demesi, batan güneşe, kaybolup giden aya ve yıldızlara yüz vermemesi nedeniyle “vefalı” denmiyor mu? Bu yüzden kimileri, vefat ile olağan ölüm demek olan “mevt” arasında bir ayrım olduğunu düşünüyorlar. Hz. Yusuf’un “beni öldür” değil de “beni Müslüman olarak vefat ettir” (Yusuf/ 101) diye dua etmesini kendilerine delil olarak gösteriyorlar.
Bakmayın ozanın sitemine, ahiret hayatına işaret eden Allah’ın isimlerinden olan “el-vafi”den (vaadini mutlaka yerine getiren) türeyen vefa, dünya hayatında da insan ilişkilerinde de çok önemli bir kavram. Vefayı kısaca anlatmak, formüle etmek, zor. Sadakat, bağlılık, kadir kıymet bilmek, sözünde durmak, borcunu ödemek, karşılığını vermek, unutmamak gibi birbirleriyle yakından bağlantılı ama farklı anlamları var.
Vefanın her bir anlamında bulunan ortak bir özellik, devamlılık, kararlılık. Bir insan, hayatının her safhasında bu özellikleri gösterebilirse vefası bir erdeme halini alabiliyor. Vefalı insan, bağlı insandır; kendini daha da insaniyetli kılan hatıralarına, düşüncelerine, dostlarına bağlılık gösteren kimsedir. Onları bir anda değiştiren, yokmuş, hiç olmamış gibi davranan vefasızdır. (Vefa, bu nedenle pek sıkça aşk söylemlerine de konu oluyor. Ama kanaatimce aşk söylemlerindeki vefa bahsi burada ele aldığımız halinden biraz farklı ve hayli çetrefil)
Bu devamlılık özelliğini akılda tutmak şartıyla, içerdiği anlamlardan birini öne çıkararak bir vefa anlatısı gerçekleştirmek mümkün. Psikolojik bakımdan sağlıklı olmayı dahi minnet ve şükür üzerine oturtan bir bakışa sahibim (Bakınız: https://www.yenisafak.com/yazarlar/erolgoka/saglikli-psikolojinin-isaretleri-2037313.) Oradan başlayarak da yol alabiliriz ama bu “vefa” yazısında benim tercihim daha ziyade unutma ve sadakat kavşaklarında durarak, dostlukta bir hayli mola vererek ilerlemek…
İnsan unutur. İyi ki de unuturuz, yoksa neyi hatırlamak durumunda olduğumuzun bir önemi kalmazdı. Belleğimizin kapasitesi sonsuz değildir. Geleceğin belleği kaygı ise, Augustinus’un dediği gibi bellek “geçmişin şimdiki zamanıdır.” Hatırladıklarımız sayesinde varız, hatırladıklarımız kadar sadığız. Bu yüzden unutulanlardan olmak istemeyiz. Bizim için bir ilişkinin taşıdığı değere karşımızdaki de sahip çıksın, arada bir bizi ansın isteriz, yaşanılana sadakat bekleriz. Elbette insan, kötüye, kötülüğe de sadakat gösterebilir ama kendi adıma sadakat kavramını yalnızca iyiye, iyiliğe, insan ilişkisindeki sevgiye, dostluğa, hakikate bağlılık manasında kullanıyorum. (Evet, hakikat için de sadakat söz konusudur. Her sadakatsizlik aynı zamanda hakikate de ihanettir!) Kötüye, kötülüğe olan bağlılıklar için başka kelimeler bulmaya çalışıyorum. “Sadakat” ve “sadık” gibi güzel kelimeleri kötülükle yan yana koymaya kıyamıyorum. Sadakat, çıkarcılığa, günü birlik-belleksiz yaşamaya, kendini unutuşa bırakmaya karşı, insandan, insan ilişkisinden, hatırlamadan ve dostluktan yana olabilmektir. Yaşadıklarına, emek ve değer verdiklerine saygılı bir duruşu her zaman gösterebilmektir.
Gelelim vefanın kendisini en billurlaşmış biçimde gösterdiği dostluğa…
“Her şey gönülde cereyan ediyor. Ve insanlar, biz zannediyoruz ki, hâl-i cimâ’dan doğuruyorlar. İnsanlar hâl-i cimâ’dan doğmuyorlar. İnsanları gönül döllüyor. Gönül çocukları onun için ayrı oluyor. Ve gönül çocuklarının çoğu onun için ‘yol evlâdı’ oluyor, ‘bel evlâdı’ olmuyor. Tasavvufta, yol oğlu olmak, bel oğlu olmaktan; yol evlâdı olmak, bel evlâdı olmaktan onun için mukaddemdir… Peygamber-i Ekber, ‘Önce selâm, sonra kelam’ buyuruyorlar, ‘Önce refîk, sonra tarîk’ buyuruyorlar”…
“Dostluk üzerine” Rahmetli Fethi Gemuhluoğlu üstadımıza bu cümleleri söyleten muhteşem bir dini kültürümüz var. Farsça “dost” sözü dilimize geçip bizim haline gelmeden önce, “arkadaş” demişiz yakınlarımıza, Sırtını, gözünün göremediği, düşmanın yanaşacağı arkanı yaslayacağın manasında… “Arkadaş” dediğimiz kişiyi, aynı karnı paylaştığımız kardeşten (karındaş) bile yeğ tutmuşuz. Aynı yolu yürüdüğümüzde arkadaşlık makamı daha da kıymetlenmiş, yoldaşlığa yükselmiş. Yoldaşlığı yücelten yoldur lakin yoldaş olmadan yol, manasını tam bulamaz. Bu nedenle olsa gerek, yol evladı olmanın bel evladı olmaktan evla olduğu anlayışını çarçabuk benimsemişiz. Zaman içinde arkadaşlar arasında farklılıklar olduğunu gördükçe, gündelik dilde kelimeler arasında kendiliğinden bir hiyerarşi oluşmuş, “dost” kelimesi, bize kardeşimizden bile daha yakın olanlar için kullanılmaya başlanmış, “arkadaş” bir adım geriden gelmiş.
Batıda dostluk üzerine literatür, elbette bizimki gibi zengin değil. Ama orada da gören gözler, görülmesi gerekeni görüyor. “Arkadaşlıkta Saadete Dair”in yazarı Wilhelm Schmid de yakın arkadaşlığın aşka benzerliğini fark edenlerden. Küçük kitabında fırsat buldukça bu ikisini kıyaslıyor. Çoğu zaman arkadaşlık, aşka ağır basıyor. Kitabında sözünü ettiği Aristo’nun 2500 yıl önce yaptığı arkadaşlık türleri ayrımı bugün de hala geçerli görünüyor. Arkadaşlığın bir türü, beraber eğlenmeye odaklanır, diğer türünde ise çıkar ve fayda esastır. Hakiki arkadaşlık ise bu ikisinden de çok farklı; tüm hesaplardan uzak, ruhların birbirine gerçekten dokunabilmesini amaçlıyor ve birçok saadete vesile oluyor. Şu aşağıda sayılan mutluluklar, arkadaşlığın hakiki olduğunun işaretleri.
Her şeyden önce arkadaşın sadece varlığı bile başlı başına mutluluk nedenidir. İki taraf da arkadaşlığı yaşamla doldurmak için çabalar… Mutluluk, paylaşılan güzel tecrübelerdir… Mutluluk, yoğun duygudaşlıktır, içten yakınlık ve anlam duygusudur. Arkadaş, seni tanımasına rağmen sevmeye devam eden kimsedir… Mutluluk, arkadaşla daimi konuşma halinde olmaktır. Arkadaşlar farklı dünyalarda olmalarına rağmen yakın olduklarını hissederler; her ana birbirleri için hazır ve nazırdır… Mutluluk, yapılan samimi yorumlarla arkadaşı hayata hazırlama, sorunlarla baş etmesinde ona yardımcı olmadır… Mutluluk, arkadaşa karşı dürüstlük ve açık sözlülüktür. Arkadaşlar, birbirlerine her şeyi emanet edebilirler, asla birbirlerinden çekinmezler… Mutluluk, arkadaşımın dışarıdan bana yönelmiş bakışıdır, ufkum daraldığında genişletmesidir… Mutluluk, yaşamda bir şey ters gittiğinde arkadaşına kaçabilmektir… Mutluluk, beraberce mutsuz da olabilmektir… Mutluluk, arkadaşıyla beraberken, en ücra yerde bile evinde hissetmektir…
Vefanın, sadakatin hakikat ile bağına değinip geçmiştim. Bitirirken, vefa ve sadakatin, aynı zamanda ahlak demek olduğunu da belirtmek isterim. Ahlak gelecekte değil, geçmişte kökleşir, ahlaki devamlılığı içinde doğduğumuz gelenekten devralır, sürdürür ve becerebilirsek geliştiririz.
Bunca sözden sonra, artık bana “acımasız”dan daha olumsuz bir kötü insan özelliği diye sorulduğunda, yanlış anlaşılmaktan korkmadan, “vefasız” diye cevap veririm diyebilirim sanırım. Aşık Veysel ile açtığım yazıyı Pir Sultan Abdal ile bitirebilirim.
Bin cefalar etsen almam üstüme
Gayet şirin geldi dillerin dostum
Varıp yadellere meyil verirsen
Kış ola bağlana yolların dostum
İlahi onmaya yardan ayıran
Bahçede bülbüller ötüyor uyan
Kula gölge ise Allah’a ayan
Senden ayrılalı gülmedim dostum
Pir Sultan Abdal’ım gülüm dermişler
Bu şirin canıma nasıl kıymışlar
İster isem dünya malın vermişler
Sensiz dünya malı neylerim dostum
Kaynak: Muhit Dergisi, 4. sayı, Nisan 2020.