Bugün İstanbul nüfusu resmî rakamlara göre 16 milyonun üzerinde. Gerçek yaşayan sayısının bu rakamların çok üzerinde olduğu da biliniyor. Bu veriler eşik değerlere ulaştığımızı ve bunu aştığımızı ve İstanbul’un nüfus artışını tetikleyecek tüm proje uygulamaların önüne geçilmesi gerektiğini açıkça gösteriyor. İstanbul’a ek yük getirecek projelerin bu kent bölgede yer almasının yaratacağı olumsuz koşulları tartışan pek çok çalışmaların da gösterdiği gibi İstanbul’un sorunlarını İstanbul içinde çözmek çok da mümkün değil.
*****
Prof. Dr. Ayda ERAYDIN[i]
6-7 Şubat 2023’de çok yıkıcı ve kentleri enkaz haline getiren bir deprem yaşadık. Bu deprem bizlere hem yaşadığımız binaların hem de yaşam alanlarımızın ne denli özensiz bir şekilde inşa edildiğini gösterdi. Mevcut yapılaşmanın, yasaların tanımladığı kurallara uygun olmayan bir şekilde gerçekleştirildiğini ve planlamayı dışlayan bir anlayışın egemen olduğunu da ortaya koydu. Hemen ardından gelen dönemde bina yapımı, güçlendirmesi, jeolojik ve zemin etütleri konusunda çok sayıda tartışma gerçekleşti. Yapılması gerekenler üzerinde duruldu. Bir yandan da yeni konut alanları için temel atma çalışmaları başladı. 24 Şubat 2023’te Resmi Gazete’de yayınlanan “Olağanüstü Hal Kapsamında Yerleşme ve Yapılaşmaya İlişkin Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi”nde olduğu gibi planlama olmadan uygulama yapılabilmesinin önü açıldı.
Depreme dayanaklı binalar ve zemin etütlerine yönelik tartışmalar elbette çok önemli, ancak bütün bu tartışmalar dar bir alanda yoğunlaşıyor. Gerçek anlamda depreme dirençli, güvenli ve yaşanabilir kentlerin olduğu, doğal ve ekolojik kaynakların doğru kullanıldığı bölgelerin nasıl planlanması ve mekânsal örüntülerinin nasıl şekillenmesi gerektiği konularını geri plana itiyor. Diğer bir deyişle mikro değerlendirmelere ilişkin tartışmalar diğer konuların önüne geçiyor.
Oysa bugün üzerinde durmamız gereken konuların başında bölgelerimizi afetlere ve diğer beklenmedik tehditlere dayanıklı olacak şekilde planlanmak, bu amaçla kentsel ve kırsal yerleşmeleri çevreye ve ekosistemlere duyarlı olacak biçimde yapılandırmak geliyor. Bu konular tam da günümüzde benimsenen bölge planlama yaklaşımının odağını oluşturuyor.
Yeni bir planlama anlayışı
Son on yılda gelişen bölgesel gelişme kuramları, politikaları ve bu kapsamda hazırlanan planlar, yeni dünya düzeninde artan ekonomik ve siyasal belirsizliklerin yanı sıra sıklığı artan doğal afetler nedeniyle beklenmedik koşullara uyum sağlayabilecek bölgelerin oluşturulmasına odaklanıyor.
Bu yaklaşım, pek çok ülkede yasalarda ve yönetmeliklerde yansıma buluyor, bölge planları ve uygulamalar bu çerçevede hazırlanıyor, fakat ne yazık ki Türkiye’de bölge planları göstermelik hale getiriliyor, mekânsal içeriğinden kopartılıyor ve bölge planlama tümüyle gündemden kaldırılmaya çalışılıyor. Bir zamanlar farklı kurumlar tarafından paylaşılamayan bölge planlamanın hangi kurumun görev tanımı içinde olduğu bile net olarak anlaşılamıyor.
Yeni planlama anlayışının odağında mevcut mekânsal sistemlerin kırılganlıklarının artması yer alıyor. Rekabet üzerine kurulu küresel ekonomik düzenin yarattığı sorunlar, işsizlik oranlarında artış ve gelir dağılımındaki bozulmalar, bazı sosyal grupları dışlayıcı ve eşitsizlikleri artırıcı süreçlerin egemen duruma gelmesi bölgelerin ekonomik ve sosyal kırılganlıklarını artırıyor. Kentsel ekosistemler üzerindeki artan rant baskısı, ekolojik hizmet taleplerindeki artış, kentlerin yayılmasının temiz su kaynakları üzerinde yarattığı olumsuzluklar, iklim değişiklikleri ve beklenmedik ekolojik ve çevresel sorunlardaki ve afetlerin sıklığındaki artışlar, doğru arazi kullanımını sağlayacak bölge planlamayı zorunlu hale getiriyor. Depremsellik ise bu gereksinimin en önemli boyutunu oluşturuyor.
Planlamanın ana ilkeleri ne olmalı?
Bu bağlamda, bölgelerin değişen (ekonomik, sosyal, siyasal, çevresel ve ekolojik) uyum kapasitenin artırılması ve bölgelerin hem anlık hem de uzun süreli değişimlere hazırlıklı ve donanımlı hale getirilmesi, bölgenin kırılganlıklarının azaltılması, ekosistemi tehdit eden gelişmelere karşı direncin artırılması ve bölgelere kendini örgütleyebilme becerisi kazandırılması ana ilkler olarak ortaya çıkıyor.
Yukarıda ana amacı ve ilkeleri belirlenen planlama anlayışı oldukça soyut olmasına karşın, kullanılan yöntem belirlendiğinde daha net anlaşılabilir hale gelmekte. Aşağıda ana başlıkları verilen yöntem, bölgenin mevcut kaynaklarının ve gelişim kapasitesinin tanımlanması ötesine geçerek farklı bir yaklaşım öneriyor.
- Bölgeler ve yerleşmelerin sürdürülebilirliği için ana tehditlerin belirlenmesi
- Bölgesel ve kentsel sistemlerin kırılganlıklarının saptanması
- Tehditlerin (ekonomik, ekolojik, sosyal ve siyasal) kırılganlıkları nasıl etkileyeceğinin belirlenmesi
- Bölge ve kentlerin tehditlere karşı uyum kapasitesinin irdelenmesi
- Planlama öncelikleri ve planlamada kritik eşik ve faktörlerin tanımlanması
- Bu eşikleri göz önüne alan kentsel örüntü ve yerleşme düzeni öngörülerek sürdürülebilir bir bölgesel mekânsal düzeninin oluşturulması
- Bu yapıyı destekleyecek ve bölgede yaşayanların refah düzeyini artıracak bir ekonomik yapının ve bu yapının mekânsal yansımalarının bir denge içinde geliştirilmesi
Bu yaklaşımda bölgesel yapıyı daha dayanıklı ve nitelikli hale getirmenin ön plana çıkarılması bölgelerin nüfus ve faaliyet taşıma kapasitelerinin belirlenerek bir yerleşme dokusu tanımlanması özellikle afet tehdidi altında olan bölgeler açısından çok önemli.
Neden bölge planlama özellikle afet riski taşıyan bölgeler için önemli?
Yukarıdaki tartışmaların altını çizdiği gibi planlamanın odaklanması gereken en önemli noktalardan biri, bölge için ana tehditlerin ve kırılganlıkların belirlenmesi.
Türkiye’de bu tehditlerin önemli bir bölümü zaten biliniyor. Örneğin 6-7 Şubat Kahramanmaraş depremi sonrasında enkaz haline dönen bölge için depremin en önemli tehdit olduğu herkesin bildiği bir gerçek. Bu tehditle karşı karşıya kalacak ve etkilenecek (kırılgan) yöre ve kentlerin saptanması ise zaten yapılmış, bu durumda tüm bu bölgenin planlamasında bu kırılganlığı azaltacak bir mekânsal örüntünün belirlenmesi ve zarar görmesi olası olan alanlar için dayanıklılığı artıracak düzenlemelerin yapılması gerekirken, bu alanlarda yapılaşmaya devam edilmesi, kamu altyapısının bu alanlarda gerçekleştirilmesi, ekolojik olarak en hassas bölgelerdeki yerleşmelerin büyümesine ve denetimsiz bir şekilde yayılmalarına izin verilmesi, ancak mevcut düzenin önceliklerinin çok farklı olması ile açıklanabilir.
Deprem sonrasındaki uygulamalar ise gerçekten yine bölge ve kent planlamanın tümüyle dışlandığı bir ortamı tanımlıyor. Zeminin sağlam olduğu varsayılan boş alanlar belirlenerek, acilen bu alanlarda konutlar inşaatına başlamak yeni kırılganlıklara davetiye çıkarıyor. Mekânsal kopukluklar, kamu altyapısının verimli bir şekilde gerçekleşememesi, ulaşılabilirlik ve diğer ulaşım odaklı sorunlar yanı sıra sosyal altyapının ortadan kalkması, yaşam kültürünün hırpalanması gibi farklı yeni kırılganlık alanları ortaya çıkarıyor ve parçaçıl kararlarla gerçekleşecek yapılaşmanın bölgeye getireceği yeni sorunlar irdelenmiyor. Şu andaki durum ne yazık ki deprem öncesinden hiç farklı değil, depreme dayanıklı yapılar yapılmaya çalışılırken daha farklı olumsuzlukların çıkması, bütünlüğünü ve kimliğini kaybeden bölge ve kentlerin çıkması çok olası.
İstanbul’u bekleyen riskler
6-7 Şubat depremi ve sonrasında yaşananlar, doğal olarak diğer kent ve bölgelere yönelik tartışmaları tetikliyor. Bu bağlamda aklımıza gelen ilk kent bölge İstanbul. Türkiye nüfusunun yüzde 18,7’sinin yaşadığı İstanbul doğal olarak tartışmalarda ön sırayı alıyor. Tartışmaların büyük bir bölümü ise mevcut konutların yıkılıp yenilerinin yapılması veya güçlendirilmesine odaklanıyor ve kentsel dönüşüm başlığı altında tartışılıyor.
Ancak bu tartışmalar İstanbul’un diğer önemli sorunlarını ve bunlara nasıl yaklaşılması gerektiğini ikinci plana itiyor ve bu konuda 1963 yılında yapılan Doğu Marmara ön planından başlayarak İstanbul’u yakın çevresi ile bir bütün olarak ele alan araştırma ve planlar ve bunların önerileri gündeme getirilmiyor.
İstanbul’a ilişkin yapılan çok sayıda çalışmanın da belirttiği gibi İstanbul’un deprem başta olmak üzere pek çok konuda kırılganlıkları var. Örneğin 2003 yılında hazırlanan Deprem Master Planı’nda İstanbul’un deprem açısından çok ayrıntılı bir değerlendirmesi yapılmış, riskli alanlar belirlenmiş ve sadece bina bazında değil, yerleşim alanları için de öneriler getirilmiş.
Depremin yanı sıra içme ve kullanma suyu kaynaklarının yetersizliği de İstanbul için çok önemli. İstanbul’da bulunan başlıca su havzalarının tehdit altında olduğu, pek çok sanayi kuruluşunun, sanayi bölgelerinin ve konut alanlarının su havzaları içinde yer aldığı, bazı su kaynaklarının içme suyu amaçlı kullanılamadığı ve artan nüfusa yetebilecek miktarda suyun yakın su havzalarından sağlanmasının mümkün olmadığı yine araştırma ve plan raporlarında belirtilmiş.
İstanbul’un sürekli büyümesi ve kentin kuzeyine doğru yerleşim alanlarının açılması ile mevcut orman alanlarının yok olmasının hem su kaynakları hem de hava kalitesi için önemli bir tehdit oluşturduğu yine altı çizilen konular arasında yer alıyor. Kuzey ormanlarının kaybedilmesi mevcut ekolojik yapıyı kırılgan hale getiriyor. İstanbul’un üzerinde yer aldığı coğrafyadaki endemik türlerin tehdit altında olduğu pek çok çalışmada dile getirilmiş.
Diğer bir deyişle, pek çok konuda İstanbul’un doğal eşiklerini ve hassas olduğu alanları saptayan çalışmalar yapılmış ve 2005 yılında yapılan İstanbul Strateji Raporu’nda tüm doğal eşikler dikkate alındığında İstanbul için eşik nüfus 16-17 milyon olarak hesaplanmış.
İstanbul için ne yapmalı?
Bugün İstanbul nüfusu resmî rakamlara göre 16 milyonun üzerinde. Gerçek yaşayan sayısının bu rakamların çok üzerinde olduğu da biliniyor. Bu veriler eşik değerlere ulaştığımızı ve bunu aştığımızı ve İstanbul’un nüfus artışını tetikleyecek tüm proje uygulamaların önüne geçilmesi gerektiğini açıkça gösteriyor. İstanbul’a ek yük getirecek projelerin bu kent bölgede yer almasının yaratacağı olumsuz koşulları tartışan pek çok çalışmaların da gösterdiği gibi İstanbul’un sorunlarını İstanbul içinde çözmek çok da mümkün değil.
Bu noktada bölge planlama öğretisi ve uygulaması devreye girmek zorunda. İstanbul’a yönelik baskının önlenmesi için İstanbul ili ile sınırlı kalmayan planlama ve uygulamaların yapılması gerekiyor. Bu konuda da yapılmış eski ve yeni çok sayıda plan, plan raporu ve akademik çalışma var. En yenilerinden biri 2021 yılında Marmara Belediyeler Birliği tarafından hazırlatılan Marmara Bölgesi Mekânsal Gelişme Stratejik Çerçeve Belgesi.
Kısaca, depremle birlikte ortaya çıkan kaygılar sadece İstanbul için değil, ama başka sorunlarla da baş etmek zorunda olan bölgeler ve kentler için güvenli, afetlere dirençli, sürdürülebilir ve kırılganlıkları fırsata çevirebilecek bir yerleşme düzeni ve ekonomik yapısı olan bölgeler geliştirme zorunluğunu bir kez daha hatırlatıyor.
Elimizde çok önemli bir birikim, deneyim ve bu konuda yetkin insan gücü de var. Önemli olan, bölge planlamanın önemini anımsayarak elimizde kalanları yitirmeden eyleme geçebilmek.
———————————————
Kaynak:
https://fikirturu.com/insan/ya-bolgesel-planlama-ya-da-yasanmaz-sehirler/
***
[i] Prof. Dr. Ayda Eraydın – Prof. Dr. Ayda Eraydın Orta Doğu Teknik Üniversitesi (ODTÜ) Şehir ve Bölge Planlama Bölümünden emekli olup, halen bu bölümde ders vermeye devam etmektedir. Ayda Eraydın 1986-2018 yılları ODTÜ Şehir ve Bölge Planlama Bölümünde, 1978-86 yılları arasında Devlet Planlama Teşkilatında görev yapmıştır. 1999 yılında Institute of Developing Economies’de (Tokyo) misafir öğretim üyesi olarak bulunmuştur. İlgi alanları arasında Bölge Planlama; Yerel ekonomik Gelişme; Kümelenme; Kentsel bölgeler; Sanayi coğrafyası; Kentsel ve bölgesel gelişme; ve Planlama kuramları yer almaktadır. Eraydın’ın 5’i uluslararası yayınevleri, 18’i yurt içinde yayınlanmış kitabı, 30’u yurtdışındaki hakemli dergilerde, 21 tanesi yurtdışında kitap bölümü olarak yayınlanan çalışması ile yurt içi ve dışında yayınlanan 85’in üzerinde makalesi bulunmaktadır. Uluslararası fonlarla desteklenen projelerde yöneticilik yanı sıra, çeşitli uluslararası kuruluşlara danışmanlık hizmeti veren Eraydın, Türkiye’de gerçekleştirilen çeşitli Bölge Planlama projeleri ve TUBİTAK projelerinde de yer almıştır.