“Bir lisân, bir insân” demişler, kişinin değerinin, bildiği dillerle orantılı olarak artacağına işâret etmişler. Yabancı dil öğrenilmesine büyük önem verdik, bu işin üzerine dehşetengîz bir tehâlükle atıldık ve hiçbir kayıt, hiçbir sınırlama tanımadan her türlü gayreti göstermekte devâm ediyoruz. Öyle ki, Ortaöğretim ve İlköğretimde İngilizce öğretmeğe kalkışmakla yetinmeyip, işi Anaokulu seviyesine kadar indirdik. Türkiyenin bâzı şehirlerinde dolaşan bir yabancı, dükkân isimlerini görünce burasının bir sömürge idiği veya sömürgelikten yeni çıkmış bir ülke olduğu zannına kapılabilir. Bu konudaki şaşkınlığımıza pâyân yoktur.
Peki, okullarımızda yabancı dil öğreniliyor mu? Bu sorunun cevâbı, maalesef “KOCAMAN BİR HAYIR”dır. Pek çok okulda sınıfların mevcûdu, ortalama 60 – 70 öğrencidir, yabancı dil derslerinde öğrencilerin pek çoğu kopya çekerek not alırlar; dil öğrenmezler. Öyle kalabalık sınıflarda, ancak çok meraklı, ön sıralarda oturabilmiş 3-5 öğrenci yabancı dilden ‘bir şeyler’ öğrenebilir. Yıllar ve yıllar boyu, kendimizi aldatmakta devâm edegeldik.
Bu “kendimizi aldatmanın mâliyeti” nedir? Düşünelim: o dersleri okutan öğretmenlerin sayısı ne kadardır? herbirine ödenen ücretlerin yekûnu nedir? O öğretmenlerin okudukları yüksek öğretim kurumlarındaki Türk ve yabancı öğretim üyelerine, okutmanlara ne kadar para ödenmektedir? Dışarıdan getirtilen kitapların, sözlüklerin, video şeritlerinin bu millete mâliyeti ne kadardır? Sarfolunan emek ve maddî meblâğ karşılığında elde edilen sonuç nedir? “Devede kulak” deyimi, herhâlde bunun tam karşılığıdır.
Aydınımız yabancı dil bilmesin mi? Tabiî bilsin, hem de çok iyi bilsin, bir değil, birkaç dil öğrensin, dünyâda neler olup bittiğini, bir kısım medyanın sunduğu gibi, “o kadarını” değil, pekçoğunu, kendisi “seçerek” okuyup, yabancı televizyon kanallarını seyrederek, yabancı radyoları dinleyerek, yabancı gazeteleri okuyarak öğrensin. Önemli kitapları, ne derece başarılı yapıldığı şüpheli tercümelerinden değil, orijinallerinden okusun. Üzerinde durulması gereken konu, aydınımıza yabanıcı dilin ne zaman ve nerede öğretileceğidir.
Önce: Anaokulunda, çocuk, kendi anadilini iyi öğrenmeli, diline karşı sevgiyi kazanmalıdır; öğrenci, “Türkçe düşünmek alışkanlığını” kazanmalı, kafa yapısı öyle teşekkül etmelidir, orada yabancı dilin yeri yoktur, o iş sömürgelerde olur. Türkiye sömürge değildir. Bir dili “bilmek”, o dilin bütün dilbilgisi kurallarını bilmek, o dilde pek çok kelime ezberlemiş olmak değildir, “o dille düşünebilmek”tir; bunun için de “kafa yapısının” o dile göre “dizayn edilmesi” gerekir. Kendi çocuğuna, Anaokulunda başka bir milletin dilini öğretmeğe kalkmak, çocuğunu, o milletin kültürüne devşirmğe çalışmak demektir.
İlköğretim Okullarında ve Lise çağında, ‘dil’, herhangi bir ‘ders’ gibi verilmektedir. Halbuki, dilin öğrenilme şartları çok farklıdır; öğrenen, “dilin havasına” girmelidir. Zâten öyle kalabalık sınıflarda bu öğretimin gerçekleşmesi imkânsıza yakın bir olaydır. Binlerce yabancı dil öğretmenini ve birçok ders arasında öğrenciyi bu işle meşgûl etmek faydasızdır, zaman ve emek isrâfıdır, yanlıştır. İlköğretim okulları ve Liselerden yabancı dil dersleri kaldırılmalı, öğrenciler bu işten “âzâd” edilmelidir. (Yabancı kolejler ayrı bir yazı konusudur.)
Yükseköğretimde de yabancı dille öğretimin başarılı olamadığının en tâze, en canlı delîli Cerrahpaşa Tıp Fakültesinde alınan sonuçtur: İngilizce öğretim yapan bölümde okuyan öğrencilerin “giriş” puanları daha yüksek olduğu hâlde, “başarı”ları, Türkçe öğrenim gören öğrencilerinkinden çok daha düşüktür! Yâni, bu fakülteye daha yüksek puanla giren öğrenciler, tıp konularını İngilizce olarak okuduklarında, kendilerinden daha düşük puanla aynı fakülteye girip de aynı konuları Türkçe okuyan öğrencilerden çok daha düşük not alıyorlar (hatırımda yanlış kalmadıysa başarı oranı 2 ye karşı 8!).
Ankara’da İngilizce öğretim yapan bir üniversitemizde de, öğrencilerin, ders çıkışında, öğretim üyesinden, konuyu bir de Türkçe anlatmasını istedikleri de dolaşan söylentiler arasındadır. Demek ki, Yüksek Öğretimde de yabancı dilin kullanılması -eğer gerekiyorsa- yeniden ele alınmalı, dersi verecek öğretim üyesinin ve öğrencilerin o dile gerçekten hâkim olduğu kesinlik kazanmalı, ve yabancı dille öğretim belli derslerle sınırlandırılmalıdır. Bu konuda, rahmetli Prof. Dr. Oktay Sinanoğlu’nun görüşlerinin ciddîye alınması gerektiğini de bu vesîle ile belirtelim.
İnsanlar, bir yabancı dili öğrenmenin gerekliğini anladıklarında o dili öğrenmek için ellerinden geleni yapıyorlar. Devlet, bu konuda düzenleyici olmalıdır, imkân sunmalıdır. Devlet Dil Okulları, yaygınlaştırılabilir. Birçok il merkezlerinde bir Dil Okulu açılıp, o ildeki, İngilizce, Fransızca, Almanca öğretmenlerinden, bu dili en iyi bilen ve öğretebilenler, müktesep aylıklarıyla bu Dil Okullarında görevlendirilirler; diğerleri, kendilerine verilen tercüme işlerine yöneltilirler; zinhâr, evvelce yapıldığı gibi, ‘yabancı dil yerine Türkçe öğretsinler’ denilmemelidir. Türkçe öğretimi, öyle sıradan bir iş değildir.
Böyle bir uygulamada, Devlet, Yüksek Öğretim’deki “Yabancı Dil Öğretmenliği” bölümlerine edegeldiği masraftan kurtulur; öğretim elemanları, kadrolarıyla ilgili Filoloji Bölümü’ne kaydırılırlar. Sâdece “Filoloji Bölümleri” yine devâm eder. Öğrenciler, ilçelere kadar yayılmış olan yabancı dil derslerinden kurtulur, Devletin de binlerce öğretmene ödemekte olduğu meblâğ hazîneye kalır. Üniversiteyi bitirip hayâta atılmış olan da, “ihtiyâç duyunca” bulunduğu ildeki Devlet Dil Okulu’nda -mâkûl bir ücret karşılığında- istediği dili öğrenir. Öğrenimini, “Akşam kursuna devâm” ederek gerçekleştirebileceği gibi, altı aylık veya bir yıllık teksîfî (yoğun/konsantre) kurs da alabilir. Öğretmenlere de, kanunla yükümlü oldukları ders saati dışındaki dersler için ücretleri ödenir. Hattâ bu dil okulları, yapılacak bir düzenleme ile döner sermâyeye kavuşturulur, elde edilen gelirden öğretmen ve idâreciler, görevliler belli oranlarda pay alırlar: bâzı Üniversitelerin Yabancı Diller Bölümlerinin halka açık kursları, buna iyi birer örnektir.
“Avrupa Birliği’ne girmeğe çalıştığımız sırada” diye akl-ı evvellik izhârının gereği yoktur; süregelen uygulama ile yabancı bir dilin öğretilemediği meydândadır; kaldı ki, bizi Avrupa Birliği’ne alıp almayacaklarını hep birlikte göreceğiz.