İskender ÖKSÜZ
Yağmur, Gittiler kitabında tanıdığı, göçmüş 26 insanı anlatıyor. Bunlar insanlar, Bittiği Yerde Başlar’daki gibi birinci elden tanıdığı insanlar. Ancak Gittiler’dekiler daha da öyle. Bazılarını on yıllar boyu, bazılarını hayat boyu gördüğü, bildiği, tanıdığı, sevdiği insanlar. Her iki kitap da ansiklopedilere danışılarak yazılacak insan antolojileri değil.
26 insan anlatıyor, tamamıyla “objektif, soğukkanlı” değerlendirmelerle… Bu klişeye inanmadınız herhalde, sakın inanmayın da! Ne objektif, ne de soğukkanlıdır, çok şükür. Rahmetli Halide Nusret Zorlutuna’yı anlatırken “ürperiyorum” diyor. Aslında Yağmur, kitap boyunca ürperiyor. Eh şair ürperir tabii, ama asıl marifeti bizi de ürpertmektir; öyle de yapıyor. Bazılarının ardından yazdıkları çok yoğun duygu yüklü. Zaman zaman ben ihtiyarın da gözlerini yaşarttı. Bazılarını biraz daha geriye çekilip yazmış ama onlar da objektif falan değil. Tamamiyle objektif, soğukkanlı biyografiyi kim okumak ister ki! Kendisine farkı sordum, bir kısmını vefatın hemen ardından yazmış, bir kısmını bir zaman sonra. Tabiatıyla, birincilerde duygu yoğunluğu daha fazla.
Ben de objektiflik ve soğukkanlılık tuzağına düşmeden size seçtiğim birkaç noktayı nakledeyim. Bunlar beni çarpanlar. Ama seçimimin hiçbir objektifliği yok. Belki bir sonraki okuyuşumda bambaşka şeyler seçerim.
Yağmur, Cemil Meriç okuyucularını uyarıyor: 1967’deki Cemil Meriç ile 1987’deki aynı Cemil Meriç değildir. Ve devam ediyor:
“Nitekim fikri sanatkâr hassasiyeti ve gerginliğiyle söyleyen Bu Ülke, onun elli yıllık ömrünün değil, ömrünün kesif zihin dünyasının özeti olsa da, bütünü değildir. “Umran”ı terk edip “uygarlık”ı tercih eden bir aydın neslinin tenkidi sonra gelecektir. Ve o çerçevede olmakla beraber, bir bakıma Doğu-Batı çizgisini de ifade eden iki kelimeden yola çıkarak yayınladığı eserde bir adım daha ileri gidecektir: Kültürden İrfana.”
Yağmur, ihmal edilmiş dev şair Arif Nihat Asya’dan bahsederken, belki de mutasavvıf Arif Hoca’yı hissederek toplumun bugünkü haline ağlıyor:
“Biz, taassupta yarışıyoruz. Her fikir, her düşünce, hatta her inanç bizim için dört köşelidir. İnanmanın nüvesini aramak şimdi nerede! İnsanlar, bizim için şekilleriyle vardır ve şekilleriyle damgalıdır. Sadece beğeniyor veya nefret ediyoruz. “Neden?” denilse cevabımız yok. Hayatı aritmetik hesaplara bağladık. Toplanıp çıkarılıyor, bölünüp çarpılıyoruz. Karekökümüz alındığında, taassubun zirvesi çıkıyor. Sizin endişeniz bu muydu Hocam?”
Sonra bu feryat, hocanın dilinden de veriliyor; hoca ile Yağmur iç içe geçiyor:
Ne bilsin Selim’ler ne bilsin Sinan, Ki avlun bu kadar küçülecekti… Ey İlahî kubbe; sana avlu, bir Kıta gerekti!
Şu mısralarda, kayıp dünlere ağlıyoruz. Ne kadar seven mısralar, ne kadar ağlayan mısralar ya Rab!
Seller, zelzeleler ne derse desin, Sen, yine, o eski Selimiye’sin… Fakat tarihime, adıma yazık! Ben ne Selim, ne de Sinan’ım artık!
Selim olmak için, Sinan olmak için ağlamak yeter mi, Hocam? “Aşk aşk, aşk!”, gayret, gayret, gayret mi dersiniz bize?
Ne diyordu hoca bir başka şiirinde,
Ağlasın taşlara kapanıp tarih: Selim’ler gelir de Yavuz’lar gelmez.
Kağanlar, hakanlar, başbuğlar doğar. Cengiz’ler, Gazi’ler, Oğuz’lar gelmez!
Bu şiiri ilkokul üç veya dörtte okumaya kalkmıştım da öğretmen, “Bu sana ağır gelir” diye durdurmuştu. Osmanlı yasağı devam ediyordu her halde. Onların Osmanlı yasağı olmasaydı bunların da Türklüğe karşı Osmanlı özentisi doğmazdı. Kim bilir belki o zaman Yağmur’un anlattığı, ya beğenme ya nefret basitliğine mahkûm olmazdık.
CHP’li Bir Milliyetçi: Tahsin Banguoğlu
Prof. Dr. Tahsin Banguoğlu’nu anlatırken seçtiği başlık da bugüne tenkittir aslında: “Halk partili bir milliyetçi”. Sonra devam eder:
“Esasen, çizgisinde bir kırılma yoktur. CHP’de faalken de milliyetçidir. Zaten tek parti döneminin CHP’si içinde hatırı sayılır bir milliyetçi grup vardır. Bunlar içinde aşırı görünenler bile Başbakanlık edebilmişlerdir. Şükrü Saraçoğlu ve Recep Peker bunlardandır. Hatta dinler tarihinin büyük otoritesi Prof. Şemseddin Günaltay da bugün kamuoyuna bir iki sloganla tanıtılmaya çalışılan eski CHP içinde bulunduğu zor kabul edilebilecek isimlerdendir. Zihinler bu kadar dar bir bakışla, gerçeğin bir tarafını örter haldedir.”
Ve sadece fanatikçe seviyor veya “nefret ediyoruz”a geri dönelim… Taha Akyol da Politikada Şiddet kitabında Albert Camus’dan Rus nihilist anarşistlerden Pisarev’in sözünü aktarır: “Darwin haklı olduğuna göre Lamarck hâindir.” Öyle ya insanlar ya kahramandır yahut hain:
“Eğer Tahsin Banguoğlu 2005 sonrası Türkiye’sinde 2015’e kadar yaşasa ve aynı şeyleri yazıp söyleseydi, acaba nasıl karşılanırdı?
Siz nasıl düşünürsünüz bilemem; ama bana kalırsa, çoklarının hücumundan ve belki de hakaretlerinden kurtulamazdı. Başta bugünün yönetici eliti olmak üzere ortaya dökülmüş bir alay “kör kazmacı” tarafından, hiç bilinmeden, sadece ezberlenmiş sloganlarla takdim edilen CHP döneminin sorumlusu ilan edilirdi. Devrin şartları hiç dikkate alınmadan, olan, olmuş gibi görülen-gösterilen her yanlış veya yanlış sayılan işten sorumlu bir insan gibi muamele görürdü. Linç psikolojisi içinde gözü dönmüşleri öne çıkan bugünün sağında iyi karşılanması epeyce güç bir işti. İhtimallerin en kuvvetlisi budur. Bir ihtimal daha var: Söylediklerini alır, orasını burasını eğer büker ve çirkef bir kavganın malzemesi ederlerdi.
Bu şartlar altında, “Aziz üstadım, Türk’ün bu güzel evladı, vaktinde bu dünyadan göçmüş” demek yanlış olmayacaktır. Öyle olduğu için, bugün onu dinlemeye ve anlamaya daha yakınız.”
Müjgan Cumbur Hanımefendi’yi anlattığı bölümde de onun şu hatırasını naklediyor (Yavuz Bülent Bakiler’in Türkistan, Türkistan kitabından):
“UNESCO 1967 yılında, Afganistan’da bir Yazma Eserler Semineri düzenlemişti… On gün süren seminere Türkiye adına ben katılmıştım. Çalıştığımız binanın önünde, seminere katılan delegelerin mensup oldukları milletlerin bayrakları dalgalanıyordu.
Afganistan’da Türkistan’dan göçmen olarak gelmiş Özbek kardeşlerimiz var. Bayrağımızın gönderde dalgalanması, Özbekler arasında büyük bir heyecan doğurmuştu. Gruplar halinde geliyorlar ve bir denizi, efsanelerle yüklü bir dağı veya muhteşem bir manzarayı seyreder gibi, saatlerce bayrağımızı seyrediyorlardı. Afganlı dostlarımız, beni Emanullah Han’ın yazlık köşküne yerleştirmişlerdi. Geceleri orda kalıyordum. Köşk dediğim de, bizim iki katlı, eli yüzü düzgün Anadolu evlerine benziyordu. Köşk Kabil’in 10 km. kadar dışındaydı.
Bir sabah çok erken saatlerde bir kaval sesiyle uyandım… Gördüm ki karşımda bir kerpiç duvarın dibinde 70-75 yaşlarında bir dede, benim pencereme bakarak kaval çalıyor.
Dedenin bir Türk olduğunu görünce daha çok heyecanlandım. Afganistan’da bin Afgan arasından bir Özbek Türkü’nü bir çırpıda bulup çıkarmanız o kadar kolaydır ki!.. Yaşlı Özbek’in yanına gittim. Kavalını duvara dayadı. Beni derin bir saygı ve sevgiyle selamladıktan sonra sordu:
– Bizim bayrağımızı Kabil’de dalgalandıran o kadınefendi sen misin?
– Benim baba!
dedim. Sevimli Özbek’in yüreğime bir ateş parçası gibi düşen sözlerini ömrümün sonuna kadar unutamayacağım:
– O bayrak Türkiye’de dalgalandıkça, biz burada yitip bitmeyeceğiz! Gördüğün gibi ben bir çobanım ve Türküm! Sordum soruşturdum; burada kaldığını öğrendim. Geldim ki, seni kaval sesiyle uyandırayım ve sana süt ikram edeyim.”
Müjgân Cumbur, uzaklara dalarak devam etmişti: “Orada bulunduğum günlerde, o yetmiş beşlik dede her sabah beni kaval çalarak uyandırdı ve bana her sabah koyunlarından sağıp getirdiği sütten ikram etti!”
Babaya Ağıt
Yağmur’un babasının göçüşü üzerine yazdığı yazı o günlerde de çok konuşulmuştu. Bugün, kitapta da o müessiriyetini kaybetmemiş:
“Babam, yayla kültürünün son temsilcilerindendi. Onun kadar her yönüyle yaylacıyı ise ara ki bulasın! O, bir kavalın iki koç, bir kangalın beş koç ettiği devirlerin yaylacısıydı. Hemen herkesin yüzlerce, binlerce mani bildiği, söylediği, hemen her hadisenin dokunaklı bir destanının dillere düştüğü, kadın-erkek beraber konulan-göçülen, iffetle eğlenilen, bir sözün ateşli aşklar, veremler, ölümler getirdiği mesut senelerin yaylacısıydı. Yaylalardaki oyunların önemli bir kısmı, Asya’dan getirdiğimiz harp oyunlarıydı. Akla hayale gelmedik eğlencelerin Asya’daki uzak cetlerimizden hatıralar taşıdığını ne babam, ne de başkaları bilirlerdi. Onlar yurt edindikleri bu yerlere, kendileri olarak gelmişler ve öylece kalmışlardı.”
Türk’ün ağalığı da şöyle anlatılıyor:
“Babam, obabaşıydı; diğer bir tabirle ağaydı. Zannederim, en az 40 yıllık bir ağalığı vardır. Ağa, yaylacılığı en iyi bilen, en güvenilir, en sevilir insanlardan olur. Ağa, bilinen usullerle seçilmez, kendini ilan eder: “Ben oba kuracağım!” der ve etrafında toplanan olursa ağalığı gerçekleşir. Böyle bir açık demokrasisi vardır. Babam, “Ağalık vermekle olur’” düsturuna, ata emaneti olarak pek titizlenirdi. Çobanlarını memnun etmek, ilk prensibiydi. Konu komşuyu görüp gözetmek ondan sonra gelirdi. Çok bilinen, biraz da sevimsiz olarak duyulan ağalıkla bu Türk Ağalığının benzerliği ve münasebeti olmadığı anlaşılıyor.
Son senelerde, anacığım çok yoruluyor diye, babamı hayvancılıktan ve yaylacılıktan vazgeçirmeye çalıştılarsa da başaramadılar. “Sizin elinize mi bakacağım?” dedi. Oğullarına, kızlarına karşı da gururunu ve haysiyetini öne çıkardı. “Ben mezara, koyunlar pazara” dedi. “Üç-beş de olsa ben malımla yaylamazsam çökerim!” dedi.”
Yağmur bahsi dağlarda yankılanan bir Yörük ağıtıyla bitiriyor:
“Giden benim babamdı. Bir efsaneye benzeyen hayatın kozasını örendi. On iki yaşımdan beri, yirmi beş yıldır uzakta da olsam, sadece bayramda da görsem, dağ gibi arkamda hissederdim. Benim dağım devrildi. Ey Torosların Aladağları, benim kadar, siz de yetimsiniz artık! Bağrınızda Elboğlu’na kadar uzanan o yiğit ses yankılanmayacak. Artık insanları sırlı ikliminize davet eden o sevdalı gönül, sevgililer sevgilisine vardı. Siz ne durursunuz Delikkaya, Horoz Kayası, Dede Dağı, Tahtalı Dağları, Yedigöller?
Giden benim babamdı. Göğoluk’tan seslense, Yahyalı’da Temmuz sıcaklığı serinlerdi. Ayağınıza diken batsa, o hissederdi dağlar! Beliniz kırılsa, o tuttururdu. Sisli sabahlarınız, dumanlı akşamlarınızla efkârınız hiç eksilmesin artık! Göğoluk’un Ağası, Ağaların Ağası babam gitti. Derdinizi kim dinler artık?
Siz de benim kadar yetimsiniz a dağlar!”
* * *
Ahmet Hatipoğlu bahsinde yazdıkları günümüzü anlatan vecizedir:
“İki yobazlıktan dert yanardı. Biri din adına dinden uzak yobazlık, diğeri, malum inkılap yobazlığı.”
Cinuçen Tanrıkorur bahsinde Cinuçen Bey’i bütün kalbinizle sevmekle kalmıyor, başında kavak yelleri esen Yağmur Tunalı’yı da bir daha tanıyorsunuz. Sigara düşmanı Cinuçen Bey ve bir deli tiryaki Yağmur:
“Bense tiryakiliğiyle mest, hatta övünen, alabildiğine anarşiye batmış yurt ve üniversite çevresi içinde iflah olmaz bir edebiyat hastası olarak serazat bir ruhla yaşıyordum. Üstelik devrin en önde gelen edebiyat dergisi Hisar’da şiirleri yayınlanan 21 yaşında gencecik bir şairdim. Fakat müzik sevgisi de en az o kadardı ve Türk Musikisiyle ilgili yaşayan herkesi ismen bilir veya tanır, Yüksek Öğretmen Okulu’nda volta atarken Türk milliyetçiliğinin kültür temelinde anlaşılması gerektiğini düşündürmek için kullandığım “Nikoğos Ağa ülkücüydü!” sloganını korkusuzca söylemeyi de ihmal etmez, töreyi bozmuş da sayılmazdım. Müsamaha gördüğüm açıktı.”
Türkçenin Büyük Şairi Vahapzade
Gittiler’de, sadece iki veya üç kişinin arasında geçen, böyle olduğu için de antika kıymetinde olaylar var. Bahtiyar Vahapzade bahsi bunlardan biri:
“Bir defasında, hıçkırıklarını zor zapt ederek, bunlardan birini anlatmıştı. “… hapse atılmıştım. Ailem perişan oldu. Ne yiyip ne içeceklerini bilmiyordum. Fakat şunu bildim: Ben hapisteyken de, çıkıp işsiz kaldığım zamanlarda da her gece, evimin kapısına, her türlü tehlikeyi göze alarak, birileri yiyecek içecek bırakıyorlardı. Onların kim olduğunu hiç bilmedik. Ailem, böyle böyle sefaleti en az seviyede hissetti… Söyle Yağmur, ben bu milleti nasıl sevmem? Uğruna nasıl tehlikeleri göze almam? Onlar için nasıl çırpınmam, nasıl ölmem?”
Yine Vahapzade ile ilgili şu hatıra hepimize derstir. Yağmur, TRT için Vahapzade ile bir röportaj yapar ve röportajın bandının bir kopyasını, Azerbaycan Televizyonu için Bahtiyar Bey’e verir. Bant Azerbaycan’da büyük ilgiyle karşılanır, bir değil, tekrar tekrar yayınlanır. Yağmur buna hayret eder ve sebebini sorduğunda aralarında şu konuşma geçer:
“Sen o röportaja benim, ‘Türkçenin yaşayan en büyük şairlerinden’ olduğumu söyleyerek başladın. Azerbaycan’ı ve beni heyecanlandıran, defalarca yayınlanması için halkın talebine yol açan işte o cümleydi.” Ben şaşırdım: “Bu cümlede fevkalade olan nedir?” dedim…“Malum, Sovyet literatüründe ‘Türk’ , yalnız Türkiye Türklerine ve Ahıskalılara denir. Bizim millet adımız ‘Azerbaycanlı’ ve dilimiz de Azerbaycancadır. Sen beni bir Türk şairi ve Türkçenin büyük bir şairi olarak takdim ettin. Türkiye’de de beni bilinen ve sevilen biri olarak gösterdin. Harika olan ve milleti ferahlatan işte buydu. Bunun için o röportaj, tekrar tekrar yayınlandı…” dedi.”
Hazar Yükseliyor
Gidenler Yağmur’un dostlarıydı ama bazıları on, yirmi hatta daha uzun yıllardır yakınlarıydı. Turan Yazgan Hocamız bunlardan biridir ve şu hâtıra sadece üç insan arasında geçmiştir:
“1991 yılının ağustosunda Kazakistan ve Tataristan’dan sonra Azerbaycan’a gelmiştik. Henüz Sovyetler dağılmamıştı. Elçibey, aranmaktan kurtulmuş ve Halk Cephesi’ni kurmuştu. Millî Hareket’in merkezi Halk Cephesi’ydi. 106 kişilik büyük grubumuzdan seçilmiş 20 kişiyle Elçibey’in akşam yemeği davetindeydik. İlerleyen saatlerde, Gumilyev’in “Hazar’ın sularının yükselişi, her zaman Türklüğün de yükselişini getirmiştir” fikri üzerinde epeyce konuşuldu. Sözle kalınmayacağı, yaşanan duygu yükselişinden anlaşılmıştı. Elçibey ve Turan Hoca gibi iki büyük idealistle onların hissinde coşmaya hazır 40 kadar insanın ne yapacağı artık belliydi.
Gecenin 01:30’unda, ay ışığı tepemizde, hiç bitmeyen rüzgârların şehrinde Hazar Denizi’nin yerleşmenin olmadığı uzakça bir yerindeydik. Deniz, epeyce dalgalıydı.
Hazar’ın yükselip yükselmediği sahilden incelendi. Bir görüş hâkim oldu, evet Hazar yükseliyordu. Muazzam bir müjde gibi duyulan bu hükümden sonra olacak yine belliydi: Hoca ve Elçibey, ayakkabılarını çıkarıp pantolonlarını diz üstüne kadar katlayarak denize girdiler. Hepimiz onlara uyduk. Epeyce serindi. İkazlar üzerine heyetin çoğunluğu sahile çıktı; ancak Hoca ile Elçibey bütün ısrarlara rağmen dönmediler. Birbirlerine sokulmuşlardı. Aya bakıyor ve dua ediyorlardı. Bu görüntünün cazibesine kapılarak, açık kasetli teybimle ben de onlara katıldım. Artık üç kişiydik. Sonraki düşünüşüme göre, söze karışmama rağmen beni gördüklerinden de emin değildim. Durmadan, vecd halinde ve sayıklar gibi gözyaşlarıyla dua ediyorlardı:
“Ya Rab! Ya Rab! Türklüğü yücelt! Türk’e güç ver Ya Rab! Hazar’ı yükselttiğin gibi Türk’ü yükselt!”
Duaya ara veriyor, şiir okumaya başlıyorlardı.
Turan Hoca’nın hafızasında bu kadar şiir olduğuna o vakte kadar şahit olmamıştım. Elçibey’in de Türkiye şairlerini ne kadar iyi bildiğine şaşırmıştım. Pek çok şairden bazı beyitler söylemiş ve “Sakarya Türküsü” şiirini tam metin ezbere okumuştu. Uzun ve bitmemesini istediğimiz, harika bir geceydi. Elçibey ve Turan Hoca’nın Hazar’ın yükselişiyle yükselen heyecanları denizden sonra, kıyıda bir lokantada ıslaklığa aldırmadan daha birkaç saat sürdü.”
Turan Hoca bahsi şu hatırayla kapanır:
“İstanbul Üniversitesi’ndeki törende aziz tabutu başında konuşanlardan Kırım Türklerinin lideri Mustafa Cemiloğlu, bu yapıcılığa başka bir yönden dikkat çekmiş ve demişti ki: “Az önce dinlediğiniz biyografiyi 25 insana dağıtsak yine de her birinin çok parlak bir biyografisi olur.” Hâlbuki çok kısa hazırlanmış ve her şeyi vermeyen bir biyografi okunmuştu.”
Hâlâ özlüyoruz efendim…
————————————————————————
Bu yazı, Türk Edebiyatı Dergisi’nin Şubat – 2017 (520) sayısında yayımlanmış olup, Kıymetli Hocamızın hususî müsaadeleriyle, yayınağımızda da yayımlanmaktadır.