Yahûdîlik – Sayın İkbal Vurucu’nun “Türkçülüğü Yahudiler Mi Başlattı?” yazısına cevaben yazılmıştır.

Yahûdîlerin ‘Türkçülük’ olarak başlattıkları ‘Nasyonalizm’, Türk’ün elinde Hidâyete ererek ‘Milliyetçilik’ Olmuştur.

‘Yanlış Milliyetçilik’ başlıklı yazıma cevap veren Sayın İkbal Vurucu’nun yazısı şöyle:

Prof. Dr. Mehmet Maksudoğlu, Kırmızılar sitesinde “Yanlış Milliyetçilik” isimli bir makale yayımladı. Bu makalede, Türkçülüğü, Osmanlı’nın son devrinde Türkleri İslam’dan uzaklaştırmak için, Yahudilerin başlattığını iddia ediyor. Metinde söz konusu iddianın geçtiği bölüm aynen şöyle:

“Osmanlı’nın son devrinde, Türkleri, İslâm’dan uzaklaştırmak için Türkçülüğü yahûdîler başlattı; LEON KAHUN Türklerin milliyetçi duygularını okşayan Gök Bayrak adlı bir kitap yazmıştır. Sahte Türk kimliği olarak Munis Tekinalp adını kullanan Yahudi dönmesi Moiz Kohen (1883-1961) Türkün Yeni Amentüsü’nü yazmıştır. (Hâkimiyet-i Millîye Matbaası, Ağustos 1928, Ankara). Tekin Alp (Moiz Kohen), Fransa’da, yahûdî mezarlığına gömülmüştür. Yahûdîler için en uygun durum: Türklerin, en büyük güç kaynağı olan İslâm’dan uzaklaştırılmasıdır. Bunun için, zâten Avrupa’ya “her bakımdan” yönelmiş Osmanlı yönetiminde ve fikir çevrelerinde, Avrupa’da     revaçta olan Nasyonalizm akımından olabildiğince faydalanıldı; Türklük (İslâmsız) vurgusu yapıldı. Türkler, Avrupa menşeli Nasyonalizm  akımını, görüşünü, ülkemiz gerçeğine ve şartlarına uyum sağlamak üzere, 1000 yıllık kültürümüz İslâm’la yoğurarak Milliyetçilik hareketine dönüştürdüler. Türk Milliyetçileri, İslâm’a saygılıdırlar. Kaskatı GERÇEK şudur: İslâm’dan sıyrılmış Türk, suyu çekilmiş, posası kalmış portakal gibidir.

***

Yazımdaki, Türkçülüğü iki yahûdînin başlattığını anlattığım, sayın İkbal Vurucu’nun kanaatine göre, ‘iddia’olan sözlerime cevap vermek, Türkçülüğü başlatanların; bu iki yahûdî değil de, başkaları olduğunu GÖSTERMEK, BELİRTMEK, İSPATLAMAK yerine, KOCAMAN; TEMELSİZ, YANLIŞ, HAKSIZ BİR HÜKÜM geliyor:

“Maksudoğlu’nun bu iddialarının ne bilimsel ne de tarihî gerçeklikle bir uyumu söz konusudur.” buyuruluyor!

Halbuki: “Türkçülüğü iki yahûdînin başlattığı iddia ediliyor, ama, Türkçülüğü başlatan o iki yahûdî değil, şu, şu kimselerdi” diye O KİMSELERİ BELİRTMEK gerekmez mi?

O iki yahûdînin, yaptıkları ve Türkçülük akımını nasıl başlattıkları anlatılmışken, bu vâkıaları YOK SAYARAK, OLMAMIŞ GİBİ GÖREREK; ”ne bilimsel ne de tarihî gerçeklikle uyumu söz konusudur” ne demek? 

Yahûdî olduğunu SAKLAYARAK, Munis Tekinalp adını kullanıp Türkleri ALDATAN, yahûdî olduğu, ÖLDÜĞÜ ZAMAN Fransa’da yahûdî mezarlığına gömülünce ANLAŞILAN Moiz Kohen (1883-1961) Türklüğün YENİ ÂMENTÜsü’nü yazmış (Hâkimiyet-i Milliye Matbaası, Ağustos 1928, Ankara), Leon Kahun, Türklerin millî duygularını okşamak için Gök Bayrak adlı kitabını yazmış iken, Türkçülük akımının Osmanlı Devleti’nde böylece BAŞLADIĞI BİLİNİRKEN “bu iddialarının ne bilimsel ne de tarihî gerçeklikle bir uyumu söz konusudur” hükmü NASIL verilebiliyor?

VÂKIA, OLAN, GERÇEK ortada iken, “yaşanılmış” iken, kitaplarda yazılmışken, ilimle, tarihî gerçeklikle UYUM, daha NASIL olacaktır?

Aynı yazıdaki şu ifâdem, bu sayın kardeşimize bir şey anlatmıyor mu:

Türklüğü, Türkçülüğü ön plana çıkaran akım, görüş, elbette gereklidir, milletin hayat sigortasıdır, ama, bunu dengede tutmak, yahûdînin istediği gibi, İslâm’a zıt görmemek gerekir.

Bu ifâdem, ortada iken, “İslâmcı, muhafazakâr ideoloji” mensûbu olduğumu, bu sevgili kardeşimiz NEREDEN çıkarıyor? Yazımı okurken “ayık mı idi?” diye sorarsam, ayıp olmaz mı?

Arda Güler “Ben her şeyin Allah’tan geldiğine inanıyorum” dediği ve suyu oturarak içtiği için (ki Sünnete uygundur) Feridun Gökmen adında, yaşlı başlı bir yurttaşımız, şöyle buyurmuş: “Müslümanım demek, ben Araplaştım demek. İslam Arapların kültürüdür.” İki yahûdînin açtığı o çığır o yörüngede devâm etseydi, işler o anlayışla yürütülseydi, bütün insanlığa hitâb eden İslâm hiç öğretilmeseydi (ki Türkiyemiz böyle bir dönemden geçmiştir), Türk insanı, bu, yaşını başını almış sayın yurttaşımız gibi yetiş(tiril)meğe devâm edecekti.

Bozkurt işâreti yapan Demiral da bizimdir, bizdendir, Türk halkı, onu da bağrına basmış, onu coşkunca desteklemiştir: Merdan Yanardağ müstesnâ.  Sayın Merdan, Demiral’ı, “milleti ikiye böldüğü için” milletten ÖZÜR DİLEMEĞE çağırmıştır. Bozkurt işâreti, bir partinin onlarca yıldır benimsediği işârettir, diye tutturmuş, Cumhûriyet’in ilk yıllarında kâğıt paralarda bozkurt resmi bulunduğunu, bu yurttaşımız, bilmiyor olmalı, yoksa, öyle yanlış bilgi vermezdi, Ankara Türk Ocağı binasına hiç uğramamış olmalı ki oradaki kurt sembolünden de haberi yoktur.

Bozkurt işâretine niçin böyle tepki gösteriyor? diyenin adına bakıyorsunuz: Tv de birlikte konuları 18 dakîkada görüştüğü arkadaşına bakıyorsunuz: Babası, Nişantaşı’ndaki bir bilinen okulda öğretmenlik ve müdürlük yapmış. Acaba? filân diyecek olursanız, sakın haa…  ırkçılığın, faşizmin gereği yoktur…

Hiçbir yurttaşımızın ırkî kimliği, durup dururken bizi ilgilendirmez (Türk kimliğini samîmî olarak benimsemiş olan Levon Panos Dabağyan[1] gibi yurttaşlarımız da var) ama, ‘bizden’ görünüp gerçek kimliğini gizleyenlerden çok çekmiş bir milletin ferdi olarak, “kendini savunmak, her hukukta meşrudur” kaidesi uyarınca, bazı “aykırı” görüş ileri sürenlerin kimliğini merak etmek, en tabiî hakkımız değil midir?

***

Nasyonalizm, 1000 yıldır İslâm kültürüyle yoğrulmuş, şahsiyeti, kimliği öylece yerleşmiş, pekişmiş olan Türk’ün elinde ihtidâ ederek “milliyetçilik” olmuştur. Nasyonalizm’de dine yer yoktur; Türkün benimsediği Milliyetçilikte ise, İslâm, temel unsurlardan biridir; Türk milliyetçileri, İslâma saygılıdır. Nitekim, komünistlerle mücâdele eden milliyetçi gençler: “kanımız aksa da zafer İslâmındır” demekte idiler.

Hemen belirteyim:

İdeoloji saplantısı, insanı, insanlıktan çıkarır, insandaki düşünme, insaf gibi melekeleri felç eder.

  1. İslâmcı değil, MÜSLÜMANIM.
  2. Türklük bilinci taşıyan bir TÜRKÜM.
  3. Geleneği, Töre’yi çok değerli görmekle birlikte, körü körüne MUHAFAZAKÂR değilim.

Açıklayayım:

* Düğünlerde havaya ateş edilmesi geleneğine, alabildiğine karşıyım. Marifet yaptığını zanneden bazı düşüncesiz iki ayaklılar yüzünden mâsûm insanlar ölüyorlar.

* Düğünlerde, ‘âdettir’ diye, birtakım masraflara girilmesine taraftar değilim; çok zengin bile olsa, gösterişli düğün yapanları asla tasvip etmiyorum. Düğünler, masrafsız olmalı; evlenme yaşı, gittikçe yukarı gidiyor, geleceğimiz için hiç iyi değil.

* Askere giden genci uğurlama geleneğini -birtakım tatminsizlerin yaptıkları aşırı, zararlı işlere rağmen- ÇOK BEĞENİYORUM. Hangi millette böyle bir gelenek var? düğüne, bayrama gider gibi …

Yemeği, 1000 yıldır cihâd yolunda, sefer’de yenilen SOFRA olmuş, ‘İslâm’ı, “savaş nârası” olarak bilmiş bir milletin geleneği …

Üniversite öğrencisi iken, bulunduğum şehirden okumak için giderken, rahmetli annemin, arkamdan tas ile su dökmesi, hiç hoşuma gitmezdi, biraz da utanırdım. Yıllar sonra, bu geleneğin, akıncıların arkasından su dökmek olduğunu öğrendim, şimdi, arkamdan su dökülmesi çok hoşuma gidiyor, bu geleneğin devâm etmesini istiyorum. Kısacası, körü körüne muhafazakâr değilim.

Sevgili kardeşimiz İkbal Vurucu, 1960 yılında neredeydi, ne yapardı, bilmiyorum; bu fakîr-i pür taksîr, İzmir’de, öğretmeni olduğum İmam-Hatip Okulu’nda (liseler 6 yıl iken, 7 yıllık bu okulların adı, o zaman öyleydi) Farsça dersine girdiğim öğrencilerime, Atsız’ın Türk Ülküsü’nü, Ahmet Hikmet Müftüoğlu’nun Çağlayanlar’ını okutuyordum. Ahmet Bican Ercilâsun, o öğrenciler arasındaydı.

 (Hüseyin Nihal Atsız’ın da, oğlu, uzun yıllardır yaşadığı Almanya’nın vatandaşlığını almağa tenezzül etmeyen Yağmur Beğ’in de, farkında olmadıkları hâlde, iyi Müslüman oldukları kanâatindeyim; çünkü, Müslümanda olması gereken “Hak öfkesi” sâhibidirler. Atsız’ın cenâzesinde, cemâate, “nasıl bilirsiniz?” diyen İmâm’a: “o musalla taşı, musalla olduğundan beri öyle Er Kişi görmemiştir” diye haykıran rahmetli Fethi Gemuhluoğlu’na, aynen katılıyorum. İki Atsız’ın da, taşıdıkları “Hak öfkesi”nden ötürü, ilâhî mağfirete mazhar olacaklarını umuyorum.)

İstanbul Yüksek İslâm Enstitüsü (1982 den itibaren Marmara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi)’nde öğretim üyesi iken (1973-1996) bazı arkadaşlar, Türklük vurgumdan şikâyet ederlerdi. Yine, görünüşte aramız iyi olan, bir rektör arkadaşım, -yurt dışında okuduğu için- yabancı dili iyi olan oğlumu, -kadro açmayarak, Türklüğümden dolayı- üniversiteye almadı. Diğer bir oğlum, Malezya’da, Milletlerarası İslâm Üniversitesi’nde, Türklüğüm birilerini rahatsız ettiği için, başarılı olamadı; kısacası, epeyce bedel ödedim, şikâyetim de yok: Türk olmak kolay değil. Şimdi de, bir kardeşimin yazısında “İslâmcı-muhafazakâr” oluyorum!

Galiba, “münafık” tipin, tam tersi olduğum için, başıma böyle şeyler geliyor. İmtihan dünyasıdır, olur böyle işler …

 “…arka planında Yahûdî düşmanlığı …” diye başlayan, önyargıya dayalı bazı ifâdelere gelince:

Yahûdîye NİÇİN TOPTAN düşman olayım? Öyle iptidâilik, bönlük, zavallılık, basitlik, gelişmemişlik olur mu? Sözgelişi, bir tarihte, bir toplantıda, o zaman Hahambaşılık’ta müşavir olan, Kütahya’lı, Yusuf adında, Türkçeyi Türk gibi konuşan, nüktedan, sevimli bir gençle tanışmıştım, galiba “Dinler Tarihi” ile ilgili bir toplantıydı. O, kartını verdi, benim yanımda olmadığı için kartımı veremedim, “bir yahûdîden, karşılıksız bir şey almanın keyfini çıkarıyorsunuz” gibi bir şeyler söylemişti. Yusuf Beye niçin düşman olayım? Olsa olsa, öyle zeki, değerli birinin halâ mûsevilikte kalmasını yadırgar, “her halde, alışkanlık, mahalle baskısı,…” der geçerim, ama DÜŞMANLIK? Ne münâsebet!

Yazdığım Osmanlı Tarihi’nde, Hahambaşılık’tan getirttiğim cep takvimlerinden faydalanarak, yahûdî takviminin, kullandığımız hristiyan takviminden daha mantıklı olduğunu belirttim. Bir kavme, toptan düşman olmak, düşüncesizliktir, gelişmemiş kafanın işidir; kavimler, zaman zaman, çıkarları doğrultusunda veya dünya görüşlerini yaymak, üstün kılmak, hâkimiyet kurmak için birbirleriyle savaşmışlardır, o, ayrı bir konu; bir kavme toptan, sürekli olarak düşmanlık beslemek? Hangi kafanın işidir?

Ama, bu millete, KİMLİĞİNİ GİZLEYEREK yol gösteren bir yahûdîyi ortaya koymak, niçin “yahûdî düşmanlığı” olsun?

***

“… komplo teorileri”ne gelince: açıklaması uzun sürer; Merkez Türkiye (Akıl Fikir Yayınları, 0 212 – 514 77 77) kitabımı okumasını tavsiye ederim. Burada, şunları belirtmekle yetinelim:

* İsrail uçaklarının manevra sâhası olarak Konya’yı kullanılması, Türk milletinin arzusu idi, Türk milleti, bunu çok istiyordu (!)

* Tanklarımızın İsrail’de yenilenmesi de millî çıkarlarımıza çok uygundu(!)

* Bazı generaller mason değildi(!)

* Kenan Evren mason değildi(!)

* 1948 yılında İsrail kurulunca, ABD’den hemen sonra Türkiye’nin tanıması, Türk milletinin arzusuna uygundu(!)

* Mason localarında, hiçbir başkan Yahudi değildir(!)

* İttihad Terakki’nin masonlarla hiçbir ilişkisi olmamıştır. Cemal Paşa ve Talat Paşa, mason değildir(!)

* Gerçekten çok cesûr ve vatanperver, ama Almanların Osmanlı ülkesinden “Enverland” diye dolduruşuna gelen, Sultan Reşad’ı noter gibi kullanan Enver Paşa’yı insan, her şeye rağmen, ayrı tutuyor, kendisine, çok asker kırdırdığı için çıkışan veliahd, Sultan Abdülaziz oğlu Yusuf İzzeddin Efendi’nin İttihad Terakki fedâilerince öldürülmesi, olaya intihar süsü verilmesi, hesabını kendisinin vereceği olaylardır, biz, rahmet dileyelim.

* 17. Yüzyılda Sabatay Sevi adında bir yahûdî haham, mesihliğini ilân etmemiş, idama mahkûm olunca sözde müslüman olmamıştır. Onun, yahudiliğini gizleyen, Türk adı taşıyan binlerce takipçisi, günümüzde yaşamamaktadır(!) Bu kripto Yahudilerden hiçbiri, hiçbir etkili mevkide olmamıştır, hepsi, çok fakir insanlardır(!) 14 yıl boyunca dışişleri bakanlığı yapmış olan Tevfik Rüştü Aras, Yahudi dönmesi değildir(!) özbeöz, Bayburtlu, safkan bir Türktür (!) Adnan Menderes, kuşatılmışlığından şikâyet etmemiştir(!) Politikacılarımız içinde, hiçbir kripto yahûdî, hiçbir mason yoktur (!)

Komplo teorilerine saplanıp kalarak her şeyi o zâviyeden açıklayanlar ne kadar yanlış yapıyorlarsa, “komplo teorilerinin hepsi uydurmadır” diyenler de onlar gibi değil midirler? “Aydın” denilen kişi, manevî süzgeç sâhibi olmalıdır, öyle “toptancı”, “düşünme özürlü” olmamalıdır.

***

 “Ezan Türkçe olsun” diyen akıllılar, günümüzde de yok mu? bu yurttaşlarımız, ezan Türkçe olunca, câmiye namaz kılmağa mı koşacaklar? Çocukluğumda, ezanın Türkçe okunduğunu hatırlıyorum, câmide, namaz kılanlar, alçak sesle, aslına uygun ikamet getirirlerdi. Yapılan, (1950 yılında) serbest bırakmadır, isteyen, Türkçe de okuyabilir, ama, namaz kılanlar, aslına uygun şekli tercih etmektedirler. 1960 darbesinden sonra, aynı konu gündeme gelmişti. Babasının, İstanbul’un büyük câmilerinden birinde imâm oluşundan dolayı, Diyânet  İşleri Başkanlığının bağlı olduğu  Devlet Bakanı olarak görev yapan Prof. Dr. Adnan Sadık Erzi, asistanı olduğum Prof. Dr. Hüseyin Yurdaydın’a anlatırken dinledim:

Bir grup “aydın” gelmişler, “Türkçe ezan”, “Türkçe namaz” talebinde bulunmuşlar. Bakan cevap vermiş:

Peki, bir câmi belirleyin, orada bu isteklerinizi yerine getirelim, demiş.

Bu, Türkçe vurgunu, gayretli, ateşli Türkçü (!) çağdaşlar gitmişler, gidiş o gidiş … çoraplarını çıkaracaklar, abdest alacaklar, günde 5 defa namaz kılacaklar… olacak iş değil… konuşup, yazıp ahkâm kesmek, her işe burnunu sokmak varken…

Bu durum, diploma hamallarımızın davranışlarından bir kesittir; pek çok konuda ayakları yere basmaz.

***

“Batı’nın düşüncesinin temelinde yer alan”la başlayan kısma gelince:

Batı’nın DÜŞÜNCESİne (oradaki yaygın görüşlere) DEĞİL, sâdece TEKNİĞİne ihtiyâcımız vardı ve yapabildiğimiz kadar da tekniğini aldık, alıyoruz.

Yine bir yahûdî olan Avram Galanti için aleyhte söz söyleyenimiz var mı? hattâ, ondan sitâyişle bahsedenlerimiz de vardır.

***

Sayın Vurucu kardeşimin “… Türk milliyetçiliğini küçümsemenin ve ötekileştirmenin bir sonucudur” hükmü, üniversite öğrenciliğinden (1956) beri bir nasıl bir kimliği olduğu bilinen  Maksudoğlu’nu hedef aldığında, komik, acıklı olmuyor mu?

Fesübhânallah!

“Türk milliyetçisi olarak kendini tanıyanlar ise “İslâm eşittir Türklük” yargısını benimsemektedir. Oysa, İslâm eşittir Türklük olsaydı Osmanlı’da Türkçülük diye bir akımın doğmasına ihtiyaç hissedilmezdi” cümlesine gelince:

Türklüğün İslâmla yoğrulmuş olması öyle kesin, köklü bir vâkıadır ki, hiç de Türk dostu olmayan Prof. Dr. Bernard Lewis bile, “bir Batı’lı, Fas veya İsfahan’da bile Müslüman olsa, onun için ‘Türk oldu’ denirdi”[2] demekten kendini alamıyor.

“İslâm eşittir Türklük” konusuna gelince:

Tanzîmâtçıların da YANILDIĞI nokta burasıdır: İslâm, “var” zannediliyordu, halbuki, “yok” hükmünde idi, “âdet”, “gelenek” olarak kalmıştı, VİCDANLARDA pek yeri yoktu. Onun içindir ki, Tanzîmât münevverinin kafasında esas düşünce, “var” zannedilen İslâm’dan KURTULMAK idi (ki o düşünce ve tutum, günümüz diploma hamallarının çoğunda devâm etmektedir). Bu durum, ateşli bir ilerici olup çağdaşlığı savunan Ziya Paşa’nın bile hoşuna gitmemiş, ona şöyle dedirtmişti:

İslâm imiş millete pâ-bend-i terakki   Milletin yükselmesine ayak-bağı İslâm imiş;

Evvel yoğ idi, işbu rivâyet yeni çıktı     Önceleri yoktu, bu söylem de yeni çıktı.

***

Nasyonalizm konusunda, en son Türk milliyetçiliğinin ortaya çıkmış olduğunun belirtilmesi, doğrudur. Nasyonalizmin önde gidenlerinden “Mussolini diyor ki: “Biz bir Myth’imizi (efsanemizi, ustûremizi, masalımızı) yarattık. Ustûre (efsâne) olmak, bir ümit olmak, bir inanç cesâret olmak itibariyle bir gerçekliktir. Bizim mythimiz Nationdur, bizim efsânemiz Nationun azametidir! Ve bu efsaneye, bu ihtişama bütün realiteyi (gerçekliği, vâkıayı) DÖNÜŞTÜRMEKtir arzumuz, kalan HER ŞEYİ buna tâbi kılarız.”[3]

Herkesin kabûl ettiği, üzerinde herkesin üzerinde anlaşabildiği, kesin, belirli bir tarifi olmayan nation için, genel olarak: “aynı ırktan gelen, uzun zamandır birlikte yaşamış, aynı dili konuşan, genellikle aynı yurdu paylaşan topluluk” gibi tanımlar yapılmaktadır. Peki, üçdili (Almanca, Fransızca ve İtalyanca) konuşan İsviçre halkı, bir nation mudur? Ya iki dili olan Belçika halkı nasıl bir nation oluyor? Yakın zamana kadar bir de Yugoslav halkı vardı: Sırplar, Boşnaklar, Hırvatlar nasıl bir nation idiler acaba? Günümüzde Amerika Birleşik Vilâyetlerinde yaşayan, daha çok bir anonim şirket görünümü veren halk toplulukları ne menem bir nation oluyor?

 “Nasyonalizm, ‘on dokuzuncu yüzyıl başında Avrupa’da icad edilmiş bir doktrin’ olarak târif edilir ki buna göre, insanlık tabiî olarak nationlara bölünmüştür, nationlar kararlaştırılan belli karakteristiklerle bilinir ki yegâne meşru hükûmet tarzı, şekli national (millî) öz-yönetimdir”.[4]

 Nasyonalizm, İtalyan ve Alman Birliğinin meydana getirilmesi için işe yaradı, Osmanlı’yı da parçalamak için ustaca kullanıldı.

Türkler, “nation”u, “millet” diye tercüme ettiler. “Millet”, “dîn” demektir. Nitekim, Müslüman cenâze, kabre, “alâ milleti Resûlillâh/Resûlullah’ın dîni üzere” diye yatırılır. Nasyonalizm de, Türk’ün elinde hidâyete ererek milliyetçilik oldu. Araplar, “nation”u, “kavm” olarak tercüme ettiler, “nasyonalizm”, Arapçada    “el Kavmiyye”dir.

 Evet, ‘Milliyetçilik; ‘nation’, dilimize, ‘millet’ diye tercüme edildiği için, üstünkörü bakışla ‘Nasyonalizm’in Türkçesi zannedilebilir, ama ‘kavram’ ve ‘uygulama’ olarak ÖYLE DEĞİLDİR: Batı’daki ‘nationalizm’de, dînin yeri yoktur, Türk Milliyetçiliğinde ise, İslâm, TEMEL DEĞERDİR; Türk askeri, bağlı olduğu İslâm’daki yüksek şehîdlik mertebesi dolayısıyla, CIA eski başkanı Orgeneral Petraeus’a:

 “Türklerle savaş mı? “orada oturup iki kere düşünmek gerek; … geri çekilme gibi bir huyları yok ve bunu hiç düşünmüyorlar, topyekün savaşan bir millet… akıllarında toprakları ve dinleri varsa kaygılanıp sonlarını düşünmüyorlar…  son iki yıl içinde ABD, PYD’ye teknik bilgi aktarımı yapmış ama Türkiye karşısında hiçbir başarı sağlanamamıştı. Bunu söylememem gerekir ama, sırf bu yüzden onlarca ABD’li general ya emekli edildi ya da kovuldu.” dedirtmektedir.

***  ***  ***

Bunları geçiyor, konunun arka planını hatırlatarak günümüze geliyorum:

Osmanlı tahtına 1789 yılında oturan Üçüncü Selîm, 1801 yılında, ileri gelenlerden ve yabancılardan, durumun iyileştirilmesi için 21 lâyiha (rapor) aldı. Görüşler 3 noktada toplanıyordu:

  1. Müesseselerimiz islâh edilmelidir,
  2. Müesseselerimiz islâh edilerek Avrupa’nın sâdece tekniği alınmalıdır,
  3. Avrupa, bütünüyle, HER ŞEYİYLE alınmalıdır.

Sultân Üçüncü Selîm, üçüncü görüşü benimsedi, Nizâm-ı Cedîd’i kurdu. O zamandan başlayarak, yâni 1801 yılından beri,  ülkemizde işler, bu anlayışla, bu istikamette, devlet politikası, tutumu olarak yürütülmekte, bu YÖRÜNGEDE gitmektedir. 1839yılında ilân edilen Tanzîmât, 1856 yılında yayınlanan İslâhât Fermanı ve daha sonraki “muâsırlaşma/çağdaşlaşma” adına yapılan değişimlerin hepsi, bu doğrultuda olmuş, işler bu yörüngede gitmiştir.

(Rahmetli Üçüncü Selîm’in, üçüncü şıkkı tercîh etmesinin isâbetli OLMADIğını görmek için, günümüzde, bizim ve Japonya’nın durumuna bakmak yeter: Japonlar, (ikinci şıktaki gibi) “kendileri kalarak” Avrupa’nın sâdece tekniğini aldılar. ABD, Japon arabaları, ülkesini istilâ etmesin diye, yüksek gümrük uyguluyor. Bizde, diplomalılarımızın çoğu, -Avrupalılığı çok benimsemiş olmalıyız ki- kendimize, Avrupalı’nın gözü ile bakmaktadır, sözgelimi; ‘Ortaçağ karanlığı, zihniyeti’ demektedir; halbuki, Ortaçağ’da (395-1453) karanlıkta olan Avrupa idi, medeniyeti, Müslümanlar ve İslâm dünyasına hâkim olan Türkler temsîl ediyordu. ‘Tanzimat ve İslahat’ı, ileri atılım hareketleri olarak öğrenen, bu fâhiş, acıklı yalanlara inanmış olan, okumayan, araştırmayan diploma hamallarına bunları anlatmak, zaman ister; burada, meraklısına, Merkez Türkiye ve Türk Kimliği (Akıl Fikir Yayınları 0212 – 514 77 77) kitaplarımızı okumasını tavsiye ederiz.)

Tanzîmat, Osmanlı Devleti’nin içinde bulunduğu çok zor şartlar içinde ilân edilmiştir. Napolyon 1798 de Mısır’ı işgal etti, tutunamadı, gitti ama, Kavala’lı Mehmed Ali Paşa, ondan kalan savaş tekniğini kavramıştı, bu vâlinin ordusu, Osmanlı’yı üst üste yendi. 1833 yılında, oğlu İbrahim Paşa, Kütahya’ya kadar gelmişti. Ya Devlet toprakları ikiye bölünecek veya başa Kavalalı hânedânı geçecekti. Bu durumu, Mahmûd Celâleddîn Paşa, Mir’ât-ı Hakîkat adlı kitabında anlatır ”Avrupa kamuoyunu kazanmak” ihtiyacını, zaruretini belirtir. Mehmed Ali Paşa’nın oğlu, İbrahim Paşa, Osmanlı’nın zayıf şekilde devam etmesini çıkarlarına uygun bulan Avrupalıların baskısıyla Kütahya’da durdu. Sömürgeleri, toprakları üzerinde güneş batmayan büyük emperyalist İngiltere’deki Osmanlı Elçisi Mustafa Reşid Paşa, Hâriciye Nâzır yapıldı. (Bu durumu, malûmat depoları, “tarihçi” diye bilinenler belirtmez ama, Prof. Dr. Ebubekir Sofuoğlu, tv ekranlarında “Türk hâriciyesi Londra’da kuruldu” diye ilân eder. Mason Mustafa Reşi Paşa, yeni Padişah olmuş, 16 yaşındaki toy Abdülmecid’i, gizli oturumlarla ikna eder, kendisine İngilizlerin dikte ettiği esaslar, Tanzîmât (Gülhâne Hatt-ı Hümâyûnu) olarak ilân edilir 1839. Bir yıl önceki anlaşma ile, Osmanlı mülkü, İngiliz’in açık pazarı hâline getirilmiştir, Tanzîmât’la, bu durum, daha da pekiştirilmiş olur. İkinci, artçı deprem, 1856 yılında, İslâhât’la gelir. Türk’e, “duruş” kaybettirilir. Bütün Osmanlı tebeası, kimyadaki renksiz, kokusuz, şekilsiz element tarifi gibi, “aynı”, “farksız” yapılır. Cizye kaldırılır, “gâvura, ‘gâvur’ demek” RESMEN YASAK edilir. Bu zihniyet, günümüze kadar devam etmiştir: kimin aklına, “İngiliz gâvuru”, “Rus gâvuru” demek geliyor? Halbuki, hakaret kasdı olmaksızın (gereği de yoktur, ‘sonsuz’daki âkıbeti belli olan zavallıya hakarete ne gerek var?) pekâlâ, Müslüman olmayan için, “gâvur” sıfatı kullanılabilir. (Gâvur, halk ağzında, ‘kâfir’ kelimesinin aldığı şekildir. Kâfir, (Gerçeği, İslâm’ı) örten demektir: aynı kökten gelen “keffâret” kelimesi, “çok örten” demektir, işlenen bir günahın örtülmesi, bağışlanması için yapılan hareketi anlatır.)

Bu zihniyet devam ettiği, okul kitaplarımız da bu zihniyetin ürünü kalemler tarafından yazıldığı için, Türk çocukları, hâlâ, “Tanzîmât ve İslâhât, İLERİ ATILIM hareketleridir” diye okurlar. Okulda kafasına doldurulanla yetinenler de, öyle, devam eder giderler. (Meraklısına: yazdığım Osmanlı Tarihi, Osmanlı History and Institutions, Merkez Türkiye, Türk Kimliği, Osmanlı’dan Günümüze Değişme Mâcerâmız kitaplarımda, bu konuları anlattım.)

Tanzîmât münevverinin tutumu böyle iken, (‘Fransızca bilmeyen, eşektir’ diyordu) o hava içinde, “Avrupa, HER ŞEYİYLE alınmalıdır” anlayışı, tutumu hâkim iken, Avrupa’da ortaya çıkan Nasyonalizm akımı, bu iki aydın yahûdî yurttaşımız tarafından ithâl edilince, revaç bulmuştur. Çünkü çağdaş Avrupa’da güdücü fikir Nasyonalizm idi. Belirttiğimiz gibi, Nasyonalizm, Türk’ün elinde hidâyete ererek MİLLİYETÇİLİK oldu.

***  ***

Yanlış Milliyetçilk başlıklı yazımda (Kırmızılar, 31 Mart 2024) Hindû öğretmenin, kendi ırkından, kendi dilini konuşan, kendi kültüründeki öğrencisine, Müslüman olduğu için hakaret ettirdiğini, -böyle körükörüne muhafazakârlığın çirkinliğini, iptidâîliğini göstermek üzere- anlatmıştım. Yine, 30 lu yaşlarda bir Hindu’nun, yerde yatan aynı ırktan, aynı dili konuşan yurttaşı Müslümanı ayakları altında ezdiğini yazmıştım. Bu ibtidâî Hindûlar, kendi kardeşlerine, “yabancı” gördükleri bir kültüre mensup gördükleri için, bu zulmü yapıyorlar. Türk milleti ise, 1000 yıldır kimliğini İslâmla yoğurup pekiştirdiği, şekillendirdiği için, böyle iptidâîliğe düşmeyecektir, Türk Milleti için İslâm, “yabancı kültür” değildir.

Yazı dikkatle okunursa, Türk milliyetçiliğinin, körü körüne bir muhafazakârlık olmadığı, Türk ırkından olmayanların başlattığı Nasyonalizmin, Türkler elinde evrilerek “milliyetçilik” hâline geldiği, anlaşılacaktır.

***    ***

Bir zamanlar Türk Dil Kurumunda etkili olan, Ermeni kimliğini gizleyerek A. Dilaçar imzasını kullanan Agop Martayan’ın Ermenice orinag kelimesini, Türkçeye örneğin diye sokuşturmuş olması, bir çoğumuzun gözünden kaçmaktadır (Komplo teorisi filân değil, vâkıa, gerçek). Bilinçli kişilerin, 1000 yıldır kullandığımız meselâ yerine dilimize sokulan bu kelimeyi değil, mutlaka Türkçe kökenli bir kelime kullanmak istiyorlarsa, sözgelişi,sözgelimi kelimelerinden birini kullanmaları gerektiği açıktır.

Yine, 1000 yıldır kullandığımız nisbet ekii ‘î’  yerine, Avrupa’dan aldığımız, aşşağılık duygusu kokan -sel-sal eklerini, hiç olmazsa, belli bir bilinç seviyesini temsîl eden milliyetçilerin KULLANMAMASI GEREKTİĞİNİ de hatırlatalım. İlmî demek yerinebilimsel deyince “çağdaş”mı oluyoruz? Kültürde devamlılık esastır, onun için “Kamus, namustur” denilmiştir. Bu vesile ile, hiç yadırganmadan kullanılan siyasal kelimesini de hatırlayalım. Arapça siyâset kelimesinin sonunu kırp, Avrupa’dan ithal bir -al ekle: oldu sana çağdaş Türkçe!

Bundan kurtulmak için; konuşurken, yazarken, alışkanlıkla sıfat tamlaması kullanmak yerine, isim tamlaması kullanılmalıdır. Nitekim, rahmetli Ahmet Mithat Efendi, bu konuya yüz elli yıl kadar önce dikkat çekmişti. (Günümüzde, meselâ, ‘askerî hastane’ yerine: ‘asker hastanesi’ deniliyor ki, takdîre değer. (‘ilmî’ kelimesini kullanmak istemeyenin de ‘bilimsel’ değil; (‘bilim’e âid’, ‘bilim’le ilgili’ anlamında) ‘bilimlik’ demesi gerekir, DOĞRU Türkçe budur, ama yadırganır: Müslüman ölüyü, ‘rahmet’e nisbet ederek: ‘rahmetli’ veya ‘rahmetlik’ diyoruz. Yunan kavminden biri için de, ‘Yunan kavmine mensûb’ anlamında ‘Yunanlı’ diyoruz. Kısaca: Î nin karşılığı, Türkçede: liğ olduğu anlaşılıyor: kullanışta, li veya lik oluyor: Çinli, Arnavutluk (Arnavut kavmiyle ilgili, o kavme âid yurt) gibi.

*** *** ***       *** *** ***

07 Temmuz 2024

[1] Yazmış olduğu Tarihin Işığında Ermeni Meselesi ve 1915 kaosu  (Yedi Renk, 2010) ( 212 520 72 10 ) okunmağa değer.

[2] Bernard Lewis, The Emergence of Modern Turkey, (Oxford University Press:1968) p. 13

[3] Richard Jay, “Nationalism”, Political Ideologies, Hutchinson &co. Ltd. London,  1985, p.185. Cited in Benito Mussolini (1922), quoted in H. Finer, Mussolini’s Italy (New York 1935), p. 218.

[4] age, s. 185.  Vurgular benim. M.M.

Yazar
Mehmet MAKSUDOĞLU

Mehmet Maksudoğlu, Eskişehir’de Kırım kökenli bir âile içinde doğdu. İnkılâp İlkokulunu, Eskişehir  Lisesini ve Ankara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesini bitirdi. İzmir İmam-Hatîp Lisesi’nde Meslek Dersleri Öğretmeni olara... devamı

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen